24 Kasım 2012 Cumartesi

LİNÇ KAMPANYASI imzacısı Kemal Kocatürk kocaman lâf etmiş!

Oyun'un notu: "Theope" adlı oyunun yazarı ve "Ölüleri Gömün" oyununun çevirmeni Coşkun Büktel'le Bulunmaz Tiyatro - İstanbul Genel Sanat Yönetmeni Sosyalist Sanatçı Hilmi Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarını ilelebet ilga ve imhâ etmek için düzenlenmiş ve tam tamına 1100 KİŞİLİK KİŞİLİKSİZ ALÇAK KİŞİ tarafından imzalanmış LİNÇ KAMPANYASI için imza verenlerin otağı www.herkesetiyatro.com sitesinden alıp, olduğu gibi aşağıya aktardığımız yazı, okunamayacak kadar berbat bir hâldeydi. Bu berbat yazıyı okunur hâle getirmek için, yedi dereden su getirdik. Yazının özgün berbat hâlini okumak isteyen okurlar, yazının en altında vermiş olduğumuz linke tıklayabilirler!

***

CAN TARLASI'NDA BİR KEMAL...

Çok beğendiğim oyundan çıkarken, aklımda tek bir şey vardı, yönetmeni bulup konuşmak, daha çok soru sormak. Oyun Atölyesi'nin kafesinde tanışıyoruz Kemal Kocatürk ile... Can havliyle, Can Tarlası'nı izlerken takıldığım yerleri soruyorum. İzleyiciye geçen duyguları durumları tartışıyoruz... Sanırım ilk etapta şaşırıyor aklımdakileri bir çırpıda söyleyivermeme. Sonra başlıyoruz söyleşimize...

Neşe Güven - İktisat dördüncü sınıftayken ne oldu da konservatuvar okumaya karar verdiniz?

Kemal Kocatürk - Bir toplumun yarıya yakını mutsuz ve hayatından şikâyetçiyse bunun üzerinde mutlak durulmalıdır. Bu mutsuzluk üreten mekanizmanın siz de bir parçası olur ya da bunun dışında kalmayı seçersiniz. Öyle bir memleket ki, gençlerinin büyük bir bölümü olmak istediğini olma hakkına sahip değil. Neden? Sistem böyle. Bu toplumda gençlerin büyük bir bölümü okumak istediği okullara giremez ya da girmesinin önünde sayılamayacak kadar sosyo-ekonomik ve kültürel problem yığını vardır ki onları aşabilenlere de şanslı gözüyle bakılır. Bu "şanslı"ların bir bölümü doğuştan "şanslı"dır, bir bölümü de zorlamayla, başka bir bölümü de "şans"ını kendi yaratanlardır. Ben ise, "şans"ını kendi yaratanlar bölümünde yer aldım hep ve hâlâ da o kısımda yer alıyorum galiba. İlkokul yıllarımdan beri "oyunculuk, tiyatro" benim için çok özel ama bir o kadar da kendiliğinden olan bir hadiseydi. İlkokul yıllarımda babamın marangoz atölyesinde ona yardım ederdim. Zaman zaman da işten kaytarır top oynamaya koşardım. Bu kaytarmalar neticesinde de babamdan ciddi zılgıtlar yerdim. Bu kaytarmalarımın hoş karşılanabilmesi için oyunculuğun taklit kısmını o vakitlerde kullanmayı keşfettim. Ne vakit kaytarsam, akşam eve dönerken mutlaka mahalleden birilerinin taklidini yaparak eve girerdim. Bu babamın çok hoşuna gider ve bana bu taklidi defalarca yaptırır, kaytarmamdan kaynaklanan kızgınlığını da unutur giderdi böylece. Bu artık babam ve arkadaşlarının doğal bir eğlencesi haline dönüşmüştü. Mahallede taklidini çıkarmadığım esnaf, abi, amca kalmamıştı. Mahallenin bütün ağır abilerinin bile karizmaları sayemde iki dakikada çizilir hâle gelivermişti. Bu durum, kaytarmalarımın hoş karşılanmasının yanı sıra bana keseyi doldurmak için de bir fırsat yaratmıştı. Oyunculuktan ilk kazancım da bu yıllara rastlıyor galiba. Çünkü herkes birbirinin taklidini yaptırmak istiyor, azıcık da durumların abartılmasını fıştıklayarak karşı tarafı kızdırmayı amaçladığı için de ciddi ciddi bir rekabet oluşuyor ve bu rekabetten de ben kazançlı çıkıyordum. Kısacası bir baktım ki mahallenin "soytarısı" oluvermişim. Lise dönemine değin bu böyle gitti. Lise yıllarımdaki edebiyat hocam, gerçek anlamda tiyatro ile tanışmama aracı oldu. Lisenin tiyatro kolunda faal bir öğrenci oluverdim ve bu taklitten gelme rol yapma yeteneğimi tiyatronun disiplinine sokmakta pek zorlanmadım. Üniversite yıllarımda da amatör tiyatro topluluklarının yanı sıra okul tiyatrosunda da çalışarak bu konuda zenginleşmeye başladım. Ticaret lisesi geçmişli olarak iktisat okumak, birçok kişinin idealini süsleyen bir durumdu. O yıllar benim de süslüyordu. Yani ben de "süslü idealisttim". Gel gör ki okulun bitmesine yakın, içimi bir ürpertiyle birlikte bir korku sarmaya başladı. Kendimi, bir masa başına tıkılmış, kel kafalı, koca göbekli bir adam olarak hayal etmeye başlayınca bu korkum daha da büyüdü. İstanbul Üniversitesi'nden hocam olan Türkel Minibaş bendeki bu hezeyanı çabuk fark edip; "İleride pişman olacağın işler yapma" deyiverdi. "Git, konservatuvar sınavlarını bir dene" dedi. Ben de söylediği gibi yaptım. Sınavı kazanıp, iktisadı kendi tarihimin bahçesine gömüverdim.

