17 Temmuz 2013 Çarşamba

Tenini, terini, tinini tanımak isteyen insanların mutlaka gezmesi gerekir!

Hilmi Bulunmaz
17 Temmuz 2013

İnsan, gezmediğinde çürür... Nasıl ki, suyun akmadığı zaman çürümesi söz konusuysa, insan, durdukça çürür. Bir su gibi akıp, zamana karışan insan, öleceği ânda bile, köklü bir çınar gibi dimdik durur. Evet, gezmek gerekir hep. Gezmek, sadece paralı insanlara özgü bir lüks eylem olarak algılandığında, gezmenin oluşturduğu derin tin yok olur... İnsan, elinde bir tek kuruşu olmadığında bile gezebilir... Hattâ, tek kişilik bir hücreye tutsak edilen insan da gezebilir. Hiç olmadı sürekli volta atabilir. Elleri, ayakları bağlı, ellerinde kelepçe, ayaklarında bukağı olan bir tutsak bile gezebilir. Nasıl mı?... Gözlerini yumarak, düşlerinin denizine kulaç atan tutsak, en kızıl taslaklara sapsarı bir güneş çizerek, ele geçirdiği turuncu renkle, dünyanın ilk oluştuğu ânına hicret edebilir. Ayaklarının acısını, 
ellerinin sızısını unutmaya başlayan tutsaklar, binlerce yıldır estirilmiş savaşlardaki insan iniltilerini yüreklerindeki fesleğen kokulu tarlalarda hissedebilirler. Oysa gezmek, insanın tinini özgürleştirerek, tindeki teni bağımsız kılar. Atların tayları birikirken hızla, tinin tenine terler konar...

Selamlaşmaların gelip gittiği, asfaltın zehir kustuğu zamanlarda petrole bulanmış umutsuzluklar akar karayollarının mıcır sesli kalabalığından. İnsan, gezdiğinde kesinlikle çürümez... Nasıl ki, suyun aktığında aklığı söz konusuysa, insan, gezdikçe çürümez... Su aktıkça, insan gezdikçe...

Kendini var etmek, var olanı yenilemek, kirli çamaşırları dere kıyısında külle iyice yıkamak için, gezmek gerekliliğin boyutunu aşıp, zorunluluk hâllerine evrilmelidir. Bir insan, bir osuruk ağacı gibi, aynı yerde tohum alıp, aynı yerde filizlenip, aynı yerde fidan olur ve aynı yerde kötü kötü kokmaya başlarsa, o insanın içinden asla ışık çıkmaz... Ateşin, havanın, suyun ve toprağın yakın dostu ışık çıkmazsa insanın içinden, o insanın doğmamış çocuktan hiçbir farkı olamaz. Bir tohumun, toprağa değil de, sonsuz yükseklikteki havalara savrulması, sadece bir umuttur. Havaya savrulan umudun, bir ten, bir ter, bir tin olacağının bir garantisi yoktur. İnsan, durdukça çürüyüp, yürüdükçe ışık verir. Su, aktıkça aydınlatır...

İnsanın atası insandır. Umudun atası umut. İnsan, umut ederek mutlu olduğunu sanıyorsa, bu, sadece bir kanı, yalnızca bir sanıdır. Somuttan gelmeyen herhangi bir soyutluk, insan bedenine sancılı bir sayrı olarak konaklar. Bedenine sayrılıklar konaklatan insan, kendini hiç taşıyamaz. Ağırlaşır. Adım atamaz. İnsan, davranışta gezinip düşünceyle yekinmeli ki, yollarda yürüyebilsin. Hayat, bir fuaye, bir araftır... Tanrısal imgeler bile gezmeyi muştular. Cennet nedir? Cehennem kimi bekler?... Bütün imgeler gibi, bu imgeler de, gezme ediminin çakıl taşlarını seslendiren gizemsel kavram karnavalıdır. Işık vermeyen söner. Akmayan kararır...

İnsan tenine hicret etmiş mahlûkat vardır!... Kuzu postuna bürünmüş kurt. Halkının mutluluğu, tüyü bitmemiş yetimin hakkının korunması için kendini fedâ eden yiğitlere musallat olan alçaklar vardır... Gecenin en zifirî karanlığında bile güneş gözlüğü takan çanak yalayıcısı yarasalar vardır. Fotoğrafı baş aşağı, her yaptığı insanlık karşıtlığı ansiklopedisine kapak olan zavallılar vardır... Kırım'dan gelip Kongo'ya giden kan emici keneler vardır... Aslında hayat diyalektiktir... Beyaz siyahla var olurken, gri aradan sıyrılıp akar. Gezmek ve ışık vermek iyidir. Işık su, su ışıktır!