17 Aralık 2012 Pazartesi

"Makinist seees" / "Ümraniye Ümraniye olalı böyle zulüm görmedi"

Hilmi Bulunmaz
17 Aralık 2012

"Rosenbergler Ölmemeli Skandalı" imalatı sonucu, binalarındaki tabelalarını olmasa da, benim vicdanımdaki tabelasını değiştirip, "İstanbul Korsan Tiyatroları" (İKT) adıyla anmaya başladığım eski adı "İstanbul Şehir Tiyatroları" olan belediye işletmesi, tam bir evlere şenlik biçiminde yönetiliyor; saldım çayıra mevlam kayıra!

"BATI TİPLİ TİYATRO" ittirmesiyle Türkiye halklarına dayatılıp kakalanan İKT (Darülbedayi / Güzellikler Evi / Şehir Tiyatroları), benim, halkımın, tüyü bitmemiş yetimin verdiği ciddi vergilerle beslenmesine karşın, benim, halkımın, tüyü bitmemiş yetimin istemleri, istençleri, isterleri doğrultusunda değil, pembe sermaye temsilcileriyle yeşil sermaye temsilcilerinin arasında gidip gelen bir tenis topu gibi kullanılıyor; tamamıyla asparagaslaşmış hâlde!

Türkiye emekçi halkının estetik bilinci gelişsin diye değil, kıçı kırık sentetik burjuvaların yüzeysel estetikleri az daha desteklensin diye kurulan İKT, doğası gereği, diyalektik bir bilimsellik, Marksist bir bilinç, materyalist bir mantıkla değil, kapitalizmi ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek isteyen kişilerin istemleri, istençleri, isterleri doğrultusunda seçim yapıp, geçinip gidiyor; sen ben bizim oğlan!

Tiyatro sanatının, benim, halkımın, tüyü bitmemiş yetimin hak ve hukukunu savunup, o hakkı, o hukuku tiyatro sahnesinde de olsa gönendiren bir bilince, bir mantığa, bir bilimselliğe sahip olmayan İKT, oyun seçip oyun siparişi verirken, yani repertuvar belirleyip oyuncu alımı yaparken, tabii ki, o kıçı kırık sentetik burjuvazinin beğeni düzeyine göre ölçüt belirliyor; yani iyice düzey düşürüyor!

Ben, ne zaman ki, İKT sahnelerinden herhangi birinde biraz oyun izlemeye çalışsam, başım dönüyor, midem bulanıyor, tansiyonum büyük bir hızla yükseliyor. İKT sahneleri, en başta sahte duygular mimarı Shakespeare olmak üzere, tiyatroyu sanattan uzaklaştırıp, tiyatro sanatının içine iyice eden yazarlarca, sesini en ön sıradaki izleyici kitlesine bile insancıl bir biçimde aktarmayı beceremeyen oyuncularca, oyunları yönetmek için değil de, katletmek için eline kalem yerine âdeta kör ve paslı makas geçiren "asparagas tiyatro" yönetmenlerce hızla, hem de şimşek hızıyla işgâl ediliyor; ısrarla!

Becerinin "b"sinden, çevirmenliğin "ç"sinden, estetiğin "e"sinden, oyunculuğun "o"sundan, sanatın "s"sinden, tiyatronun "t"sinden, uyumun "u"sundan, yazarlığın ve yönetmenliğin "y"sinden, hattâ ve hattâ zanaatkârlığın "z"sinden zerre kadar hiç anlamayan Emre Koyuncuoğlu, bir gün yolda dalgın dalgın giderken, birden başına balkonun birinden minik bir saksı düşmüş ve böylece "bir Henrik Ibsen oyunu sahneleyeyim" demiş gibi bir görüntü çiziyor; bizce!

Alfabenin "a'sından z'sine kadar" hiçbir estetik bilinci bulunmayan Emre Koyuncuoğlu, sözüm ona yönettiği Henrik Ibsen'in "Hedda Gabler" adlı oyununu öyle haşin bir biçimde abuklaştırmış, öyle bir çabuklaştırmış, öyle bir yamuklaştırmış ki, ortada ne yazar Henrik Ibsen, ne "Hedda Gabler" oyunu,  ne de oyun kişileri ("Miss Juliane Tesman, Berta, Jorgan Tesman, Hedda Gabler, Mrs. Thea Elvsted, Judge Brack, Ejlert Lovborg") kalmış; asla!

Bu arada, aksesuar, çeviri, dekor, diksiyon, dramaturji, efekt, ışık, jest, kostüm, mimik, müzik, oyunculuk, yönetmenlik, yönetmen yardımcılığı... hiçbir şey, evet hiçbir şey yok oyunda. Hattâ ortada "oyun" denilebilecek bir şey yok; evet, asla ve kesinlikle oyun yok!

