Erkan Doğan (ayakta ortada), Bulunmaz Tiyatro'da...
Erkan Doğan
"Dikkatle baktığınızda halk yığınlarındaki cehaletin genel olarak düşündüğümüzün tersine, okul ya da kitaplık eksikliğinden değil, kiliseye ya da yurt sevgisine duyulan kör inançlardan kaynaklandığını görürsünüz; bütün sanat kolları tarafından dur durak bilmeksizin üretilen kör inançlara gömülmüştür halk boğazına dek." L. N. Tolstoy
Bir an için sanatın yeryüzünden yok olduğunu düşünün. İçimizi târifi mümkün olmayan bir hüzünle ya da tüm benliğimizi yaşam sevinciyle sarsan bir neşeyle dolduran şarkıların, koltuğumuzdan kalkmamıza bile gerek kalmadan dünyanın öbür ucundaki bir öykünün içine dalıvermemizi sağlayan filmlerin, piyeslerin olmadığını… Dakikalarca karşısında hayranlıkla bakakaldığımız tabloların, görkemli heykellerin, anıtların olmadığını düşünün. Sayfalarının arasında kendimizi kaybettiğimiz ve kendimizi bulduğumuz kitapları; o kitaplardaki öyküleri, romanları, şiirleri düşünün ve sonra da buharlaşıp yok olduklarını, hem de sonsuza kadar. “Eşya”nın tüm çeşitleriyle birlikte sadece işlevsel olarak mevcut olduklarını, işlevselliklerinin dışında estetik olarak bir değer taşımadıklarını düşünün. Elbiselerimizin, perdelerin, halıların, binaların ve diğer şeylerin sadece işe yararlık ilkesiyle dikkate alındığını ve sadece zanaatkârlık ürünü olduklarını düşünün. Böyle bir şeyin gerçekleşebilmesi olasılığı size pek de mümkün görünmüyor, değil mi? Evet; neyse ki, tarihi insanlık tarihi kadar eskiye uzanan sanat, varlığını her şeye rağmen sürdürüyor. Çünkü insanoğlu bu yaşlı gezegendeki varlığını her şeye rağmen sürdürmeye devam ediyor. Ve insan var olduğu müddetçe sanat da yaşamlarımızı güzelleştirmeye devam edecek. Sadece güzelleştirmekle de kalmayıp kendimizi ve başkalarını anlayabilmemizi, kendimizi ifade edebilmemizi ve diğerleriyle iletişim kurabilmemizi sağlayacak. İşte tam da bu yüzden, yazımın başında çizdiğim o ürkütücü resimden korkmamız için henüz çok erken.
Lev Nikolayeviç Tolstoy’un on beş yıllık yoğun çalışmasının ürünü olan "Sanat Nedir?" isimli yapıt, insanlık için böylesine önemli yeri olan sanatın ne olması ya da ne olmaması gerektiği üzerine kaleme alınmış olan muhteşem bir eserdir. İlk kez 1897'de Rusya'da yayımlandı. Fakat Rusya'da sansüre uğrayan kitap bir yıl sonra yani 1898 yılında sansürsüz olarak Londra'da İngilizce olarak yayımlandı. Türkiye’de ise ilk olarak Eylül 2007'de Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi kapsamında Mazlum Beyhan çevirisi ile yayımlandı. "Sanat Nedir?" ömrünün son otuz yılını kuramsal çalışmalara adayan Tolstoy'un üzerinde en çok çalıştığı yapıtıdır ve diğer yapıtları arasında ayrı bir önemi olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Zirâ, "Anna Karenina" ve "Savaş ve Barış" gibi dünya edebiyatının büyük romanlarına imza atan L. N. Tolstoy'un hem sanatçı hem de düşün adamı kimliğiyle sanat kuramı gibi çok önemli bir konuda kaleme aldığı cümleler, sanatla ve sanatın işaret ettiği hayatla ilgili olarak "bir derdi olan" her insanın mutlaka okuması ve üzerinde uzun uzun düşünmesi gereken bir eserdir.
Tolstoy, ilk olarak, uğruna onca özverilerde bulunulan, çok sayıda insanın küçümsenemeyecek emeği ile var olabilen ve önemli miktarda paraya mâl olan sanatın ne olduğu sorunsalını analiz etmeye başlamadan önce, başka düşünürlerin bu konudaki önermelerini ele alıyor. Genel kanının sanatı “güzel” kavramına indirgediğini ve sanatı "güzel" ile özdeşleştirdiğini belirten yazar, bu kavramın son derece muğlak olduğunu ve aradığımız cevabın burada saklı olmasının mümkün olmadığını belirtiyor. Zirâ Baumgarten, Kant, Hegel, Taine, Guyau gibi çok sayıda ismin “güzel” konusunda çok sayıda çözümleme yaptıklarını ama bunun muammâyı ortadan kaldırmadığı gibi her şeyi daha da içinden çıkılmaz bir duruma getirdiğini belirtiyor. Bunu kanıtlamak için de Alman estetikçi Schassler, Fransız yazar Veron, estetiğin kurucusu Baumgarten, Shaftesbury gibi düşünürlerin "güzel" tanımlarını estetik kuramcılarından yaptığı alıntılarla okura sunuyor. Bu isimlerden bazıları mistik bir estetik anlayışla konuya yaklaşırlarken bazıları da konuyu öznel bir alana taşıyarak "zevk" unsurunu ön plana çıkarıyor. Bir başka grup meseleye fizyolojik açıdan yaklaşırken bir diğeri ise “güzel” kavramından bağımsız olarak "hoş bir izlenim yaratma yeteneğindeki kalıcı ya da geçici nesnelerin yaratısı" olarak tanımlıyor sanatı.
Sonuçta temel olarak iki farklı “güzel” tanımı karşımıza çıkıyor. Bunlardan ilki mistik bir temel üzerine kurulan ve güzel anlayışını Tanrı kavramına bağlayan, fantastik bir yaklaşım. Diğeri ise öznel bir anlayışla meseleyi “hoşlanılan şey” anlayışına indirgiyor. Sürece baktığımız zaman estetik biliminin kurulduğu yıllarda “güzel” e metafizik bir anlam verildiği ama zamanla deneysel hatta fizyolojik bir anlayışın egemen olmaya başladığı görülüyor. Bu anlayışın doğal sonucu olarak da “ haz “ ilkesi sanat kuramlarının omurgasını oluşturmaya başlıyor. Fakat “bir muammâ olarak ‘güzel’ “ kavramı elimizde öylece duruyorken böylesine sisli puslu bir ilkeyi sanatın temeli, amacı ve anlamı olarak görmek bazı tutarsızlıklara neden oluyor ve sanatın özünün ne olduğu ya da ne olması gerektiği sorusunu iyice çıkmaza sokuyor.
Bu noktada L. N. Tolstoy, sanatın bir haz aracı değil insan yaşamının koşullarından biri olması gerektiğini belirtiyor. İnsanların birbirleriyle ve her şeyden önce kendileriyle ilişki kurabilmelerinin araçlarından biri olarak sanatın sadece bir temaşâ aracı olamayacağını belirten yazar duygu aktarımının önemi üzerinde duruyor. “Gerçekte ya da düşleminde acı, korku, haz…gibi duygular yaşayan birinin bu duygularını başkalarının da yaşaması için tuvale ya da mermere yansıtmasının” sanatın en önemli işlevlerinden biri olan duygu aktarımını sağladığını ve bunun sonucu olarak da insanlar arasında duygudaşlık köprülerinin kurulabileceğini belirtiyor. Eğer konuya bu açıdan yaklaşacak olursak, sanatı bir eğlence aracı, oyalanmamızı sağlayan “şey”lerden biri ya da haz ve neşe kaynağı olarak görmekten ziyâde, sanatı insan var oluşu için bir temel ihtiyaç olarak değerlendirmeye ve konunun önemini daha iyi kavramaya başlarız.
"Yüce olan"dan "sıradan"a giden yol…
Tolstoy kitabının altıncı bölümünde, sanatın sadece insana haz vermesi ve “iyi vakit geçirtebilmesi” gibi koşullara nasıl ve ne zamandan beri indirgendiği sorunu üzerine eğiliyor. Soruna dinsel bir bakış açısıyla yaklaşan yazar, toplumların ahlakî konularda dinsel bir bilinçle yargıda bulunduklarını belirtiyor. İnsanlığın “yüce”ye doğru olan yolculuğunda dinin tarihsel önemini vurgulayan yazar, insanlığın zihinsel olarak gelişmesinin en önemli basamaklarından birinin din olduğunu ifade ediyor. Her konuda olduğu gibi sanat konusunda da neyin iyi neyin kötü olduğunun da yine dinsel bir bilinçle irdelendiğini söyleyen yazar, bu noktada Hristiyanlıkla ilgili olarak bir çözümlemede bulunuyor. Çünkü yazara göre sanatın bugün geldiği nokta aslında Hristiyanlık anlayışındaki bu değişiklikle doğrudan ilintili.
