Fikriye Cankurt, Bulunmaz Tiyatro'da çalışıyor! (Fotoğraflar: Mesut Alptekin)
Hilmi Bulunmaz yönetimindeki "Bulunmaz Tiyatro Yazarlık Çalışması" sürecine katıldığım ilk günkü hızlı karalamalar yada yazı yazmaya başlarken neler düşündüğümün izdüşümleri...
Fikriye Cankurt
28 Temmuz 2012
"İçinizden geldiği gibi yazın" dediğinizde, bir ân duraksadım...
Yazmak eylemi, benim için, "konusu verili olması gereken" biricik düşünceydi ve bu düşünce, beni her zaman için çok sıkardı. Oysa ben, hep özgür olmayı, hep özgürce yazı yazmayı dilerdim. Fakat şimdi, tam da "içinizden geldiği gibi yazın" denildiğinde, bu sert duraksama da neyin nesi böyle? Neden verili bir konu yada beni ivmelendiren bir ilhama ihtiyaç duydum? Bilemiyorum, gerçekten bilemiyorum. İnsan bu kadar özgür olmayı isterken ve kulağına "içinizden geldiği gibi yazın" sözleri hücum etmişken, kalıplara yapışıp, kanıksanmış olana teslim olur mu hiç? Bu kanıksanmış durumu, bize biz mi yaparız, çevremiz mi yapar yada kim, kimler yapar? Özgür düşünmek, özgür konuşmak, özgür yaşamak, özgür yazmak, özgürlüğü kanıksamak, sanıldığı kadar kolay değil mi?
Siz, telefondaki ilk görüşmemizde, bana, "sanat, ancak özgürce yapıldığında 'gerçek sanat' olur" demiştiniz. İşte bu sözü duyar duymaz ne kadar sevindiğimi, sanatın bu denli yalın bir dille anlatıldığını algıladığımda, ne kadar mutlu olduğumu sözcüklerle anlatmam, en azından şimdilik olanaksız. "Sanat, ancak özgürce yapıldığında 'gerçek sanat' olur" sözünü duyunca, zâten ruhumun derinliklerinde mışıl mışıl uyumakta olan özgürlük türküsüne bir kez daha tutuldum. Ancak, bu tutku, iliklerimin en derinine dek ürküttü yada özgürlük kavramının kendisi ansızın korkuttu beni. Özgürlük kavramının beni korkutması sonucu, yazınsal değeri düşük, sadece bir mektup havası içeren bir metin elde etmeye başladım. Ne yazık, belki de ne iyi! Yazık ile iyi arasında bir zar var.
Genel olarak özgürlük isteyip, özgür olmak için büyük bir çaba harcarken, yaptırımları yerine getirir ve kendimizi alabildiğine, olabildiğince zorlarız. Bu alabildiğine, olabildiğince zorlama sonucu, sanırım, işte tam o zaman kanıksarız verili durumu, hızla içselleştiririz tutsaklığı, özgür olma zamanı geldi mi, özgürce davranılma olanağı verildi mi yada ortam özgürce oluştu mu birdenbire durup kalıveririz; âdeta kanımız donar. Oysa, kulaklarımızın en derinindeki ses varlığını unutturmayıp, yüreğimizin kılcal damarlarına dek titremeye başlar yeniden:
"Sanat, ancak özgürce yapıldığında 'gerçek sanat' olur!"
Sizi bilmem, ama en azından ben hep öyle olurum her savaşımda; hızla başıma sıçrayan kanım ansızın donar, bir boşluk, büyük bir anlamsızlık çöker içime. Amaçsızlık yada tarif edemediğim, belki hiçbir zaman için tarif edemeyeceğim ve şu ânda da hangi duygu olduğunu asla hatırlayamadığım, ama beni sıktığına iyice emin olduğum diğer duygular... Tüm hayatımda bu duygular fırtınasını o kadar çok sık yaşadım ki; aş, eş, iş... Kanıksanmış sözcüklerle dile getirirsek; aile, ilk gençlik aşkı ve sonrası, bir türlü bitmek bilmeyen istekler, istekler, istekler... Aklıma gelen yada aklıma gelmesini büyük bir güçle istememe karşın, asla gelmeyen diğer hevesler... Sahi, bunca çok sahici olmayan şeyi istemeyi, biz mi uyduruyoruz, yoksa bizim dışımızdaki korkunç ürkütücü güçler mi? Yanıtını vermek çok zor yada ısınmak için üşümek gerekir!