Neşe Güven - Şehir Tiyatroları'ndan ayrılma nedenleriniz eğer özel değilse nelerdir?

Kemal Kocatürk - Şehir Tiyatroları'ndan ayrılmış değilim. Böyle bir bilgiyi ya da kanıyı nereden edindiğinizi bilmiyorum. Ama ayrılmış olmamı ya da ayrılmamı birilerinin çok istediğine eminim. Ama onları sevindirmeye ne yazık ki şimdilik hazır değilim. Hâlâ oranın sanatçısıyım. Ne vakit benden yararlanmak isterlerse o vakit de hizmetlerindeyim. Kısacası, ayrılmaya da pek niyetim yok. Zira bir süredir kurumumuz, çeşitli beceriksizliklerin elinde oyuncak olmaya devam ediyor. Orası kimsenin babasının malı değil. Hoş gerçi bir kısmının soyadları geleneğe uygun olarak babadan, anadan-oğula geçmesine rağmen, yine de orası kimsenin babasının ya da anasının yeri ve de malı değil. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar kovmasına ama istedikleri kadar kovsunlar orayı, her şeye karşın "yeteneksiz-muhterisler" ordusuna teslim edemeyiz, etmemeliyiz de.

"KENDİNİ SANATÇI ZANNEDEN HOKKABAZLAR"

Neşe Güven - Tiyatromuzun içinde bulunduğu durumla ilgili düşünceleriniz neler? Neden bu kadar fazla yönetim değişikliği oluyor Şehir Tiyatroları'nda ?

Kemal Kocatürk - Türk tiyatrosu, bir türbülansa girmiş durumda. Bunun nedenleri o kadar çok ki. Nereden başlamalı bilemiyorum. Türk tiyatrosunun motor gücü olan iki ödenekli tiyatro, siyasilerin oyun alanı haline dönüşüvermiş. "Dönüşüvermiş" diyorum, çünkü bunun en büyük yardımcıları da koltuk kavgaları yapan sanatçılar olmuş. Şehir Tiyatroları'nda kendini sanatçı zanneden bir sürü hokkabaz var aslında. Bu hokkabazlar sanat yapmak yerine politika yapmayı tercih ettikleri için, politikacıları bu alana usulca davet ettiler. Sonra da en büyük yaygarayı yine bu hokkabazlar çıkarttılar. Yani kısaca, "tavşana kaç, tazıya tut" dediler. Boşaltılan alanları da kendileri işgâl edip, "bakın biz ne dirençli, ne devrimci, ne karşıcı, ne bulaşıcı sanatçılarız" diye sanatın içine ettiler. Ben bunların tümünün adına kısaca "garantili pozisyon bağımlıları" diyorum. Ki bunlar, sanat üretmek yerine, üreteni engellemeyi marifet sayıp, birbirlerini siyasilere şikâyete koşanlardır. Bir koltuk kapmaca ve siyasilere şirin görünmece yarışıdır ki yıllardır alıp başını gitmektedir. Bunun sonucunda da her yıl yöneticiler değişir oldu. Süreklilik ve istikrar tarihe karışmış oldu. Bu da bir süreçtir diye bakmak gerek. Bu dönemlerdeki bu toz duman geçici olarak birilerinin işine yarar ama sonrasında taşlar yerine oturur, su durulur ve kimin kim olduğu, dost-düşman belli olur. Bu süreci de Türk tiyatrosu yaşamalıdır ve yaşıyor diye düşünmekteyim.