Yazara göre Hristiyanlığın ilk dönemlerinde İsa’ya sevgi duymaya ve çileli yaşamı için ona acımaya , dünya nimetlerini önemsememeye dayalı bir anlayış hâkimdi. Dinin böylesine bir anlayışa sahip olduğu dönem daha sade-yalın ve insancıldı. Ama zamanla yazarın puta taparlıkla eş tuttuğu kilise Hristiyanlığı anlayışının egemen olmasıyla birlikte din ve buna paralel olarak sanat kavramları erozyona uğramaya başladı. Paganist etkilerin açıkça görüldüğü bu dönem yazara göre gerçek İsa öğretisinin çarpıtılmış bir biçiminden başka bir şey değildi. Ama buna rağmen “bu çarpıtılmış öğreti” üzerinde gelişen sanat yazara göre gerçek sanattı çünkü halkın dinsel dünya görüşüne denk düşüyordu. Orta Çağ sanatçılarının ortaya koymuş oldukları yapıtlar için de aynı tespit geçerlidir. Ancak Avrupa toplumlarının varsıl ve eğitimli kesimlerinin kilise Hristiyanlığına şüphe ile yaklaşmaları, geçmiş zamanların eserleri ile tanışmaları ve sahip oldukları imkanları kullanabilme potansiyelleri önemli bir kırılma noktası meydana getirdi. Varsıl kesim dinin özünden daha çok biçimsel hâline uydular ve/ya uyar gibi göründüler. Çünkü hem toplumsal koşullar bu konuda açıkça tavır almayı güçleştiriyordu hem de mevcut düzenin devam etmesi onların çıkarları açısından gerekliydi. Böylelikle kilise buyruklarına körü körüne inanan halk yığınları ve dinin sadece biçimsel buyruklarına uyum sağlayan, eğitimli, varsıl ve varsıl oldukları için sanat üreten ve sanata destek olan kesim olmak üzere ikili bir gruplaşma ortaya çıktı.
Kilise Hristiyanlığını reddeden egemen sınıflar dinin özüne de dönemiyorlardı. Çünkü yazara göre "tüm insanların eşitliğine ve kardeşlik öğretisine dayanan gerçek Hristiyanlık" onların ayrıcalıklarını yadsıyan bir öğretiydi. Böylelikle herhangi bir dinsel dünya görüşünden mahrum kalan bu kesim yaşamın anlamını haz duymada bulan “putperest” dünya görüşlerine uygun bir sanat ve bilim anlayışı geliştirdiler. Bu anlayışın felsefi ve bilimsel altyapısı hazırlandı. Özellikle, 1750’ de Baumgarten öncülüğünde estetik bilimi adı altında yapılan çalışmalarla sanatın ne olması gerektiği ve özünü neyin oluşturduğu gibi sorular “haz, zevk, mutluluk” gibi kavramlarla açıklanır hâle geldi. Ve yazarın da belirttiği gibi sanat önemli bir iş olmaktan çıkarak sadece “başıboş takımının eğlencesi” hâline geldi.
Sanatı üreten ve sanatı destekleyenler Avrupa toplumlarının varsıl kesimleri olduğu için ve “sanatın ne olduğu” sorusuna da cevabı bu kesim verdiği için üretilen yapıtlar da doğal olarak onların beğenilerine hitâp edecek şekilde üretildi. Sanatın üretimi ve icrâsı için emek sarf eden halk yığınları ve onların yaşamları, duyguları bu yapıtlarda kendisine yer bulamadı. Sanat “ürün”lerinin “tüketicileri” ironik bir şekilde halkın büyük çoğunluğu değil sadece egemen azınlık oldu. Giderek biçim her şeyin önüne geçmeye ve neredeyse tek değerli kriter hâlini almaya başladı. İçerik giderek anlamsızlaşmaya başladı. Zirâ anlaşılmazlık neredeyse bir sanatsal erdem olarak kabul görmeye başladı.
Yazar, kitabında, sanatın geldiği noktayı göstermek açısından Baudlaire, Verlaine, Mallerme’nin ve dekadan isimlerin eserlerinden alıntılar yaparak kendi sanat anlayışına göre bunları mahkum ediyor. Biçim fetişizmlerini ve yapıtlarının içeriksizliğini eleştiren yazar,neredeyse üreticilerinden başka ( ki bundan bile şüphelidir) hiç kimsenin anlamadığı bu eserlerin sanat eseri olarak değerlendirilmelerinin doğru olup olmadığı sorusunu ortaya atıyor.
Sanat kavramının zamanla içeriğinin boşaltılması ve yozlaştırılmasına rağmen varlığını sürdürebilmesini “sanat eseri gibi” eserlerin varlığıyla açıklayan yazar, bunun "ödünçleme, öykünme, şaşırtma, ilginç olma" gibi hilelerle sağlanabildiğini belirtiyor. Bu dört unsuru ayrıntılı bir şekilde açıkladıktan hemen sonra üreticilerin tüketicileri nasıl bir takım efektlerle yanılttıklarını ve "sanat eseri gibi" olan eserlerin nasıl gerçek sanat olarak kabul gördüğünü açıklıyor. Dolayısıyla, neredeyse belirli biçimlerde formüle edilen sanatın! âdeta laboratuvarlarda üretilen bir ilaç gibi pazarın gereksinimlerine göre üretildiğini belirten yazar, hazır reçetelere göre üretilen taklit yapıtların gerçek sanat yapıtlarının yerini işgâl ettiğini iddia ediyor.
Tolstoy, eserinin on ikinci bölümünde sanatın yozlaşmasına neden olan diğer faktörleri analiz ediyor. Temel olarak üç faktörü ön plana çıkaran yazar, ilk olarak profesyonellik meselesini ele alıyor. Sadece ürettiği eserlerle geçimini sağlayan ve bunun dışında başka bir işle uğraşmaktan kaçınan sanatçıların kendi kendilerini hayattan izole ettiklerini ve bu yalıtılmışlığın onların zihinsel dünyalarını ve yaratıcılıklarını körelttiğini belirtiyor.
İkinci olarak sanat değerlendirmesi ve sanat eleştirmenleri meselesini irdeleyen yazar, eleştirmenlerin var oluş nedenini sorguluyor. Eğer eleştirmen sanatı açıklamak için varsa, ele alınan eserin asla sanat eseri olamayacağını çünkü gerçek sanat eserinin açımlanmaya ve izâh edilmeye gerek duymayacağını belirtiyor. Beri yandan, sanat eleştirmenlerinin ve otoritelerin yazıp çizdikleriyle insanların beğenilerini iğdiş ettiklerini, ve göklere çıkararak genç sanatçılara örnek olarak sundukları eserlerle taklit yapıtların önünü açtıklarını örneklerle açıklıyor.
Üçüncü ve son olarak sanat okulları meselesini ele alan yazar, bir mesleğe dönüşen sanatın belirli formüllerinin ve yönteminin öğretildiği sanat okullarının gelinen noktada çok önemli payı olduğunu ifade ediyor. Ancak sanatçının yaşadığı özel bir duygunun diğer insanlara aktarımının bu okullarda öğretilebilmesinin mümkün olmadığını ve bu okullarda sadece “sanat eseri gibi” eserler üretebilmenin hilelerinin öğretilebileceğini belirtiyor. Bu okullarda, ideal olarak sunulan akımların ve bu akımların idol olarak kabul edilen isimlerinin yapıtları merkeze konacağından ve buna paralel olarak öğrenci yetiştirileceğinden, çok sayıda genç sanatçının-sanatçı adayının daha erken yaşlarında sanatsal beğenilerinin ve algılarının çarpıklaştırılacağını iddia ediyor.Hristiyanlığın tarihsel süreç içerisinde yalın ve insancıl özelliklerini yitirmesi, bunun yerini yazarın neredeyse puta taparlıkla eş değerde gördüğü kilise Hristiyanlığının alması, toplumun egemenlerinin dinsel bilinçten uzaklaşmaları ve eski zamanların eserleriyle tanışmaları, ahlâki açıdan kendilerine yeni bir merkez belirleyememeleri ve giderek dünyevî tutkuları, hazzı yaşamlarının merkezine almaları, yozlaşmanın sanata olan yansıması sonucunda sanatın giderek içeriksizleşmesi ve biçimciliğin ön plana çıkması, sanatın yegâne öneminin haz verip vermemesi kriterine indirgenmesi ve tüm bu alt yapıya paralel olarak sanat kuramcılarının, estetik bilimcilerin, sanat eleştirmenlerinin ve sanat okullarının, kitle iletişim araçlarının olumsuz etkileri neticesinde sanatın gelinen noktada neredeyse, yokluğunun varlığından daha hayırlı olduğunu öne sürüyor Tolstoy. Öyle ki, kendi eserlerinin dahî gerçek sanat kategorisine konamayacağını söyleyen yazar, “Tanrı Gerçeği Görür” ve “Kafkasyalı Tutsak” isimli öyküleri dışındaki tüm yapıtlarının, eleştirmiş olduğu türün içinde olduğunu açık yüreklilikle belirtiyor.
