20 Mart 2013 Çarşamba

Halk günlerinde tiyatroya giden Nurhayat Güneş, halk gibi yazıyor!

TURGUT ÖZAKMAN'IN "OCAK"I SICAK...

Nurhayat Yılmaz Güneş
18 Mart 2013

Kendisi hakkında 2005'den önce de iyi kötü bilgi sahibi olduğum ancak "Şu Çılgın Türkler" romanıyla daha yakından tanıyıp benimsediğim değerli yazarımız Turgut Özakman’ın yazdığı, Yıldırım Fikret Urağ'ın yönettiği "Ocak" adlı oyunundayız. Sene 2013... Mart'ın 14'ü... Günlerden Perşembe... Yani yine bir halk günü ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın (İBBŞT) Anadolu yakasındaki en sıcak sahnesi Üsküdar Musahipzâde Celâl'deyiz...

Tiyatrodaki yerlerimize oturduk... Oyunun başlamasına beş dakika kala, oyunda evin büyük oğlu Nihat'ı canlandıracak olan Erkan Sever sahnede belirdi. 12 Mart 2013 tarihinde yaşamını yitiren  İBBŞT ve Yeşilçam'ın unutulmaz oyuncusu ve seslendirme sanatçısı Dinçer Çekmez için seyirciyi bir dakikalık saygı duruşuna davet etti. Sanatçısına samimiyetini, saygıyla karışık sevgisini hiç esirgemeyen vefakâr Türk tiyatro seyircisi, Erkan Sever'in cümlesi biter bitmez ayaktaydı. Ben, bazıları gibi bu saygı duruşlarını "Batı âdeti" diyerek kınamam. Ancak, bu durumu kendime uydurur ve ayakta saygı duruşu vaziyetinde üç "İhlas" bir "Elham"ı merhumun ruhuna gönderirim.  

Saygı duruşunun ardından oyunun başlamısına bir iki dakika kala, fondaki radyo spikeri, Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun kurulmasının ardından, Türkiye'nin ortaklık için 31 Temmuz 1959'da topluluğa yaptığı başvurudan ve Avrupa Ekonomi Topluluğu ve ona katılmamız hâlinde getirilerinden bahsetmektedir.

Ve oyun başlar...

Oyun, adından da anlaşılacağı gibi, "baba ocağı"nda geçiyor. Belki ocak ibaresinden, mutfak kavramına varanlar da olacaktır. Evet, dekor, mutfağı da kapsıyor. Bize, bizim kültürümüze pek uygun olmayan, "salonla iç içe" olması nedeniyle, Amerikan stili mutfak tanımına daha uygunca. Bize uygunluğu, salonun ve onun kapsamındaki mutfağın eski, eskimiş olması... Bize uygunluğu, alüminyum tencereler, melamin tabaklar... Biz uygunluğu, dolapların, çekmecelerin dökülüyor olması... Bize uygunluğu, en gözde giffen malı patatesin sürekli olarak pişiyor olması...  Bize uygunluğu, mutfağı da kapsayan salonda, yokluk, yoksulluk, yoksunluk kokusu...

Oyun, 1960'ların Türkiye'sinde; dört çocuk, anne, baba ve anneanneden oluşan bir ailenin yaşamından bir kesit sunuyor. Tarık, evin babası, otomobil tamircisi, çalışkan, ailesine düşkün bir adam. Tarik, hayalperest olarak görünse de, hayalleri bile çalışmaya, her daim çabalamaya dairdir... Belki de, bu yüzden kurduğu bütün hayallere, evin bazı fertleri ilk başta ayak direse de, bir müddet sonra, kendilerini, bu hayalin gerçekleşmesi için çaba harcarken buluyorlar.

Evin annesi Safiye, yokluğa, yoksulluğa, yoksunluğa alışık, fedakâr bir eş, sevecen bir annedir... Onu tedirgin eden tek şey, bu yokluğun, onları bir gün dağıtacağı korkusudur... Ve bunun olmaması için, ekstra çaba sarf eden cefakâr Türk kadınıdır Safiye.