***

Ümraniye'deki salon, hiçbir yanıyla, tek bir tuğlasıyla bile tiyatro sanatı yapmaya elverişli bir salon değil. Tam 404 koltuğu bulunan salonda, müthiş derecede büyük bir akustik sorunu var. Özellikle 4. sırayla 7. sıra (4. 5. 6. 7. sıralar, yani tam dört sıra) arasındaki koltukların hiçbirinde, evet hiçbirinde, mikrofonla bile oynansa, hiçbir zaman için hiçbir ses duyma olasılığı yok. Bununla birlikte, yineliyorum, salonun bütün her yerinde son derecede büyük bir akustik sorunu var. Oyuncular, kendilerini yırtmış olsalar bile, aldıkları Shakespeareyen tiyatro eğitimiyle, doğal bir oyuncu gibi seslerini bana, halkıma, tüyü bitmemiş yetime duyuramazlar. Zâten onların da, bana, halkıma, tüyü bitmemiş yetime seslerini duyurma diye hiçbir dertleri asla ve kesinlikle yok. Her anlamda... Hem biçemsel olarak, hem biçimsel olarak, hem düşünce olarak, hem estetik olarak, hem fiziksel olarak, hem içerik olarak, hem ideolojik olarak, hem öz olarak, hem de tinsel olarak; niyet yok!

Oyunu izlemeye çalışırken (sözün gelişi "oyun" diyorum), içimde öyle sert, öyle korkunç, öyle büyük bir isyan duygusu birikti ki, belki onlarca, belki yüzlerce, belki binlerce kez "Makinist seees!" diye avazım çıktığı kadar bağırasım geldi. Ama ne yazık ki, sürekli olarak faşist darbeler almış olan ruhum, fiziksel başarımı büyük bir refleksle erteleyip, ânlık tepkimi imhâ etti. Ta ki, şu zamana (yazı yazmaya) dek. Şimdi, çok yüksek sesle ağır ağır bağırıyorum:

OYUNCULAR SEEES! EMRE KOYUNCUOĞLU SEEES! HİLMİ ZAFER ŞAHİN SEEES! KADİR TOPBAŞ SEEES!!!

Sahi, sizden reklâm adı altında avuç dolusu para (avanta, bahşiş, diş kirası, iane, iaşe, sadaka, sus payı) alabilen tamamıyla işlevsiz tiyatro dergilerinin sessizliğinden aldığınız cesaretle nereye (hangi uçuruma) kadar sürükleyeceksiniz İstanbul Korsan Tiyatroları'nı? Ümraniye'deki salonun içerisinde bulunan bir avuç insanın fısıltı hâlindeki isyanının kaynama sesini hiç duymuyor musunuz? 404 kişilik koskoca salonda, yarısı bile dolmayan, neredeyse dörtte biri zar zor, o da ancak bindirilmiş kıtayla (sanırım davetiye kıyağıyla) doldurulan salondaki insanlar sürekli biçimde şunu söylüyordu:

"Ne biçim bir oyun bu yahu? Bu oyundan hiçbir şey anlamadım! Oyunu hiç çözemedim; demek ben aptalım!! Bu oyun ne anlatmak istiyor? Norveçli Henrik Ibsen de çok kötü bir yazarmış canım!!!"

Daha bir sürü fısıltılı insan sesi ve ağır ağır yükselen isyan nefesi!

Ümraniye Ümraniye olalı böyle bir zulüm görmedi! 

Ümraniye'deki salonun her yeri tamamıyla dökülüyor. Muhsin Ertuğrul'un sözleriyle göz kamaştırmaya çalıştığınız fuayedeki o pislik ne öyle? Oyun izlemeye gelenlerin fuayede oturması için getirilmiş sandalyeler neden üst üste konup da, izleyicilerin ayakta kalmasına neden oluyorsunuz? Neden büfedeki adam ikide bir çay - kahve vs. içmemiz için çingene vapurundaki garsonlar gibi avaz avaz viyaklıyor? Tuvaletlerin daha temiz olması gerekmez mi? Muhsin Ertuğrul'un sözlerinin yazıldığı büyük panolardaki yazım yanlışları gözünüze batmıyor mu? Tiyatro dışındaki afişler, neden öyle bir düzensizlik içerisinde duvarlara âdeta serpiştirilmiş ki? Sahnenin döner kısmını o kadar çok geriye çekeceğinize, Silivri'ye yada Şile'ye neden inşa etmediniz ki? Zâten, "salla başı al maaşı" mantığıyla hareket eden sözüm ona "Henrik Ibsen'in Hedda Gabler oyuncuları" seslerinin incinmemesi için o denli fısıltıyla ses ekonomisi yapıyorlar ki, üstüne üstlük, sahnenizin döner kısmı "birkaç kilometre geriye" çekilince, izleyici, sessiz sinema izleyen çocuklar gibi, oyun hakkında tahmin yürütme yarışına giriyorlar.

Sözün özü: Benim, Coşkun Büktel'in, Feridun Çetinkaya'nın ve Sadık Medin'in bir pazar gününü tepe tepe katlettiniz. Hakkımı helal etmiyorum. Hakkım haram olsun. Benim elime bir oyun tanıtmalığı veriyorsunuz ve üzerinde "Henrik Ibsen" yazıyor; ancak oyunda Henrik Ibsen yok! Tanıtmalıkta "Hedda Gabler" yazıyor; oyunda Hedda Gabler yok! Tanıtmalıkta "Miss Juliane Tesman, Berta, Jorgan Tesman, Hedda Gabler, Mrs. Thea Elvsted, Judge Brack, Ejlert Lovborg" yazıyor; yok! Oyun? YOK!

Ya ne var?

Koskoca bir hiç... 404 kişilik salona gelme cesareti gösteren yüzü aşkın küçük bir topluluğun zamanının üzerine çizilen üç harfli bir sözcük; piç... Oyun diye pazarlanmasına karşın sadece bir "kiç"...