Sanatın yozlaşmasının hayatın diğer alanlarındaki yozlaşmayla doğrudan karşılıklı etkileşim içinde olduğunu ve sonuçta ortaya sadece kötü yapıtların çıkmakla kalmadığını, insanların da ahlâki açıdan bir çöküntü içine girmeye başladıklarını belirten yazar, insanların kardeşlik öğretisine bağlı olarak bütünleşmelerinin, sanatsal üretimin ve sanatsal faaliyetlerin uzağında kalan halkın yaratıcı etkinliğin içinde doğrudan yer almasıyla mümkün olabileceğini, “özgünlük,açıklık ve içtenlik” ilkelerine uygun olarak üretilen eserler aracılığıyla insanlar arasında duygudaşlık köprülerinin kurulabileceğini ve insanlığın “yüceye doğru yaptığı yolculuğunda” sanatın asıl işlevinin de bu olması gerektiğini ifâde ediyor.
Sonuç ya da eleştirinin eleştirisi
"Doğrusal işaret bağlantıları veya yazara bağlı yazı konuşma bağıntısı arasında iki tek anlamlı uyum olmadığını açıkça görebiliriz ve bu çoklu referans taşıyan, çok boyutlu makinik kataliz de yoktur. Ölçek simetrisi, kesişim geometrisi, genişlemelerinin hastalıklı tutarsız karakteri,bütün bu boyutlar bizi ara değeri dışlama mantığından alıkoyar ve daha önce eleştirdiğimiz ontolojik binarizmi reddimizi güçlendirir." Felix Guattari
Şimdi, “Sanat kuramı ile ilgili bir yazıda bu alıntı da neyin nesi böyle?” diye sorabilirsiniz. Aynı soruyu ben de L.N. Tolstoy’un “Sanat Nedir?” isimli kitabının “sonuç” bölümünü okurken sormuştum. Çünkü Tolstoy, toplamda yirmi bölümden oluşan eserinin on dokuz bölümünde sanat kuramını analiz ediyorken, “sonuç” bölümünde çağının bilim anlayışını mahkûm ediyordu ve ilk bakışta sanat ve bilim arasındaki bağlantıyı kuramamıştım. Ama meseleye biraz daha geniş açıdan bakıldığında bilimin ve sanatın, insanlığın hakîkati kavrama isteğinin ve hem kendini hem de bir parçası olduğu bu muazzam kâinatı anlama çabalarının bir aracı olduğu gerçeği görülür. Sanki bir yap-bozun parçaları gibi hayattaki her şeyin diyalektik bir yapı içerisinde karşılıklı (doğrudan ve/ya dolaylı olarak) etkileşim içinde olduğunu anlarız.
Tolstoy, insanlığın geldiği noktada, bilimin insanlığı doğrudan ilgilendirmeyen konularda çalışmalar yaptığını belirtiyor. Özellikle deneysel ve doğal bilimlerin "sanat için sanat" kuramına benzer bir şekilde "bilim için bilim" kuramını benimsediklerini ve çalışmalarında egemenlerin hayatlarını kolaylaştıracak unsurlara önem verdiklerini belirtiyor. Laboratuvarlarda yapılan çalışmalarda, dünya halklarının refahı, mutluluğu gibi şeylerin sağlanmasına yönelik etkinliklerden çok tayf çözümlemesi yapmak ya da domuzbalıklarını kesip biçmek gibi şeylerle uğraşıldığını ifade ediyor. Tıpkı sanat alanında olduğu gibi bilim alanında da kalabalık insan topluluklarının ihtiyaçları ya da beklentilerinden çok azınlığı teşkil eden egemenlerin ihtiyaçları ve beklentileri doğrultusunda çalışmalar yapıldığını belirtiyor. Yazarın on dokuzuncu yüz yılda kaleme aldığı satırları okurken insan bugünkü durumu düşünmeden edemiyor. Bugün dünya nüfusunun yüzde yirmisi kaynakların yüzde seksenini tüketiyor. Dünyada askerî giderlere yapılan harcamalar "gelişmekte olan(!) ülkelere yapılan yardımlardan" on iki kat daha fazla. Her gün beş bin insan kirli içme suyu nedeniyle ölüyor, bir milyar insanınsa temiz içme suyuna ulaşma imkanları yok. Bir milyara yakın insan aç geziyor. Her yıl, dünyada reklama beş yüz milyar dolar harcanıyor. BM araştırmalarına göre bu rakamın yüzde onu, dünyadaki açlık sorununu büyük ölçüde gidermeye yeter. Ve böylesine bir manzarayla karşı karşıyayken bilimin, tekniğin ne kadar ilerlediğinden, teknolojik ilerlemeden vesâire bahsetmek sanatın günümüzdeki hâliyle insanlığa esenlik getireceğine inanmak kadar yerinde olur.
Modern sanat adı altında yapılan ve özellikle postmodern masallarla desteklenen sanat yanılsaması bir başka deyişle "sanat gibi"lik hâli, her geçen gün sanatın giderek yozlaşmasına hizmet ediyor. İnsanlar, sanat galerilerinden (özellikle de kendilerini eğitimli, aydın ve öncü olarak gören insanlar) "ayrıcalıklı oluşlarına ilişkin yeni bir diyet daha ödediklerini ve bu ayrıcalıklarını pekiştirdiklerini düşleyerek" ayrılıyorlar. Best-seller olarak sınıflandırılan kitaplar birkaç hafta boyunca konuşulduktan ve adı üstünde bol miktarda da satıldıktan ve tüketildikten sonra tarihin çöp sepetindeki yerini alıyor. Sinemalarda seyrettiğimiz (hatta bazen seyrederken uyuyakaldığımız) filmleri, üzerimizde herhangi bir etki bırakmadıkları için hemen unutuveriyoruz. Yaz aylarında binlerce insanı dans pistlerinde coşturan şarkılar bir sonraki mevsim çoktan ömrünü tamamlamış oluyor. Sahnelerdeki oyunlar ya geçmişin sanat tanrılarının gösteri peygamberliğine öykünüyor ya da ilerici hamleler yapmak adına giderek soysuzlaşıyor. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de sanatı destekleyen ve sanat üreten varsıllar ya taklit yapıtları finanse ediyor ya da daha vahimi sistemin dışladığı belli grupların “dramlarını, acılarını” ele alan yapıtları öne çıkarıyor. Ama bunu yaparken içtenlikten ve yalınlıktan uzak kaldıkları için bu ürünlerin tüketicileri de yine üreticileri ya da o sınıfa mensup insanlar oluyor. Bu konuyla ilgili olarak paylaşmak istediğim bir anekdot var.Geçtiğimiz yıl 8-12 Aralık tarihleri arasında “Documentarist- İstanbul Belgesel Günleri” kapsamında Salt Beyoğlu, Aynalı Geçit, Dutch Chapel ve Tütün Deposu/Cezayir mekanlarında belgesel gösterimleri yapıldı. “Hangi İnsan Hakları?” temasıyla düzenlenen festivale ilk gün dışında düzenli olarak katıldım. Gerçekten de sözünü sakınmayan, hem estetik hem de içerik olarak yetkin filmler seyrettim. Azınlıkların sorunları,emeğini satarak geçinemeyen sadece hayatta kalmaya çalışan yoksulların dramları, cinsel yönelimleri nedeniyle dışlanan insanların yaşadığı sorunları işleyen filmler vardı. Ama o salonlarda halk yoktu. Genel olarak şehrin iyi eğitim almış ve belirli bir sosyo-ekonomik grubun üyeleri oradaydılar, fakat ana dilini konuştuğu için baskı gören Berfin Teyze ya da Diyarbakır’ın çöplüklerinden çocuklarına yiyecek bulmaya çalışan Baran Amca orada değildi. Festivali düzenleyenler bunun kendi sorunları olmadığını ve kapılarının herkese açık olduğunu söyleyebilirler. Ancak bütün bir yazı boyunca ifâde etmeye çalıştığım şeyleri göz önünde bulunduracak olursak eğer, olup bitenlerin doğal sonucunun bu olacağını tahmin etmek çok da zor olmasa gerek. Bu konudaki ikinci anekdot da şu: Salt Beyoğlu’nda seyrettiğim bir filmin ardından biraz hava almak için dışarıya çıktığımda oradan geçmekte olan iki genç erkek mekana bakarak “Burada ne var acaba? “ şeklinde kendi aralarında konuşmaya başladılar. Bunlar öyle zannediyorum ki, asgarî ücretle günde en az on iki saat çalışan çocuklardı ve içeri girip bakmaya çekiniyor, hatta korkuyorlardı. Çünkü mekan onları çekmiyor aksine itiyordu. Derken bir tanesi tüm cesaretini toplayıp içeri girmek için hamle yaptı ama arkadaşı kolundan çekerek onu oradan uzaklaştırdı. İçeri girselerdi bile güvenlik görevlilerinin ve katılımcıların kendilerine pek de hoş gözle bakmayacaklarını tahmin etmek çok mu acımasızca olur? Hiç sanmıyorum…
Bilim ve sanat meselesine dönecek olursak, Peter Medawar’ın 1968’deki “Bilim ve Edebiyat” isimli konferansından bir alıntı yapmak yerinde olur diye düşünüyorum:
"Stil en önemli amaç hâline gelmiştir., hem de nasıl bir stil! Benim için bu, havalı ve yüksekten yürüyen, kendini beğenmişlikle dolu, bir baletin alkış almak için daha önce üzerinde çalışılmış yapay duruşlarında yükseldiği gibidir. Modern düşüncenin kalitesi üzerinde içler acısı bir etkisi olmuştur."