Evin ortanca oğlu Fazıl, evin diğer bütün fertlerince çalışmak ve ailesinin geçimini sağlamak amacıyla dünyaya geldiği düşünülen, ağabey, evlat, torun... Fazıl da, bu hususta diğerlerinden farklı düşünmüyor. Fazıl'ın kurduğu kısa süreli hayaller, babasının kurduğu hayallerden farklıdır. Babasının kurduğu hayaller, yine çalışma üzerineyken, Fazıl'ın hayalleri boş vermek üzerinedir. Fazıl'ın oyunda kullandığı birkaç replik çok dokunaklıdır. Evde yaşayan herkesi memnun etmek için uğraşmasının yanı sıra, çok çalıyor olması, dolayısıyla asabi ve bu nedenle sert söylemlerde bulunarak, aile fertlerini kırabiliyor. Ancak yine, aynı metotla durumu hemen kotarıyor ve onların gönüllerini yeniden alabilmeyi başarıyor. Oyunun unutulmaz repliği Fazıl'dan geliyor:

"Anne, ne istiyorum biliyor musun? Yemyeşil bir çayırda sırtüstü yatıp, dalga geçmek. Her şeye boş vermek."

Evin büyük oğlu Nihat, çocukluğunu hastalıkla geçirmesi nedeniyle, annesinin üzerine titrediği, kendince şımartıldığı, bu nedenle de, Fazıl'ın içerlediği ağabeyi. Nihat, Fazıl'ın aksine çalışmaktan hiç hoşlanmıyor. Girdiği her işten bir bahaneyle ayrılarak, evin bütün yükünü Fazıl ve babasına yüklemekten tuhaf bir keyif duyduğunu, zaman zaman çekip gitme söylemleriyle de, aileyi bir arada tutmaya çalışan annesinin zaafını kullandığını seyirciye düşündürtüyor. Bütün bu olumsuzluklarına rağmen, Nihat, evin neşe kaynağı, rengi ve yoksulluğa atılan bir tokat gibi... Aileyi kopma noktasına getiren bir iki hususta, onun hayatı ciddiye almayan esprileriyle durumu kurtaran,  Fazıl'ı anlayan ve  onun doğru olduğunu bilmesinin yanı sıra, ona eksikliklerini de göstererek, onu tamamlayan, model olmasa da, yol gösteren ağabey karakteriyle seyirciyi coşturuyor.

Evin küçük oğlu Özcan... Oyunun başlarında ailesinden utandığını düşündüğümüz Özcan, okula gidiyor. Sadece evle ilgili bir hususta kendisinden destek istendiğinde, mesela bakkala gitmesi gerektiğinde, ders kitaplarına gömülüyor. Özcan karakterini tam olarak yansıtabilmek için, biraz evin anneannesinden bahsetmekte fayda var. 1960'lar için "bunak" kavramını kullandığımız hastalık, günümüzde yerini "Alzheimer"a bıraktı. Evet, anneanne "Alzheimer" hastası. Bir paşanın konağında besleme olan anneanne, bugün kendisini "paşa karısı" olarak görmektedir. Ve o denli inanır ki buna, etrafındakilere, her fırsatta, "uşaklar" diye seslenir. "Misafir gelecekmiş, gümüş takımları çıkartın!" tarzı emirler yağdırır.

Özcan, anneannesinin "bunama" neticesi geldiği durumda anlattıklarına inanır ve arkadaşlarına kendisinin "paşa torunu" olduğunu söyler. Babası için alınan şarabı ağabeyi Nihat'la birlikte içtikleri bir akşam, Nihat ağabeyi kendisine, anneannelerinin "paşa karısı" olmadığı, paşa konağında besleme olduğunu açıklar. Özcan, bu  gerçekle ilk kez karşılaşır. Halbuki arkadaşlarına içki, sigara gibi alışkanlıklarının olmamasını parasızlığa değil, paşa soylu olması hasebiyle iyi aile çocuğu olmalarına bağlamasını sağlayarak, yoksulluğun ezen ağırlığından bir nebze de olsa kurtulmayı başaran Özcan'ın ilk defa şarap içerken karşılaştığı bu gerçeği kabullenmesi pek kolay olmaz.