İnsan, kendi istenci dışında yola çıktığında, yolun kendine özgü koşullarından dolayı mı sapıtır? Beni, bizi, "amaç" denen muğlak kavram mı değiştirir? Beni, bizi, "amaç" denen kavram mı uyumlu, dönüşmüş hâle sokar? Benim içimdeki "amaç" kavramıyla, senin içindeki "amaç" kavramı, neden birebir örtüşmez? "Amaç" kimde nasıldır, nasıl olmalıdır, yada illâ ki koşul mudur "amaç" olması?
Bu yazıyı yazmaya başladığımda, nereden nereye dek savrulacak olduğumu tam olarak kestiremiyordum asla. Bir tiyatronun yazı işliğinde yazı yazmak! Bu işe bulaşarak, iyi mi yaptım, kötü mü? Hani yazının girişi nerede, gelişme nasıl, sonuç ne zaman? Kendi hayatımın herhangi ciddi bir düzeni yokken, böyle birden bire:
"Sanat, ancak özgürce yapıldığında 'gerçek sanat' olur!" ve "İçinizden geldiği gibi yazın!"
Çok sert, neredeyse ağızdan fırlayan bir mermi keskinliğinde, âdeta bir emir gibi söylenen bu sözler, nasıl da insanın yüreğinde kalıcı bir yuva yapıyor. Bu kalıcı yuvadaki mermiler, bu emirler, yüreğime işlemeden, benim hayatımın hiçbir alanında bu kadar somut düzen yokken, bu "yazı yazma düzeni" hayatımın odak noktasına konan bir yavru güvercin olur mu? Benim gibi özgür bir insan, yazınsal özgürlüğün tellerine hiç ürkmeden konabilir mi? Yazı yazma özgürlüğüne sahip olmak, benden beklenebilir mi?
Kim bilir?! Belki de!! Evet, evet!!" Neden olmasın ki, neden?!!!
Ne oldu şimdi bu defterimi işgâl eden söz yığınına? Sadece kuru bir ders notu mu bunlar, deneme mi, yoksa Ferhan Şensoy'un dediği gibi "denememe" mi? Sahi, henüz bir ilk yazı olmak için yanıp tutuşan bu tanımlanması güç şey için gerekli mi bir ad yada herhangi bir tanım bulunmalı mı ısrarla? Sınırladım yine kendimi. Sınırlanmanın "kötü bir şey" olduğunu bile bile, farkına ancak şu ân vardım bu sınırlanmanın, özgürlüğe ne kadar aykırı olduğunu. Şimdi ne olacak bu farkına varmak? Yararı ne, nereye götürecek beni bu farkına varmak eylemi yada niye? Neyin farkındayız?!!!
Son zamanlarda, âdeta bir salgın hastalık gibi üzerimize gelip, ruhumuza yapışan "farkındalık" sözcüğünü düşünüp duruyorum. Bu "farkındalık" sözcüğünü duymayan kalmamasına, tüm herkes ikide bir "farkındalık, farkındalık" diye tutturup durmasına karşın, bu sözcüğün gerçek anlamda ne olduğunu bilenine bir türlü asla rastlamadım. Oysa, doğayı, hayatı, etrafımızdaki tüm olup biteni, uyuduğumuzu, yaşadığımızı, hattâ bazı öğretilerde de söylendiği gibi, "ânı fark etmek" söylemi, "farkındalık" sözcüğünü, gerçek anlamda bir kavram boyutuna sıçratıyor, onu anlaşılır kılıyor mu?