Hal böyle olunca da ortalık Guattari’ninkilere benzer akademik, bilimsel! makalelerle dolup taşıyor,içeriksizliği ya da içerikteki sahteliği örtmek için anlaşılamazlık kılıfına sarılıp sarmalanmış makalelerle…
Tolstoy'a göre bilim de tıpkı sanat gibi var oluş nedenine uygun bir biçimde ele alınmalı ve belirli bir sınıfın çıkarları ve beklentileri üzerinde değil halkın hayatını kolaylaştıracak şekilde gerçekleştirilmelidir. Sanat, ona göre; özgün,içten ve yalın olmalı, bu sayede sanatçının gerçekte ya da düşlemlerinde hissettiği bir duyguyu ve/ya düşünceyi diğerlerine aktarabilmelidir. Bunu yaparken her şeyden önce o duyguyu kendi içinde sanatsal bir form içinde yeniden yaratmalı ve bunu yaparken de içten olmalıdır. Sanat, tüm halka hitâp edebilmeli, sanatın icrâ edilebilmesi için ter akıtan insanlar sanattan mahrum kalmamalı ,üretim ve etkinliklerde bizzat yer almalıdır. Sanatın içeriği dinsel bilinçle şekilleneceği için de evrensel kardeşlik ilkesine uygun şekilde üretimde bulunulmalı, insanlığın “yüce olan” a doğru yaptığı yolculukta sanat, var oluş gereğine uygun olarak işlevini yerine getirmelidir. Tolstoy'un bu konuda bize sunduğu reçete ruhânî bir reçetedir. Ona göre Hristiyan sanatı (ki kendisi bunu "günümüz sanatı" diyerek genelleştiriyor) Katolik olmak zorundadır.Bu sayede yazarın idealize ettiği Katolik sanat evrensel olmanın ve bütün insanları birleştirmenin kapısını aralayacaktır. Tolstoy, sanat kuramını dinsel bilinç üzerine inşâ ettiği için özünü yitirmemiş, yalın ve insancıl bir Katolik inancını da sanat anlayışının merkezine koyuyor. Yazar burada Hristiyan sanatını ikiye ayırıyor: İlki, dinsel bilinçten kaynaklanan duyguları aktaran dinsel sanat;diğeri de gündelik yaşama ilişkin,dünyadaki bütün insanların anlayabileceği duyguları aktaran,evrensel sanat. Bu çok önemlidir çünkü yazar, insanoğlunun ulaşabileceği en yüksek refah düzeyine ancak kendi aralarında birleştiğinde erişebileceğine inanır. İnsanoğlunun gönenç ve esenliğe ancak bütün insanların kardeşliğiyle ulaşabileceğini iddia eder. Bu görüşe şahsen katılmakla birlikte bir noktada itirazda bulunmadan edemiyorum. Günümüzün sanatının Katolik olmak zorunda olduğu fikrine itiraz ediyorum. Çünkü evrensel birliği, kardeşliği ve bütün dünya halklarının farklılıklarıyla birlikte bir uyum içerisinde hareket edebilmelerini sağlayacak olan şey bence ne Katolik ahlâkı olabilir, ne de bir başka dinin öğretileri. Gezegenimizdeki farklı inanış biçimlerini göz önünde bulunduracak olursak eğer herhangi bir dinin buyruklarına ve ahlâki öğretilerine göre sanat isterlerini belirleyemeyeceğimizi düşünüyorum. Tam da bu sebeple, sanat tüm dinlerden, ulusal prangalardan, sermayenin taleplerinden ve otoriter devletlerin baskıcı yönetimlerinden âzâde olabildiği ölçüde gerçek sanat olabilir.Bu nedenle Tolstoy'un sanat anlayışına özü itibariyle katılıyor olsam da onun "dinsel bilinç"i ön plana çıkardığı noktalarda "sınıfsal bilinç"i anmadan edemiyorum, ki biz buna "enternasyonal" diyoruz, yâni Tolstoy'un söylediğinin kızıl renklisi.
Katolik inancı ile Hristiyan sanatını, Hristiyan sanatı ile de günümüz sanatını eş değer tutan yazarın bir Batılı hastalığı olan Oryantalizm sularında seyrettiğini düşünüyorum. Evrensellik iddiası olan bir düşünürün tüm dünyaya reçete olarak Katolik sanatı salık vermesi bana tutarlı gelmiyor. O, her ne kadar Hristiyan sanatını iki alt başlığa ayırarak ikinci kategoriyi kısmen de olsa dinden bağımsız olarak ele alıyor ve gündelik duyguların herkesçe anlaşılabilirliği ilkesinden bahsediyor olsa da, bu başlığı da Hristiyan sanatı üst başlığına bağlıyor oluşu bence sorunlu bir yaklaşım.Tolstoy’un Marksizme karşı olan mesafeli duruşu ve dünyevî zevkleri ve hazzı ön plana çıkaran nesnel sanat kuramını toptan reddediyor oluşu nedeniyle elinde kalan tek enstrüman din ve Katolik inancı. Ama buna rağmen kitabın geneline baktığımızda yazarın emekçi halka olan sevecen yaklaşımı ve evrensel kardeşlik ilkesine verdiği değer ve egemenlerin değil halkın çıkarlarını ön planda tutuşu neredeyse onun Katolik bir komünist olduğunu düşünmemize yol açıyor. En azından kendini “Sol” da tanımlamalarına rağmen sadece kendi gemisini kurtarmaya çalışanlarla kıyaslanmayacak kadar tutarlı, içten ve sahici bir sanat kuramı koyuyor ortaya Tolstoy…
Ben; sanatın, dünyayı değiştirmek için sahip olduğumuz araçlardan biri ve en önemlisi olduğuna inanıyorum. Nüfusun çok küçük bir kesiminin üretici ve katılımcı olarak “tükettiği” bir sanat anlayışından çok, tüm insanların hem üretim hem de üretilenlere ulaşımı anlamında eşit oldukları bir zamanın hayalini kuruyorum. Sermayenin yani sanatı finanse eden varsılların, devlet erkânının ya da aklî temele dayanmayan gelenek göreneklerin, dinin buyruklarına göre değil bağımsız,özgür düşünceli insanların üretecekleri gerçek sanat eserlerinin tüm dünyada etkili olacağı bir zamanın hayali bu. Şan şöhret elde etmek, para kazanmak ya da birilerini memnun etmek için değil, sadece kendi içindeki o sarsıcı duyguları neredeyse bir vecd hâlinde dışa vuran ve bunu yaparken de mümkün olan en etkileyici forma, biçime ulaşmaya çalışan sanatçıları hayal ediyorum, onlar ki biçimi öze, özü de biçime asla fedâ etmeyecek kadar gerçek sanatçılar olacaklardır. Evrensellik ilkesi gereği tüm insanlara hitâp eden, insanlığa ve genel olarak kâinata ilişkin sorunları ele alan ama bunu slogan atmadan,zarif bir şekilde gerçekleştiren , tıpkı kadife eldiven içindeki demir yumruk gibi, sahteliğin suratına inen bir sanat hayal ediyorum.
Yazımı, 2003'te gösterime giren, İspanyol yönetmen Achero Manas'ın "Noviembre" isimli filminden bir alıntıyla bitirirken, "Sanat Nedir?" isimli bu değerli kitabı, duyacağı cevaplardan korkmadan soru sorma cesaretini gösteren herkese öneriyorum.
"Bugün tiyatro ve genel olarak sanat gerçekten kokuşmuş durumda. Ticaretin, yönetici odalarının pis kokusu, devlet memurları, ticaret, reklamcılık, âdet, konfor, boş zaman, can sıkıntısı, bürokrasi ve yalan. Sanat dışında her şey! Sadece sanat ticareti ya da sanat borsası veya sanat teşvikleri ticareti. Sadece bir başka banka hesabı, sayıları toplama sanatı… İnanıyoruz ki sanat insanların kalbini değiştirebilir, onlara güç verebilir. Sanat insanlara yaşamı ve var oluşlarını hissettirebilir, sanat her erkeğin ve kadının ruhuna erişebilir. Sanat toplumsal şuur getirir, bizleri daha iyi insan yapar. Sanat evrensel olabilir, sınırsız, dinden bağımsız ve ırktan bağımsız. Sanat bir silah olabilir,ama bir dekor asla, gerçek bir silah. SANAT GELECEKLE YÜKLÜ BİR SİLAHTIR."