Neşe Güven - Ülkemizde çok ciddi anlamda yazar eksiği var. Sahnelenen oyunlara baktığımızda özellikle Şehir ve Devlet Tiyatroları'nda yabancı oyunların uyarlanmış ya da çevrilmiş hâllerini görüyoruz. Bizi daha çok ilgilendiren biraz da bize ayna tutan oyunlara da ihtiyacımız var. Sanatın toplum üzerinde önemli bir faydasıdır bu. Sizce bu durumu nasıl değiştirebiliriz, yani gençlerimizi yazmaya, tiyatro oyunu yazmaya nasıl teşvik edebiliriz?

Kemal Kocatürk - Aslında yeni, genç yazarlar çıkmıyor değil. Yazar var ama onların elinden tutacak, amaçları, "Türk tiyatrosunun gelişmesine katkıda bulunmak" olan ödenekli tiyatrolar yok. Çünkü durması gerektiği yeri şaşırmış, şaşırtılmış, pusulasız durumdalar. Yabancı oyunların çevrilmiş ya da uyarlanmış hâllerini de oynamakta yarar vardır. Bunlar bir kıyas teşkil eder ve tiyatronun gelişimine fayda sağlar. Ama bu oyunların, toplumumuzu ve içinde bulunduğumuz durumları ne kadar ilgilendirdiği daha önemlidir bence. Sanat değiştirmez belki ama sorular sorulmasına aracı olur. Yazan gençleri teşvik etmek gerek. Sadece gençleri değil, yazmak isteyen herkesi. Bu alanda atölyeler oluşturmak en etkili çözümlerden biri gibi geliyor bana. Yarışmalar da öyle. Yazılan bu eserlerin kurullar tarafından iyi değerlendirilmesi ve yazarlarının taltif edilmesi onların yüreklenmelerini sağlayıcı önemli unsurlardır. Bu eserlerin önce, okuma tiyatroları yoluyla duyulmasını sağlamak ve eleştiri, öz eleştiri mekanizmasının yüz yüze yapılmasıyla yazarların gelişimine hep birlikte ortak olmak da bir çözümdür. Ama en önemlisi, ota-böceğe değil, insana, yaşadığımız dünyaya ve çağımızın sorunlarına ait oyunlar yazılmasını teşvik etmek. Bu anlamda temalar belirleyip yazarları bu temalarla kuşatıp zenginleştirmek sanırım daha da önemli.

Neşe Güven - Beğendiğiniz yazarlar kimler? Kimlerin oyununu kaçırmamaya özen gösterirsiniz? Beğendiğiniz, beraber işler yapmak istediğiniz oyuncular, yönetmenler var mı?

Kemal Kocatürk - Beğendiğim çok yazar var. Onları sıralamaya gerek yok sanırım ama anahtar olabilmesi bağlamında iki yazarı hemen söylemek istiyorum. W. Shakespeare ve B. Brecht. Türk tiyatrosundan da hocam Güngör Dilmen'i anmadan geçemem. Beğendiğim ve de iş yapmaktan mutlu olacağım oyuncu ve yönetmenlere gelince; bir çırpıda şunu söyleyebilirim: tiyatronun ışığını yüceltmek ve tılsımını, büyüsünü sonsuz kılmak için yüreği çarpan herkes.

"YALANSIZ, YALIN, GERÇEKTEN TİYATRO!"

Neşe Güven - İstanbul Halk Tiyatrosu'ndan ve yeni oyununuz Can Tarlası'ndan bahsedelim. Yeni bir oluşumun ilk oyunu. Nasıl bir araya geldiniz? Tiyatroların imkansızlıklardan dolayı kapandığı bir dönemde "yalansız, yalın, gerçekten tiyatro" söylemiyle perdelerinizi açtınız. Sizi bekleyen zorlukların farkında olmalısınız. Nasıl bir yol izleyeceksiniz? Ne yapmayı hedefliyorsunuz?