Sevda. evin tek kızıdır... Bacağı topal olan Sevda, ailenin gözbebeğidir. Onun topallığını, aile içerisinde dillendirmemeye özellikle imtina edilir. Ağabeyi Fazıl, onun zarar görmemesi ve üzülmemesi için, elinden ne gelirse yapmaya hazırdır. Kız kardeşinin bakkala, çarşıya gitme bahaneleriyle saatçi çıraklığı yapan kara bir çocukla görüştüğünden haberdardır. Kardeşinin sakatlığı ve bu çocuğun sağda solda Sevda hakkında konuşması, Fazıl'ın bu çocuğa güvenmemesine neden olmuştur. Kardeşinin bu çocukla görüşmeye devam etmesi durumunda, daha çok üzüleceğini düşünen Fazıl, kardeşini, bir daha bu çocukla görüşmemesi ve bakkala, çarşıya gitmemesi üzerine sert bir şekilde uyarır. Kızının bir çocukla görüştüğünü bu şekilde öğrenen anne Safiye, yine ailenin gerginleştiği bir olayın ardından kızına bu çocuğu sevip sevmediğini, evlenmek isteyip istemediğini sorar. Kızından olumlu cevap alan fedakâr anne, zor günler için sakladığı bileziğini satıp parasını  kızına vermeyi teklif eder. Böylelikle sevdiği çocukla evlenmesine yardımcı olacaktır. Ancak o akşam, baba Tarık, yeni bir fikirle eve gelir. Dört bin lira bulabilirse, hurda bir otomobil alacağını, onu tamir edip taksicilik yapacağını ve böylece zengin olacaklarını açıklar. Fazıl, babasının bu fikrine katılmamaktadır... Oğlunun karşısında coşkusu azalan Tarık'ın çaresizliğine, eşi Safiye yetişir. Kızına söz verdiği bileziği, inanmamasına rağmen eşi Tarık'a verir. Oyunun en can alıcı sahnesi o ânda yaşanır. Sevda'nın hayal kırıklığı, beden dilinden çok iyi anlaşılır. Nokta ışığı sayesinde, bu durumun seyircinin gözünden kaçmasına engel olunur. Karı koca arasında duygusal ânların yaşandığı saniyelerde ışık, onlara arkasını dönüp odayı terk eden Sevda'nın üzerindedir.

Hurda otomobil satın alınır... Ancak, Fazıl'ın ve babasının bütün çabalarına rağmen çalışmaz. Ümitler tükenmek üzeredir. Babasının ümidini yitirdiği noktada Sevda, babasına asla vazgeçmemesini söyler. Kızını çok seven Tarık, soluğu yine tamirhanede alır.

Nihat'ın telkinleriyle kendisine çeki düzen veren Fazıl, görüştüğü çocukla evlenme hayalini yitiren Sevda'yı anlamaya ve onunla konuşmaya çalışır. Bu konuşma neticesinde Fazıl, Sevda'yı "babasına şarap alması" için çarşıya yollar.

Bir müddet sonra, bir paketle eve gelen baba, arabayı çalıştırmayı başardığını söyler. Pakette de Sevda'nın, babasından, zengin olduğunda almasını istediği guguklu saat vardır. Bu olup bitene sevinemeyen Fazıl, yüzündeki kederi gizleyemez. Herkesi büyük yeise düşürecek gerçeği açıklar: Sevda şarap almaya gitmemiş, sevdiği çocuğa kaçmıştır.