Erkan Doğan
"Dikkatle baktığınızda halk yığınlarındaki cehaletin genel olarak düşündüğümüzün tersine, okul ya da kitaplık eksikliğinden değil, kiliseye ya da yurt sevgisine duyulan kör inançlardan kaynaklandığını görürsünüz; bütün sanat kolları tarafından dur durak bilmeksizin üretilen kör inançlara gömülmüştür halk boğazına dek." L. N. Tolstoy
Bir an için sanatın yeryüzünden yok olduğunu düşünün. İçimizi târifi mümkün olmayan bir hüzünle ya da tüm benliğimizi yaşam sevinciyle sarsan bir neşeyle dolduran şarkıların, koltuğumuzdan kalkmamıza bile gerek kalmadan dünyanın öbür ucundaki bir öykünün içine dalıvermemizi sağlayan filmlerin, piyeslerin olmadığını… Dakikalarca karşısında hayranlıkla bakakaldığımız tabloların, görkemli heykellerin, anıtların olmadığını düşünün. Sayfalarının arasında kendimizi kaybettiğimiz ve kendimizi bulduğumuz kitapları; o kitaplardaki öyküleri, romanları, şiirleri düşünün ve sonra da buharlaşıp yok olduklarını, hem de sonsuza kadar. “Eşya”nın tüm çeşitleriyle birlikte sadece işlevsel olarak mevcut olduklarını, işlevselliklerinin dışında estetik olarak bir değer taşımadıklarını düşünün. Elbiselerimizin, perdelerin, halıların, binaların ve diğer şeylerin sadece işe yararlık ilkesiyle dikkate alındığını ve sadece zanaatkârlık ürünü olduklarını düşünün. Böyle bir şeyin gerçekleşebilmesi olasılığı size pek de mümkün görünmüyor, değil mi? Evet; neyse ki, tarihi insanlık tarihi kadar eskiye uzanan sanat, varlığını her şeye rağmen sürdürüyor. Çünkü insanoğlu bu yaşlı gezegendeki varlığını her şeye rağmen sürdürmeye devam ediyor. Ve insan var olduğu müddetçe sanat da yaşamlarımızı güzelleştirmeye devam edecek. Sadece güzelleştirmekle de kalmayıp kendimizi ve başkalarını anlayabilmemizi, kendimizi ifade edebilmemizi ve diğerleriyle iletişim kurabilmemizi sağlayacak. İşte tam da bu yüzden, yazımın başında çizdiğim o ürkütücü resimden korkmamız için henüz çok erken.
Lev Nikolayeviç Tolstoy’un on beş yıllık yoğun çalışmasının ürünü olan "Sanat Nedir?" isimli yapıt, insanlık için böylesine önemli yeri olan sanatın ne olması ya da ne olmaması gerektiği üzerine kaleme alınmış olan muhteşem bir eserdir. İlk kez 1897'de Rusya'da yayımlandı. Fakat Rusya'da sansüre uğrayan kitap bir yıl sonra yani 1898 yılında sansürsüz olarak Londra'da İngilizce olarak yayımlandı. Türkiye’de ise ilk olarak Eylül 2007'de Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi kapsamında Mazlum Beyhan çevirisi ile yayımlandı. "Sanat Nedir?" ömrünün son otuz yılını kuramsal çalışmalara adayan Tolstoy'un üzerinde en çok çalıştığı yapıtıdır ve diğer yapıtları arasında ayrı bir önemi olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Zirâ, "Anna Karenina" ve "Savaş ve Barış" gibi dünya edebiyatının büyük romanlarına imza atan L. N. Tolstoy'un hem sanatçı hem de düşün adamı kimliğiyle sanat kuramı gibi çok önemli bir konuda kaleme aldığı cümleler, sanatla ve sanatın işaret ettiği hayatla ilgili olarak "bir derdi olan" her insanın mutlaka okuması ve üzerinde uzun uzun düşünmesi gereken bir eserdir.
Tolstoy, ilk olarak, uğruna onca özverilerde bulunulan, çok sayıda insanın küçümsenemeyecek emeği ile var olabilen ve önemli miktarda paraya mâl olan sanatın ne olduğu sorunsalını analiz etmeye başlamadan önce, başka düşünürlerin bu konudaki önermelerini ele alıyor. Genel kanının sanatı “güzel” kavramına indirgediğini ve sanatı "güzel" ile özdeşleştirdiğini belirten yazar, bu kavramın son derece muğlak olduğunu ve aradığımız cevabın burada saklı olmasının mümkün olmadığını belirtiyor. Zirâ Baumgarten, Kant, Hegel, Taine, Guyau gibi çok sayıda ismin “güzel” konusunda çok sayıda çözümleme yaptıklarını ama bunun muammâyı ortadan kaldırmadığı gibi her şeyi daha da içinden çıkılmaz bir duruma getirdiğini belirtiyor. Bunu kanıtlamak için de Alman estetikçi Schassler, Fransız yazar Veron, estetiğin kurucusu Baumgarten, Shaftesbury gibi düşünürlerin "güzel" tanımlarını estetik kuramcılarından yaptığı alıntılarla okura sunuyor. Bu isimlerden bazıları mistik bir estetik anlayışla konuya yaklaşırlarken bazıları da konuyu öznel bir alana taşıyarak "zevk" unsurunu ön plana çıkarıyor. Bir başka grup meseleye fizyolojik açıdan yaklaşırken bir diğeri ise “güzel” kavramından bağımsız olarak "hoş bir izlenim yaratma yeteneğindeki kalıcı ya da geçici nesnelerin yaratısı" olarak tanımlıyor sanatı.
Sonuçta temel olarak iki farklı “güzel” tanımı karşımıza çıkıyor. Bunlardan ilki mistik bir temel üzerine kurulan ve güzel anlayışını Tanrı kavramına bağlayan, fantastik bir yaklaşım. Diğeri ise öznel bir anlayışla meseleyi “hoşlanılan şey” anlayışına indirgiyor. Sürece baktığımız zaman estetik biliminin kurulduğu yıllarda “güzel” e metafizik bir anlam verildiği ama zamanla deneysel hatta fizyolojik bir anlayışın egemen olmaya başladığı görülüyor. Bu anlayışın doğal sonucu olarak da “ haz “ ilkesi sanat kuramlarının omurgasını oluşturmaya başlıyor. Fakat “bir muammâ olarak ‘güzel’ “ kavramı elimizde öylece duruyorken böylesine sisli puslu bir ilkeyi sanatın temeli, amacı ve anlamı olarak görmek bazı tutarsızlıklara neden oluyor ve sanatın özünün ne olduğu ya da ne olması gerektiği sorusunu iyice çıkmaza sokuyor.
Bu noktada L. N. Tolstoy, sanatın bir haz aracı değil insan yaşamının koşullarından biri olması gerektiğini belirtiyor. İnsanların birbirleriyle ve her şeyden önce kendileriyle ilişki kurabilmelerinin araçlarından biri olarak sanatın sadece bir temaşâ aracı olamayacağını belirten yazar duygu aktarımının önemi üzerinde duruyor. “Gerçekte ya da düşleminde acı, korku, haz…gibi duygular yaşayan birinin bu duygularını başkalarının da yaşaması için tuvale ya da mermere yansıtmasının” sanatın en önemli işlevlerinden biri olan duygu aktarımını sağladığını ve bunun sonucu olarak da insanlar arasında duygudaşlık köprülerinin kurulabileceğini belirtiyor. Eğer konuya bu açıdan yaklaşacak olursak, sanatı bir eğlence aracı, oyalanmamızı sağlayan “şey”lerden biri ya da haz ve neşe kaynağı olarak görmekten ziyâde, sanatı insan var oluşu için bir temel ihtiyaç olarak değerlendirmeye ve konunun önemini daha iyi kavramaya başlarız.
"Yüce olan"dan "sıradan"a giden yol…
Tolstoy kitabının altıncı bölümünde, sanatın sadece insana haz vermesi ve “iyi vakit geçirtebilmesi” gibi koşullara nasıl ve ne zamandan beri indirgendiği sorunu üzerine eğiliyor. Soruna dinsel bir bakış açısıyla yaklaşan yazar, toplumların ahlakî konularda dinsel bir bilinçle yargıda bulunduklarını belirtiyor. İnsanlığın “yüce”ye doğru olan yolculuğunda dinin tarihsel önemini vurgulayan yazar, insanlığın zihinsel olarak gelişmesinin en önemli basamaklarından birinin din olduğunu ifade ediyor. Her konuda olduğu gibi sanat konusunda da neyin iyi neyin kötü olduğunun da yine dinsel bir bilinçle irdelendiğini söyleyen yazar, bu noktada Hristiyanlıkla ilgili olarak bir çözümlemede bulunuyor. Çünkü yazara göre sanatın bugün geldiği nokta aslında Hristiyanlık anlayışındaki bu değişiklikle doğrudan ilintili.