İnsanın amacı buysa, sadece "farkındalık, farkındalık, farkındalık" diye konuşup, zamanı öldürmekse... Eğer bu "farkındalık" ile ben, beni anlayabilir, huzur ve dinginliğe kavuşabilirsem... Bunu ben demiyorum, onlar diyor. Oysa dinginlik bana göre değil, ben "rahat batan" kişilerdenim, bunu salt kabalık olsun diye değil, gerçekten böyle hissettiğim için söylüyorum, tam içimden geldiği gibi... Ben, ne zaman "meditasyon yapmaya" başlasam, sakinliği hissetmeye çalışsam, dinlendirici bir ortam elde etme çırpınışından sonra, o sakin ânı yakalasam, çok uzun bir süre kalmaz bu duygu içimde, üzerimde. Sıkılır ve sonsuza dek durmadan hareket etmek isterim.
Yaşamım boyunca ikili, çoklu, duygusal, sosyal ilişkilerimde de hep böyle olmuştur. Gerisi ne? Ne olacak şimdi? Daha sonrası ne? Hep kendime sorular sorarken yakalarım kendimi. Siz ister buna
"tatminsizlik" deyin, "doyumsuzluk" deyin, "rahat batıyor" deyin, aklınıza ne gelirse onu söyleyin. Durağanlık yada hızla sürüp giden tekdüze şeyler sürekli olarak beni rahatsız eder. Yaşamın gerçek döngüsü bu değil gibi gelir bana. Ters giden bir şeyler, anlamsız bir kısır döngü var hissine kapılırım sürekli. Ararım onu, yada bu duygu geliş gidişleri usandırır beni. Huzursuzluk kaçma duygusu verir bana. Kaçarım hep oradan, o durumdan, her neyse hayalini kurduğum, olmak istediğim yer bile olsa değişmez bu durum.
Bir huzur arayışından sonra, huzur bulup da, huzurdan sıkılmaya başlayanlar, Leyla için büyük bir arayışa giren Mecnun'a benzer. Bulunca içindeki istediğini, sevdiğini. O Leyla, Leyla değildir artık! Onu görse, bulsa bile, tanımaz o içindeki tapındığı soyut gerçekliği. İçindeki şekli hep unutan, kendi şeklini verdiği Leyla'yı arar hep.
Hiçbir hayali asla gerçekleşmeyen, sadece hayal olarak kalan bir kişinin, herhangi bir hayali gerçek olunca, aradığını birden bulmuş olması, onu "mızmız" hâle getirebilir. Hani "hak verilmez alınır"ın tersi olduğu zamanları anımsayınız. Hani "buldu da bunadı" denir. Ama, yine de, özgürlük kavramının kıvrımları düşmüşse belleğe, insanın içi, hiçbir zaman için rahat olmaz ki. "Mükemmelliyetçilik, değer kıymet bilmezlik, vs. vs." ve daha bir sürü kavram, özgürlük kavramını bitirmek için kapıda bekliyordur oysa... Israrla, inatla!
***
Bulunmaz Tiyatro yöneticisi Hilmi Bey, (gerçi kendisine "usta" denmesini tercih ediyor) yönettiği "yazarlık çalışması" sürecine katılmak, "özgürlük" kavramı üzerine derin derin düşünmeme neden oldu. "Usta", sizi de yazının dışına koydum şimdi. Ben, henüz kimliğini saptayamadığım hangi okura, kime yazıyorsam, kim benim yazdıklarımı okuyacaksa, şunun bilinmesini isterim:
"Sanat, ancak özgürce yapıldığında 'gerçek sanat' olur!" ve "İçinizden geldiği gibi yazın!"
"Haydi, yazmaya başla" dendiğinde, hiçbir ikirciklenmeye asla düşmeden, neredeyse hiç düşünmeden başladım yazmaya. Oysa ben, ne kadar zorlanırdım yazı yazmaya başlarken ve neredeyse hiçbir zaman yazı yazmaya gerçek anlamda bir türlü başlamazdım. Herhangi bir yerden bir şeyler okusam, okuduklarımı bu kadar net yazar mıydım acaba? Hiç bilmiyorum yada şimdilik bilemiyorum! Yukarıdaki yazdıklarım, şu ânki yazıyor olduklarım ve birazdan aşağıdaki yazacaklarım, benim yazılarım değil sanki. Bütün bu yazılı hâle gelen, geliyor olan, gelecek olan sözlerimi, sanki ben bir yerden okudum. Bu sözler, inanmam çok güç olsa da (eminim ki zamanla inanacağım), benim beynimden, benim kalemimden, benim yüreğimden geçiyor. Terleyerek, teklemeden yazıyorum.