Bu haberle yıkılan Safiye, hastalanıp yatağa düşer. Evin işleri, evin erkeklerine kalır. Bu arada, hurda araba bekleneni getirmez; sürekli olarak arızalanır ve trafik cezası kesilir. Arabayı Fazıl kullanır. Nihat da, babasıyla tamirhaneye gitmeye başlar. Babası, onun istekli olduğunu düşünür... Ancak, onu çok iyi tanıyan annesi, oğlunun içindeki fırtınaları açığa çıkarmasını sağlar. Bu arada Tarık, hurda araba fiyaskosundan sonra çiftlik alma hayaline yönelir.

Fazıl, Sevda'nın gidişinden üç ay sonra, bir akşam eve geldiğinde, arabayla ilgili birtakım serzenişlerden sonra, babasının her şeyi satıp bir çiftlik alma ve çiftçilik yapma hayaline bir şartla dahil olacağını söyler... Şartı çiftliğe Sevda'nın da gelmesidir. Sevda pişmandır; sevdiği çocuk ona nikah kıymadığı gibi, hırpalamaktadır da... Tarık dışında herkes, Sevda'yı kucaklamaya hazırdır. Bir iki karşı koyuş ve itirazdan sonra, Tarık da, dışarıda bekleyen gözbebeğini kucaklar. Zengin olunamamıştır... Ancak, bütün aile yine bir aradadır.

Fazıl, babasına, çiftlik olayından çabuk bıkacağını, onda hayal kurma potansiyelinin bol miktarda olduğunu söyleyip, onu gaza getirerek, başka fikirlere açık olduğunu belirtir. Bunun üzerine baba, yeni hayalini açıklar... Her şeyi satıp bakkal açacaktır.

Baba Tarık'ı Hakan Güner, anne Safiye'yi Aslı İçözü, anneanneyi Mahperi Mertoğlu, evin büyük oğlu Nihat'ı Erkan Sever, evin ortanca oğlu Fazıl'ı Cengiz Tangör, evin küçük oğlu Özcan'ı Mehmet Soner Dinç ve evin kızını Mana Aksoy büyük bir efor ve müthiş bir beceriyle bize canlandırdılar.

Oyun boyunca dinlediğimiz, ruhumuza ziyafet gibi gelen Türk sanat ve Türk halk müziği parçalarının özenle seçildiği anlaşılıyor. Işık tasarımında neye, niye dikkat edilmesi hususu kusursuz... Emeği geçen herkesi kutlarım...

Oyuncuların seyirciyi selamlaması esnasında, fonda yine radyo spikeri; Avrupa Ekonomik Topluluğu Bakanlar Konseyi, Türkiye’nin yapmış olduğu başvuruyu kabul ederek üyelik koşulları gerçekleşinceye kadar geçerli olacak bir ortaklık anlaşması imzalanmasını önerdiği söz konusu anlaşmanın 12 Eylül 1963 tarihinde imzalandığını duyurmaktadır. 22 yıllık bir süreçten bahseden spikerin yine AET ile ilgili olumlu ifadeleri üzerine, oyuncular selamlamayı yarıda bırakıp, dekor içerisindeki kapıları da kullanarak kaçıştılar. Spikerin açıklamalarının sonlanmasıyla, selamlamalarına geri dönen oyuncuların coşkusuna diyecek yoktu... Hele hele anneannenin hoplaya zıplaya seyirciyi selamlaması kesinlikle görülmeli.

***

Bu arada, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), sonradan Avrupa Birliği (AB) adını almış bulunmaktadır. Hâlâ müzakereler ve uyum çalışmaları devam etmektedir. Son yıllarda ciddi krizler yaşayan ve AB'ye borçlanan üye ülkelerden Yunanistan, İspanya, İtalya, Portekiz iflâsın eşiğindedir. Ülkelerini satsalar ödeyemeyecekleri borç yükü altına girmişlerdir. Bu küçük anekdottan sonra, Özakman'ın AET'nin (ya da AB'nin) de hayal kırıklığı yarattığı hususuna "Ocak" adlı oyunla dem vurmasını takdire şayan buldum. Eğer savunduğumuz "tam bağımsızlık" ise, buna ekonomimizden başlamamız gerekir. Sizce de öyle değil mi?!