Kemal Kocatürk - Öncelikle "Can Tarlası" oyunu yazıldı; sonra da oynanacak bir tiyatro aramasına geçilmişti. Oyunu, Aysa Organizasyon Tiyatrosu'na gönderdim. Okudular ve beğendiler. Oyunu yapmak üzere bir araya geldiğimizde oyuncu araştırması yaparken, oyunun yazım aşamasında sürekli oyun üzerine görüştüğüm, ilk okuma provalarını da "skype" de radyofonik bir şekilde yaptığımız çok eski arkadaşlarım, Yıldıray Şahinler ve Bahtiyar Engin'den söz açtım. Tesadüf ki onlar da Şehir Tiyatroları dışında bir şeyler yapma telaşındaydılar. Eğrisi doğrusuna denk geldi ve Levent Üzümcü'nün de katılımıyla bir omurga oluşuverdi. Bu oyunu Aysa Organizasyon Tiyatrosu içinde yapıp, tek projelik bir araya gelmek yerine, yeni bir tiyatro oluşturarak, gelecekte de başka projelerin kapısı olması adına İstanbul Halk Tiyatrosu'nu kurmayı önerdim. Bu fikri onlar da benimseyince, İstanbul Halk Tiyatrosu doğuverdi. Kadın oyuncu ihtiyacımız için ise, daha önce başka bir proje için sözleştiğimiz Dolunay Soysert'e başvurduk, o da bize ve oyuna "evet" deyince, eh! Ertan Saban da tiyatro yapma ihtiyacı içinde kıvranınca provalar başlayıverdi. Sonrasında da konservatuvardan yeni mezun kardeşimiz Fatih Yurdakul ilk olarak tiyatromuza sızdı ve ardından da sınıf arkadaşları olan Mehmet Özbek ile Nilgün Atılgan'ı da peşi sıra sürükleyip kaderimize ortak ediverdi. Daha doğrusu, şimdi görüyorum ki, her şey denk gelmiş ve de "cuk" diye oturmuş. Aysa Organizasyon şemsiyesi altında altı isimden oluşan İstanbul Halk Tiyatrosu "yalansız, yalın ve gerçekten tiyatro" sloganıyla tiyatro dünyasına "Can Tarlası" oyunuyla doğuvermiş oldu. Elbet özel bir tiyatroyu yaşatmanın zorluklarından her birimiz haberdarız ve gerektiği kadar da özveride bulunmaya hazırız ve bulunuyoruz da. Güzel olanı bunu yalnızca biz yapmıyoruz, çevremizdeki birçok dostumuz hemencecik işin bir ucundan tutup, bize omuz verdi. Dekor ve kostümü Türkan Kafadar ablamız üstlendi, oyunun müziğini sevgili eşim Ayça Kocatürk üstüne aldı, ışığını ise sevgili dostumuz Sinan Tuzcu, reklâm ve tanıtım işlerimizi ise eski dostlarım Abdürrahim Sönmez ve Asuman Bayrak, salonlarını ise, hiçbir karşılık beklemeden, konservatuvar yıllarımızdaki heyecanımıza yeniden bizi gark eden sevgili hocalarımız Yıldız Kenter, Mehmet Birkiye ve tüm Kenter Tiyatrosu çalışanları. Aslında çok şanslı başladık. Birçok dostumuz bizi arayarak kıvandırdı. Emer Kınay, Kemal Aydoğan ve Haluk Bilginer salonlarını bize açarak "hoş geldiniz" demeyi ihmâl etmediler. Bu ortak duygunun yüreklendirmesiyle sözümüzü daha özgür söyleme erdeminin balını ilk temsillerimizde tatmış olduk. Özveri göstermenin diğer boyutu daha önemli bence. Bu özveri maddi anlamda değil yalnızca, halkın yanında ve halkla birlikte tiyatro yapmanın zorlukları bizim gibi ülkelerde daha da önem kazanıyor. Çünkü halkın söyleyemediği birçok sözü toparlayıp, yine onlar için korkusuzca söylemek en zoru. Çünkü bu yol, birçok kişiyi kızdırarak karşınıza almak demektir. Buna meslektaşlarınız da dahil. Çok eleştirecek ve de çok yıpratmaya çalışacaklar sizi. Buna rağmen "yalansız, yalın ve gerçekten tiyatro" demeyi bırakmamak gerekiyor. Bunu yaparken de halkı kategorize etmeden, parmak sallayıp "hııı!" demeden, gözüne parmak sokmadan, sıkmadan, doğru bildiğinizden ve estetik görüşlerinizden ödün vermeden ve de en önemlisi kimse önünde eğilmeden sözünüzü söylemek zorundasınız. Umuyorum ki bunu başaracağız. Daha doğrusu, bize bunca güvenen dostlarımız ve seyircilerimiz adına başarmak zorundayız.