Gerilemeden, geri dönmeden, geriye düşmeden, geride kalmadan!
Sanki görünmez bir el var; bendeki paslı şalteri açıp, bana büyük bir ısrarla yazı yazdırıyor. Bulunmaz Tiyatro mekânının tinsel etkisinden olsa gerek, yazı yazmaya programlanmış bir "robot" gibi hissediyorum kendimi. Yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum...
Bulunmaz Tiyatro mekânındaki oyun repliklerinin duvarlara sinmiş etkilerinden olsa gerek, benim için yazı yazmak son derecede kolay bir hâl almaya başladı. Benim bulunduğum mekânda, benden önceki zamanlarda okunmuş kim bilir hangi yazarların sözleri yaşamaya devam ediyor yada oradaki kitapların, dergilerin içeriklerinde uykuya dalmış yazılar yazdırıyor bana. Bu mekândaki varlıklar, nesneler, özneler mi yazdırıyor, bilmiyorum.
Her neyse, kendimi yazı yazma eyleminin içinde bulabilmem için, demek oluyor ki, şu sözleri sürekli olarak duymam gerekiyormuş:
"Sanat, ancak özgürce yapıldığında 'gerçek sanat' olur!" ve "İçinizden geldiği gibi yazın!"
Sanki bunları ben yazmıyorum da, o varlıklar, nesneler, özneler bana yazmamı söylüyor ve ben de hızlı hızlı yazmaya başlıyorum.
Kuran-ı Kerim'de yazdığı gibi "oku, oku, oku" yada "yaz, yaz, yaz"
"Sanat, ancak özgürce yapıldığında 'gerçek sanat' olur!" ve "İçinizden geldiği gibi yazın!"
Gönüllü danışmanım mekân ve zaman diyalektiği, bana "yaz, yaz, yaz" diyor... Bu çok önemli; düşüncelerini yaz, seni rahatsız eden şeyleri yaz, rüyalarını yaz... Bütün bunlar; sana ait olan yada sana ait olmayan her şey çok önemli. Kesinlikle kaydet, mutlaka yaz!
Ama ben, hep suçlu çocuklar gibi, ödevini savsaklayan öğrenciler gibi yapmayarak, gerçekten çok istememe karşın, yazı yazma özürlüymüşüm gibi düşüncelerimi bir türlü kaleme alamazken, işte tam bugün, yazı yazma ışığı geldi ve benim yazı yazma maceram da Bulunmaz Tiyatro ile başlamış oldu. Kırklı yaşlarda...
Ancak, özgürlük kullanımının yaş sınırı olmadığı, zaman aşımı bulunmadığı gibi, yazı yazmaya başlamanın yaşı da asla olamaz. Bakalım benim yazı yazma maceram ne zaman olgunluk odağına sıçrayacak? Bulunmaz Tiyatro'nun duvarlarına sinmiş repliklerin dediği gibi devam edecek miyim, yoksa sürç-i lisan eyleyip kalacak mıyım, bunu tabii ki zaman yada Bulunmaz Tiyatro gösterecek.
Hilmi Bulunmaz yönetimindeki "Bulunmaz Tiyatro Yazarlık Çalışması" sürecine katıldığım ilk günkü hızlı karalamalar yada yazı yazmaya başlarken neler düşündüğümün izdüşümleri...
Fikriye Cankurt
28 Temmuz 2012
"İçinizden geldiği gibi yazın" dediğinizde, bir ân duraksadım...