Yazara göre Hristiyanlığın ilk dönemlerinde İsa’ya sevgi duymaya ve çileli yaşamı için ona acımaya , dünya nimetlerini önemsememeye dayalı bir anlayış hâkimdi. Dinin böylesine bir anlayışa sahip olduğu dönem daha sade-yalın ve insancıldı. Ama zamanla yazarın puta taparlıkla eş tuttuğu kilise Hristiyanlığı anlayışının egemen olmasıyla birlikte din ve buna paralel olarak sanat kavramları erozyona uğramaya başladı. Paganist etkilerin açıkça görüldüğü bu dönem yazara göre gerçek İsa öğretisinin çarpıtılmış bir biçiminden başka bir şey değildi. Ama buna rağmen “bu çarpıtılmış öğreti” üzerinde gelişen sanat yazara göre gerçek sanattı çünkü halkın dinsel dünya görüşüne denk düşüyordu. Orta Çağ sanatçılarının ortaya koymuş oldukları yapıtlar için de aynı tespit geçerlidir. Ancak Avrupa toplumlarının varsıl ve eğitimli kesimlerinin kilise Hristiyanlığına şüphe ile yaklaşmaları, geçmiş zamanların eserleri ile tanışmaları ve sahip oldukları imkanları kullanabilme potansiyelleri önemli bir kırılma noktası meydana getirdi. Varsıl kesim dinin özünden daha çok biçimsel hâline uydular ve/ya uyar gibi göründüler. Çünkü hem toplumsal koşullar bu konuda açıkça tavır almayı güçleştiriyordu hem de mevcut düzenin devam etmesi onların çıkarları açısından gerekliydi. Böylelikle kilise buyruklarına körü körüne inanan halk yığınları ve dinin sadece biçimsel buyruklarına uyum sağlayan, eğitimli, varsıl ve varsıl oldukları için sanat üreten ve sanata destek olan kesim olmak üzere ikili bir gruplaşma ortaya çıktı.
Kilise Hristiyanlığını reddeden egemen sınıflar dinin özüne de dönemiyorlardı. Çünkü yazara göre "tüm insanların eşitliğine ve kardeşlik öğretisine dayanan gerçek Hristiyanlık" onların ayrıcalıklarını yadsıyan bir öğretiydi. Böylelikle herhangi bir dinsel dünya görüşünden mahrum kalan bu kesim yaşamın anlamını haz duymada bulan “putperest” dünya görüşlerine uygun bir sanat ve bilim anlayışı geliştirdiler. Bu anlayışın felsefi ve bilimsel altyapısı hazırlandı. Özellikle, 1750’ de Baumgarten öncülüğünde estetik bilimi adı altında yapılan çalışmalarla sanatın ne olması gerektiği ve özünü neyin oluşturduğu gibi sorular “haz, zevk, mutluluk” gibi kavramlarla açıklanır hâle geldi. Ve yazarın da belirttiği gibi sanat önemli bir iş olmaktan çıkarak sadece “başıboş takımının eğlencesi” hâline geldi.
Sanatı üreten ve sanatı destekleyenler Avrupa toplumlarının varsıl kesimleri olduğu için ve “sanatın ne olduğu” sorusuna da cevabı bu kesim verdiği için üretilen yapıtlar da doğal olarak onların beğenilerine hitâp edecek şekilde üretildi. Sanatın üretimi ve icrâsı için emek sarf eden halk yığınları ve onların yaşamları, duyguları bu yapıtlarda kendisine yer bulamadı. Sanat “ürün”lerinin “tüketicileri” ironik bir şekilde halkın büyük çoğunluğu değil sadece egemen azınlık oldu. Giderek biçim her şeyin önüne geçmeye ve neredeyse tek değerli kriter hâlini almaya başladı. İçerik giderek anlamsızlaşmaya başladı. Zirâ anlaşılmazlık neredeyse bir sanatsal erdem olarak kabul görmeye başladı.
Yazar, kitabında, sanatın geldiği noktayı göstermek açısından Baudlaire, Verlaine, Mallerme’nin ve dekadan isimlerin eserlerinden alıntılar yaparak kendi sanat anlayışına göre bunları mahkum ediyor. Biçim fetişizmlerini ve yapıtlarının içeriksizliğini eleştiren yazar,neredeyse üreticilerinden başka ( ki bundan bile şüphelidir) hiç kimsenin anlamadığı bu eserlerin sanat eseri olarak değerlendirilmelerinin doğru olup olmadığı sorusunu ortaya atıyor.
Sanat kavramının zamanla içeriğinin boşaltılması ve yozlaştırılmasına rağmen varlığını sürdürebilmesini “sanat eseri gibi” eserlerin varlığıyla açıklayan yazar, bunun "ödünçleme, öykünme, şaşırtma, ilginç olma" gibi hilelerle sağlanabildiğini belirtiyor. Bu dört unsuru ayrıntılı bir şekilde açıkladıktan hemen sonra üreticilerin tüketicileri nasıl bir takım efektlerle yanılttıklarını ve "sanat eseri gibi" olan eserlerin nasıl gerçek sanat olarak kabul gördüğünü açıklıyor. Dolayısıyla, neredeyse belirli biçimlerde formüle edilen sanatın! âdeta laboratuvarlarda üretilen bir ilaç gibi pazarın gereksinimlerine göre üretildiğini belirten yazar, hazır reçetelere göre üretilen taklit yapıtların gerçek sanat yapıtlarının yerini işgâl ettiğini iddia ediyor.
Tolstoy, eserinin on ikinci bölümünde sanatın yozlaşmasına neden olan diğer faktörleri analiz ediyor. Temel olarak üç faktörü ön plana çıkaran yazar, ilk olarak profesyonellik meselesini ele alıyor. Sadece ürettiği eserlerle geçimini sağlayan ve bunun dışında başka bir işle uğraşmaktan kaçınan sanatçıların kendi kendilerini hayattan izole ettiklerini ve bu yalıtılmışlığın onların zihinsel dünyalarını ve yaratıcılıklarını körelttiğini belirtiyor.
İkinci olarak sanat değerlendirmesi ve sanat eleştirmenleri meselesini irdeleyen yazar, eleştirmenlerin var oluş nedenini sorguluyor. Eğer eleştirmen sanatı açıklamak için varsa, ele alınan eserin asla sanat eseri olamayacağını çünkü gerçek sanat eserinin açımlanmaya ve izâh edilmeye gerek duymayacağını belirtiyor. Beri yandan, sanat eleştirmenlerinin ve otoritelerin yazıp çizdikleriyle insanların beğenilerini iğdiş ettiklerini, ve göklere çıkararak genç sanatçılara örnek olarak sundukları eserlerle taklit yapıtların önünü açtıklarını örneklerle açıklıyor.
Üçüncü ve son olarak sanat okulları meselesini ele alan yazar, bir mesleğe dönüşen sanatın belirli formüllerinin ve yönteminin öğretildiği sanat okullarının gelinen noktada çok önemli payı olduğunu ifade ediyor. Ancak sanatçının yaşadığı özel bir duygunun diğer insanlara aktarımının bu okullarda öğretilebilmesinin mümkün olmadığını ve bu okullarda sadece “sanat eseri gibi” eserler üretebilmenin hilelerinin öğretilebileceğini belirtiyor. Bu okullarda, ideal olarak sunulan akımların ve bu akımların idol olarak kabul edilen isimlerinin yapıtları merkeze konacağından ve buna paralel olarak öğrenci yetiştirileceğinden, çok sayıda genç sanatçının-sanatçı adayının daha erken yaşlarında sanatsal beğenilerinin ve algılarının çarpıklaştırılacağını iddia ediyor.Hristiyanlığın tarihsel süreç içerisinde yalın ve insancıl özelliklerini yitirmesi, bunun yerini yazarın neredeyse puta taparlıkla eş değerde gördüğü kilise Hristiyanlığının alması, toplumun egemenlerinin dinsel bilinçten uzaklaşmaları ve eski zamanların eserleriyle tanışmaları, ahlâki açıdan kendilerine yeni bir merkez belirleyememeleri ve giderek dünyevî tutkuları, hazzı yaşamlarının merkezine almaları, yozlaşmanın sanata olan yansıması sonucunda sanatın giderek içeriksizleşmesi ve biçimciliğin ön plana çıkması, sanatın yegâne öneminin haz verip vermemesi kriterine indirgenmesi ve tüm bu alt yapıya paralel olarak sanat kuramcılarının, estetik bilimcilerin, sanat eleştirmenlerinin ve sanat okullarının, kitle iletişim araçlarının olumsuz etkileri neticesinde sanatın gelinen noktada neredeyse, yokluğunun varlığından daha hayırlı olduğunu öne sürüyor Tolstoy. Öyle ki, kendi eserlerinin dahî gerçek sanat kategorisine konamayacağını söyleyen yazar, “Tanrı Gerçeği Görür” ve “Kafkasyalı Tutsak” isimli öyküleri dışındaki tüm yapıtlarının, eleştirmiş olduğu türün içinde olduğunu açık yüreklilikle belirtiyor.