"KAPİTALİZMİN VAHŞETİ, ŞİDDETİN EŞİĞİ..."

Neşe Güven - Can Tarlası'nı siz yazdınız. Şiddeti konu alıyorsunuz. Şiddetle yaşamaya nasıl alıştığımızı. ve maalesef ülkemiz bu konuda çok zengin malzemeye sahip. Sizce önümüzdeki dönemde Türkiye nasıl manzaralara gebe? Nelerin yapılması gerekiyor? Bir sanatçı olarak sorunu nerede görüyorsunuz?

Kemal Kocatürk - Oyunu seyreden bir dostum: "Bu oyun sanıyorum ki bir kırk yıl daha güncelliğini yitirmeyecek" dedi. Ben de ona, "Galiba haklısın. Ama gönül istiyor ki yarın güncelliğini yitirsin." demiştim. Sanıyorum bu sorunlar uzun yıllar daha bizi yormaya devam edecek. Tüm bunlar yaşanmasa ve bu konular üzerine oyun yazmak zorunda kalınmasa keşke. Şu şiddet dalgası bizim topraklarımızda hiçbir vakit eksik olmamıştı. Emperyalizmin topraklarımızda yaşattığı şiddetin yaraları daha yeni sarılmaktayken, paramparça edilmiş bir memleketin kurtuluş mücadelesiyle o şiddet yine emperyalistler tarafından en yoğun şekliyle bir kez daha topraklarımızda yaşatılmıştı. Şiddetin bu yüzüne alışık bir toplum, iki kuşağını bu şekilde devirirken şiddetten uzak durmayı, sakin bir hayat yaşamayı kendiliğinden seçmişti. "Bugün yaşanan bu toplumsal cinnet tutkusunun anlamı ve karşılığı ne?" diyecek olursanız; şiddetin bu türlüsü,  yani şu yeni türlüsü biraz ithal gibi geliyor bana. Çünkü son yıllardaki şiddet içeren yayınlar ve materyaller bu durumu daha kanıksatır ve özendirir hâle getirdi. Şiddet ilkokullara kadar indi. Öğretmenlerini tabanca ile yaralayan, ahlaksız teklifleri anlamını bile tam bilmeden, özentiyle yapabilen, bıçaklarla birbirlerine giren, uyuşturucu müptelası ilkokul öğrencilerini gazete köşelerinde okur hale geldik. Sorun kapitalizmin vahşetinde. Bizim gibi ülkelerde ehlileştirilememiş, köşe dönmenin, para kazanmanın hiçbir hukuki ve de etik karşılığının yerleştirilemeden, kapitalizmin, serbest piyasa ekonomisi dedikleri şu canavarın ipini koparmışcasına serbest bırakılmasıdır tek neden. Bunun da bir tek sorumlusu yok ne yazık ki. Ama en önemli sorumlularıysa bilgisiz, beceriksiz ve de basiretsiz yönetici ve siyasetçilerdir. 1980 askeri cuntası ve anayasası ülkenin üzerinden silindir gibi geçti. Yozlaşmayı, açlığı, cahilliği, yasa tanımazlığı ve de etik yoksunluğunu erdem gibi göstererek ülkenin bu hâle gelmesine sebep oldu. Ülke aydının ve sanatçısının yıllardır omuzlarında çok ağır yükler var zâten ama bu yük günümüzde daha da artarak onların çığlıklarının medyanın yeni "hayhuyu" içinde yitip gitmesine neden oldu. Yeni trendin sahiplerinin aydınlanma ve sanatla zâten araları hep açık ve açıktı. Sanatı zâten kendi kavimlerinden çoktan kovmuş durumdalar. Bununla kalmayıp tüm toplum adına ahkâm keserek, yeni sanatın ve de yeni sanatçının tarifini ise, bol bol sanatçı yarışmaları yaparak tanımlamaya girişip, toplumun düşünce sistemini de böylelikle kontrol altında tutuyorlar. Neyi beğeneceklerine, neyi seyredeceklerine hattâ hattâ nasıl düşüneceklerine bile hükmeder hâle geldiler. Bu durumda sanatçının kendi olanaklarıyla ve kendi duruşuyla halkla buluşmasını sağlamak ihtiyacı vardır ki, bunu hızla toparlanarak yapmak zorunda. Zira kapitalizm denilen bu ehlileştirilememiş canavar, her şeyi korkunç bir hızla öğütüp, yok ederek tüketiyor.

Neşe Güven - .Bundan sonra oyunları sizler mi üreteceksiniz yoksa repertuvar tiyatrosu kimliğine bürünüp bilinen klasik oyunları da sergileyecek misiniz?

Kemal Kocatürk - Bana göre tiyatromuzun oyunlarının çağımızın sorunlarını irdeleyen, topluma harbiden ayna olması ihtiyacı güden oyunlar olmasında büyük fayda var. Neden? Yaşam alanlarımızı güzelleştirip, arındırıp, temizleyebilmesi bağlamında tabii. Bunun için de ne lâzım geliyorsa o yapılır. Gerekiyorsa ithal edilir. Gerekiyorsa oturulur yazılır. Ben her ikisine de varım. Yeter ki derdi derdimle bir paydaşlık kursun. Mutlaka repertuvar tiyatrosu anlayışıyla bunlar sıralanmalı ve buna göre şekil ya da yol haritası çıkarılmalı. Bu bağlamda ise kurucu dostlarımla tek bir cümle dahi etmiş değiliz. Bu da hoşuma gidiyor bir taraftan. Yani manifestosuz bir yürüme biçimi bizimki. Ama herkes aynı cümleyi söylemeye hazır ve muktedir. Gizli bir anlaşma var sanki aramızda. Hani beyinler sevişir derler ya, işte öyle. Kendi adıma, sadece şu kadarını söyleyebilirim; ben İstanbul Halk Tiyatrosu'ndaki yürüme biçimimi, kendi yazdığım oyunları seyircinin önüne getirmek olarak kendime bir hedef belirliyorum. Oyuncu olarak yer alacağım oyunlarda da seçme özgürlüğüne sahip olduğumu bilerek davranmak en büyük mutluluğum olacak sanırım. Sorunuzun diğer ayağına gelince; elbette bu tiyatro, halkına klasikleri de göstermeli ama nasıl? İstanbul Halk Tiyatrosu farkıyla elbet!

Neşe Güven - Son olarak okurlarımız için oyununuzun nerelerde sahnelendiğini ve saatlerini öğrenebilir miyiz?

Kemal Kocatürk - 25 Nisan saat 20:30 Oyun Atölyesi, 26 Nisan 20:30 Akatlar Kültür Merkezi, 28 Nisan 21:00 -29 Nisan 16:00 da ise AFL Kültür Merkezi'ndeyiz. Daha detaylı ve güncel bilgiler ise www.istanbulhalktiyatrosu.com adresinden edinilebilir.

"DAHA ÇOK SEYİRCİ DAHA DÜŞÜK BİLET FİYATLARI..."

Bu vesile ile açmakta yarar gördüğüm bir düşüncemiz var. Önümüzdeki sezon çok farklı fiyat uygulamalarına şahit olacak halkımız. Alışılagelmiş fiyatlandırma politikasını tersine çevirmeyi hedefliyoruz. Kapitalizmin önerdiği arz-talep dengesini tersine çevirmeyi planlıyoruz. Yani, seyirci sayımız artıkça fiyatlarımız o oranda düşecek. Şimdiden bunun müjdesini vermek istiyorum. Çünkü tüm özel tiyatro ve özelleşme kavramını da sorgulayan bir fiyat politikamız olacak. Buna da birilerinin ucuz politikalar üreterek yaptığı gibi, sanatı ucuzlaştırmadan ucuz biletle halkımızı buluşturmak diyebiliriz.

Bu keyifli söyleşi için teşekkürler Kemal Kocatürk...

(Kaynak: Herkese Tiyatro)