Sanatın yozlaşmasının hayatın diğer alanlarındaki yozlaşmayla doğrudan karşılıklı etkileşim içinde olduğunu ve sonuçta ortaya sadece kötü yapıtların çıkmakla kalmadığını, insanların da ahlâki açıdan bir çöküntü içine girmeye başladıklarını belirten yazar, insanların kardeşlik öğretisine bağlı olarak bütünleşmelerinin, sanatsal üretimin ve sanatsal faaliyetlerin uzağında kalan halkın yaratıcı etkinliğin içinde doğrudan yer almasıyla mümkün olabileceğini, “özgünlük,açıklık ve içtenlik” ilkelerine uygun olarak üretilen eserler aracılığıyla insanlar arasında duygudaşlık köprülerinin kurulabileceğini ve insanlığın “yüceye doğru yaptığı yolculuğunda” sanatın asıl işlevinin de bu olması gerektiğini ifâde ediyor.
Sonuç ya da eleştirinin eleştirisi
"Doğrusal işaret bağlantıları veya yazara bağlı yazı konuşma bağıntısı arasında iki tek anlamlı uyum olmadığını açıkça görebiliriz ve bu çoklu referans taşıyan, çok boyutlu makinik kataliz de yoktur. Ölçek simetrisi, kesişim geometrisi, genişlemelerinin hastalıklı tutarsız karakteri,bütün bu boyutlar bizi ara değeri dışlama mantığından alıkoyar ve daha önce eleştirdiğimiz ontolojik binarizmi reddimizi güçlendirir." Felix Guattari
Şimdi, “Sanat kuramı ile ilgili bir yazıda bu alıntı da neyin nesi böyle?” diye sorabilirsiniz. Aynı soruyu ben de L.N. Tolstoy’un “Sanat Nedir?” isimli kitabının “sonuç” bölümünü okurken sormuştum. Çünkü Tolstoy, toplamda yirmi bölümden oluşan eserinin on dokuz bölümünde sanat kuramını analiz ediyorken, “sonuç” bölümünde çağının bilim anlayışını mahkûm ediyordu ve ilk bakışta sanat ve bilim arasındaki bağlantıyı kuramamıştım. Ama meseleye biraz daha geniş açıdan bakıldığında bilimin ve sanatın, insanlığın hakîkati kavrama isteğinin ve hem kendini hem de bir parçası olduğu bu muazzam kâinatı anlama çabalarının bir aracı olduğu gerçeği görülür. Sanki bir yap-bozun parçaları gibi hayattaki her şeyin diyalektik bir yapı içerisinde karşılıklı (doğrudan ve/ya dolaylı olarak) etkileşim içinde olduğunu anlarız.
Tolstoy, insanlığın geldiği noktada, bilimin insanlığı doğrudan ilgilendirmeyen konularda çalışmalar yaptığını belirtiyor. Özellikle deneysel ve doğal bilimlerin "sanat için sanat" kuramına benzer bir şekilde "bilim için bilim" kuramını benimsediklerini ve çalışmalarında egemenlerin hayatlarını kolaylaştıracak unsurlara önem verdiklerini belirtiyor. Laboratuvarlarda yapılan çalışmalarda, dünya halklarının refahı, mutluluğu gibi şeylerin sağlanmasına yönelik etkinliklerden çok tayf çözümlemesi yapmak ya da domuzbalıklarını kesip biçmek gibi şeylerle uğraşıldığını ifade ediyor. Tıpkı sanat alanında olduğu gibi bilim alanında da kalabalık insan topluluklarının ihtiyaçları ya da beklentilerinden çok azınlığı teşkil eden egemenlerin ihtiyaçları ve beklentileri doğrultusunda çalışmalar yapıldığını belirtiyor. Yazarın on dokuzuncu yüz yılda kaleme aldığı satırları okurken insan bugünkü durumu düşünmeden edemiyor. Bugün dünya nüfusunun yüzde yirmisi kaynakların yüzde seksenini tüketiyor. Dünyada askerî giderlere yapılan harcamalar "gelişmekte olan(!) ülkelere yapılan yardımlardan" on iki kat daha fazla. Her gün beş bin insan kirli içme suyu nedeniyle ölüyor, bir milyar insanınsa temiz içme suyuna ulaşma imkanları yok. Bir milyara yakın insan aç geziyor. Her yıl, dünyada reklama beş yüz milyar dolar harcanıyor. BM araştırmalarına göre bu rakamın yüzde onu, dünyadaki açlık sorununu büyük ölçüde gidermeye yeter. Ve böylesine bir manzarayla karşı karşıyayken bilimin, tekniğin ne kadar ilerlediğinden, teknolojik ilerlemeden vesâire bahsetmek sanatın günümüzdeki hâliyle insanlığa esenlik getireceğine inanmak kadar yerinde olur.
Modern sanat adı altında yapılan ve özellikle postmodern masallarla desteklenen sanat yanılsaması bir başka deyişle "sanat gibi"lik hâli, her geçen gün sanatın giderek yozlaşmasına hizmet ediyor. İnsanlar, sanat galerilerinden (özellikle de kendilerini eğitimli, aydın ve öncü olarak gören insanlar) "ayrıcalıklı oluşlarına ilişkin yeni bir diyet daha ödediklerini ve bu ayrıcalıklarını pekiştirdiklerini düşleyerek" ayrılıyorlar. Best-seller olarak sınıflandırılan kitaplar birkaç hafta boyunca konuşulduktan ve adı üstünde bol miktarda da satıldıktan ve tüketildikten sonra tarihin çöp sepetindeki yerini alıyor. Sinemalarda seyrettiğimiz (hatta bazen seyrederken uyuyakaldığımız) filmleri, üzerimizde herhangi bir etki bırakmadıkları için hemen unutuveriyoruz. Yaz aylarında binlerce insanı dans pistlerinde coşturan şarkılar bir sonraki mevsim çoktan ömrünü tamamlamış oluyor. Sahnelerdeki oyunlar ya geçmişin sanat tanrılarının gösteri peygamberliğine öykünüyor ya da ilerici hamleler yapmak adına giderek soysuzlaşıyor. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de sanatı destekleyen ve sanat üreten varsıllar ya taklit yapıtları finanse ediyor ya da daha vahimi sistemin dışladığı belli grupların “dramlarını, acılarını” ele alan yapıtları öne çıkarıyor. Ama bunu yaparken içtenlikten ve yalınlıktan uzak kaldıkları için bu ürünlerin tüketicileri de yine üreticileri ya da o sınıfa mensup insanlar oluyor. Bu konuyla ilgili olarak paylaşmak istediğim bir anekdot var.Geçtiğimiz yıl 8-12 Aralık tarihleri arasında “Documentarist- İstanbul Belgesel Günleri” kapsamında Salt Beyoğlu, Aynalı Geçit, Dutch Chapel ve Tütün Deposu/Cezayir mekanlarında belgesel gösterimleri yapıldı. “Hangi İnsan Hakları?” temasıyla düzenlenen festivale ilk gün dışında düzenli olarak katıldım. Gerçekten de sözünü sakınmayan, hem estetik hem de içerik olarak yetkin filmler seyrettim. Azınlıkların sorunları,emeğini satarak geçinemeyen sadece hayatta kalmaya çalışan yoksulların dramları, cinsel yönelimleri nedeniyle dışlanan insanların yaşadığı sorunları işleyen filmler vardı. Ama o salonlarda halk yoktu. Genel olarak şehrin iyi eğitim almış ve belirli bir sosyo-ekonomik grubun üyeleri oradaydılar, fakat ana dilini konuştuğu için baskı gören Berfin Teyze ya da Diyarbakır’ın çöplüklerinden çocuklarına yiyecek bulmaya çalışan Baran Amca orada değildi. Festivali düzenleyenler bunun kendi sorunları olmadığını ve kapılarının herkese açık olduğunu söyleyebilirler. Ancak bütün bir yazı boyunca ifâde etmeye çalıştığım şeyleri göz önünde bulunduracak olursak eğer, olup bitenlerin doğal sonucunun bu olacağını tahmin etmek çok da zor olmasa gerek. Bu konudaki ikinci anekdot da şu: Salt Beyoğlu’nda seyrettiğim bir filmin ardından biraz hava almak için dışarıya çıktığımda oradan geçmekte olan iki genç erkek mekana bakarak “Burada ne var acaba? “ şeklinde kendi aralarında konuşmaya başladılar. Bunlar öyle zannediyorum ki, asgarî ücretle günde en az on iki saat çalışan çocuklardı ve içeri girip bakmaya çekiniyor, hatta korkuyorlardı. Çünkü mekan onları çekmiyor aksine itiyordu. Derken bir tanesi tüm cesaretini toplayıp içeri girmek için hamle yaptı ama arkadaşı kolundan çekerek onu oradan uzaklaştırdı. İçeri girselerdi bile güvenlik görevlilerinin ve katılımcıların kendilerine pek de hoş gözle bakmayacaklarını tahmin etmek çok mu acımasızca olur? Hiç sanmıyorum…
Bilim ve sanat meselesine dönecek olursak, Peter Medawar’ın 1968’deki “Bilim ve Edebiyat” isimli konferansından bir alıntı yapmak yerinde olur diye düşünüyorum:
"Stil en önemli amaç hâline gelmiştir., hem de nasıl bir stil! Benim için bu, havalı ve yüksekten yürüyen, kendini beğenmişlikle dolu, bir baletin alkış almak için daha önce üzerinde çalışılmış yapay duruşlarında yükseldiği gibidir. Modern düşüncenin kalitesi üzerinde içler acısı bir etkisi olmuştur."
Hal böyle olunca da ortalık Guattari’ninkilere benzer akademik, bilimsel! makalelerle dolup taşıyor,içeriksizliği ya da içerikteki sahteliği örtmek için anlaşılamazlık kılıfına sarılıp sarmalanmış makalelerle…
Tolstoy'a göre bilim de tıpkı sanat gibi var oluş nedenine uygun bir biçimde ele alınmalı ve belirli bir sınıfın çıkarları ve beklentileri üzerinde değil halkın hayatını kolaylaştıracak şekilde gerçekleştirilmelidir. Sanat, ona göre; özgün,içten ve yalın olmalı, bu sayede sanatçının gerçekte ya da düşlemlerinde hissettiği bir duyguyu ve/ya düşünceyi diğerlerine aktarabilmelidir. Bunu yaparken her şeyden önce o duyguyu kendi içinde sanatsal bir form içinde yeniden yaratmalı ve bunu yaparken de içten olmalıdır. Sanat, tüm halka hitâp edebilmeli, sanatın icrâ edilebilmesi için ter akıtan insanlar sanattan mahrum kalmamalı ,üretim ve etkinliklerde bizzat yer almalıdır. Sanatın içeriği dinsel bilinçle şekilleneceği için de evrensel kardeşlik ilkesine uygun şekilde üretimde bulunulmalı, insanlığın “yüce olan” a doğru yaptığı yolculukta sanat, var oluş gereğine uygun olarak işlevini yerine getirmelidir. Tolstoy'un bu konuda bize sunduğu reçete ruhânî bir reçetedir. Ona göre Hristiyan sanatı (ki kendisi bunu "günümüz sanatı" diyerek genelleştiriyor) Katolik olmak zorundadır.Bu sayede yazarın idealize ettiği Katolik sanat evrensel olmanın ve bütün insanları birleştirmenin kapısını aralayacaktır. Tolstoy, sanat kuramını dinsel bilinç üzerine inşâ ettiği için özünü yitirmemiş, yalın ve insancıl bir Katolik inancını da sanat anlayışının merkezine koyuyor. Yazar burada Hristiyan sanatını ikiye ayırıyor: İlki, dinsel bilinçten kaynaklanan duyguları aktaran dinsel sanat;diğeri de gündelik yaşama ilişkin,dünyadaki bütün insanların anlayabileceği duyguları aktaran,evrensel sanat. Bu çok önemlidir çünkü yazar, insanoğlunun ulaşabileceği en yüksek refah düzeyine ancak kendi aralarında birleştiğinde erişebileceğine inanır. İnsanoğlunun gönenç ve esenliğe ancak bütün insanların kardeşliğiyle ulaşabileceğini iddia eder. Bu görüşe şahsen katılmakla birlikte bir noktada itirazda bulunmadan edemiyorum. Günümüzün sanatının Katolik olmak zorunda olduğu fikrine itiraz ediyorum. Çünkü evrensel birliği, kardeşliği ve bütün dünya halklarının farklılıklarıyla birlikte bir uyum içerisinde hareket edebilmelerini sağlayacak olan şey bence ne Katolik ahlâkı olabilir, ne de bir başka dinin öğretileri. Gezegenimizdeki farklı inanış biçimlerini göz önünde bulunduracak olursak eğer herhangi bir dinin buyruklarına ve ahlâki öğretilerine göre sanat isterlerini belirleyemeyeceğimizi düşünüyorum. Tam da bu sebeple, sanat tüm dinlerden, ulusal prangalardan, sermayenin taleplerinden ve otoriter devletlerin baskıcı yönetimlerinden âzâde olabildiği ölçüde gerçek sanat olabilir.Bu nedenle Tolstoy'un sanat anlayışına özü itibariyle katılıyor olsam da onun "dinsel bilinç"i ön plana çıkardığı noktalarda "sınıfsal bilinç"i anmadan edemiyorum, ki biz buna "enternasyonal" diyoruz, yâni Tolstoy'un söylediğinin kızıl renklisi.
Katolik inancı ile Hristiyan sanatını, Hristiyan sanatı ile de günümüz sanatını eş değer tutan yazarın bir Batılı hastalığı olan Oryantalizm sularında seyrettiğini düşünüyorum. Evrensellik iddiası olan bir düşünürün tüm dünyaya reçete olarak Katolik sanatı salık vermesi bana tutarlı gelmiyor. O, her ne kadar Hristiyan sanatını iki alt başlığa ayırarak ikinci kategoriyi kısmen de olsa dinden bağımsız olarak ele alıyor ve gündelik duyguların herkesçe anlaşılabilirliği ilkesinden bahsediyor olsa da, bu başlığı da Hristiyan sanatı üst başlığına bağlıyor oluşu bence sorunlu bir yaklaşım.Tolstoy’un Marksizme karşı olan mesafeli duruşu ve dünyevî zevkleri ve hazzı ön plana çıkaran nesnel sanat kuramını toptan reddediyor oluşu nedeniyle elinde kalan tek enstrüman din ve Katolik inancı. Ama buna rağmen kitabın geneline baktığımızda yazarın emekçi halka olan sevecen yaklaşımı ve evrensel kardeşlik ilkesine verdiği değer ve egemenlerin değil halkın çıkarlarını ön planda tutuşu neredeyse onun Katolik bir komünist olduğunu düşünmemize yol açıyor. En azından kendini “Sol” da tanımlamalarına rağmen sadece kendi gemisini kurtarmaya çalışanlarla kıyaslanmayacak kadar tutarlı, içten ve sahici bir sanat kuramı koyuyor ortaya Tolstoy…
Ben; sanatın, dünyayı değiştirmek için sahip olduğumuz araçlardan biri ve en önemlisi olduğuna inanıyorum. Nüfusun çok küçük bir kesiminin üretici ve katılımcı olarak “tükettiği” bir sanat anlayışından çok, tüm insanların hem üretim hem de üretilenlere ulaşımı anlamında eşit oldukları bir zamanın hayalini kuruyorum. Sermayenin yani sanatı finanse eden varsılların, devlet erkânının ya da aklî temele dayanmayan gelenek göreneklerin, dinin buyruklarına göre değil bağımsız,özgür düşünceli insanların üretecekleri gerçek sanat eserlerinin tüm dünyada etkili olacağı bir zamanın hayali bu. Şan şöhret elde etmek, para kazanmak ya da birilerini memnun etmek için değil, sadece kendi içindeki o sarsıcı duyguları neredeyse bir vecd hâlinde dışa vuran ve bunu yaparken de mümkün olan en etkileyici forma, biçime ulaşmaya çalışan sanatçıları hayal ediyorum, onlar ki biçimi öze, özü de biçime asla fedâ etmeyecek kadar gerçek sanatçılar olacaklardır. Evrensellik ilkesi gereği tüm insanlara hitâp eden, insanlığa ve genel olarak kâinata ilişkin sorunları ele alan ama bunu slogan atmadan,zarif bir şekilde gerçekleştiren , tıpkı kadife eldiven içindeki demir yumruk gibi, sahteliğin suratına inen bir sanat hayal ediyorum.
Yazımı, 2003'te gösterime giren, İspanyol yönetmen Achero Manas'ın "Noviembre" isimli filminden bir alıntıyla bitirirken, "Sanat Nedir?" isimli bu değerli kitabı, duyacağı cevaplardan korkmadan soru sorma cesaretini gösteren herkese öneriyorum.
"Bugün tiyatro ve genel olarak sanat gerçekten kokuşmuş durumda. Ticaretin, yönetici odalarının pis kokusu, devlet memurları, ticaret, reklamcılık, âdet, konfor, boş zaman, can sıkıntısı, bürokrasi ve yalan. Sanat dışında her şey! Sadece sanat ticareti ya da sanat borsası veya sanat teşvikleri ticareti. Sadece bir başka banka hesabı, sayıları toplama sanatı… İnanıyoruz ki sanat insanların kalbini değiştirebilir, onlara güç verebilir. Sanat insanlara yaşamı ve var oluşlarını hissettirebilir, sanat her erkeğin ve kadının ruhuna erişebilir. Sanat toplumsal şuur getirir, bizleri daha iyi insan yapar. Sanat evrensel olabilir, sınırsız, dinden bağımsız ve ırktan bağımsız. Sanat bir silah olabilir,ama bir dekor asla, gerçek bir silah. SANAT GELECEKLE YÜKLÜ BİR SİLAHTIR."