Yazmak eylemi, benim için, "konusu verili olması gereken" biricik düşünceydi ve bu düşünce, beni her zaman için çok sıkardı. Oysa ben, hep özgür olmayı, hep özgürce yazı yazmayı dilerdim. Fakat şimdi, tam da "içinizden geldiği gibi yazın" denildiğinde, bu sert duraksama da neyin nesi böyle? Neden verili bir konu yada beni ivmelendiren bir ilhama ihtiyaç duydum? Bilemiyorum, gerçekten bilemiyorum. İnsan bu kadar özgür olmayı isterken ve kulağına "içinizden geldiği gibi yazın" sözleri hücum etmişken, kalıplara yapışıp, kanıksanmış olana teslim olur mu hiç? Bu kanıksanmış durumu, bize biz mi yaparız, çevremiz mi yapar yada kim, kimler yapar? Özgür düşünmek, özgür konuşmak, özgür yaşamak, özgür yazmak, özgürlüğü kanıksamak, sanıldığı kadar kolay değil mi?
Siz, telefondaki ilk görüşmemizde, bana, "sanat, ancak özgürce yapıldığında 'gerçek sanat' olur" demiştiniz. İşte bu sözü duyar duymaz ne kadar sevindiğimi, sanatın bu denli yalın bir dille anlatıldığını algıladığımda, ne kadar mutlu olduğumu sözcüklerle anlatmam, en azından şimdilik olanaksız. "Sanat, ancak özgürce yapıldığında 'gerçek sanat' olur" sözünü duyunca, zâten ruhumun derinliklerinde mışıl mışıl uyumakta olan özgürlük türküsüne bir kez daha tutuldum. Ancak, bu tutku, iliklerimin en derinine dek ürküttü yada özgürlük kavramının kendisi ansızın korkuttu beni. Özgürlük kavramının beni korkutması sonucu, yazınsal değeri düşük, sadece bir mektup havası içeren bir metin elde etmeye başladım. Ne yazık, belki de ne iyi! Yazık ile iyi arasında bir zar var.
Genel olarak özgürlük isteyip, özgür olmak için büyük bir çaba harcarken, yaptırımları yerine getirir ve kendimizi alabildiğine, olabildiğince zorlarız. Bu alabildiğine, olabildiğince zorlama sonucu, sanırım, işte tam o zaman kanıksarız verili durumu, hızla içselleştiririz tutsaklığı, özgür olma zamanı geldi mi, özgürce davranılma olanağı verildi mi yada ortam özgürce oluştu mu birdenbire durup kalıveririz; âdeta kanımız donar. Oysa, kulaklarımızın en derinindeki ses varlığını unutturmayıp, yüreğimizin kılcal damarlarına dek titremeye başlar yeniden:
"Sanat, ancak özgürce yapıldığında 'gerçek sanat' olur!"
Sizi bilmem, ama en azından ben hep öyle olurum her savaşımda; hızla başıma sıçrayan kanım ansızın donar, bir boşluk, büyük bir anlamsızlık çöker içime. Amaçsızlık yada tarif edemediğim, belki hiçbir zaman için tarif edemeyeceğim ve şu ânda da hangi duygu olduğunu asla hatırlayamadığım, ama beni sıktığına iyice emin olduğum diğer duygular... Tüm hayatımda bu duygular fırtınasını o kadar çok sık yaşadım ki; aş, eş, iş... Kanıksanmış sözcüklerle dile getirirsek; aile, ilk gençlik aşkı ve sonrası, bir türlü bitmek bilmeyen istekler, istekler, istekler... Aklıma gelen yada aklıma gelmesini büyük bir güçle istememe karşın, asla gelmeyen diğer hevesler... Sahi, bunca çok sahici olmayan şeyi istemeyi, biz mi uyduruyoruz, yoksa bizim dışımızdaki korkunç ürkütücü güçler mi? Yanıtını vermek çok zor yada ısınmak için üşümek gerekir!
İnsan, kendi istenci dışında yola çıktığında, yolun kendine özgü koşullarından dolayı mı sapıtır? Beni, bizi, "amaç" denen muğlak kavram mı değiştirir? Beni, bizi, "amaç" denen kavram mı uyumlu, dönüşmüş hâle sokar? Benim içimdeki "amaç" kavramıyla, senin içindeki "amaç" kavramı, neden birebir örtüşmez? "Amaç" kimde nasıldır, nasıl olmalıdır, yada illâ ki koşul mudur "amaç" olması?
Bu yazıyı yazmaya başladığımda, nereden nereye dek savrulacak olduğumu tam olarak kestiremiyordum asla. Bir tiyatronun yazı işliğinde yazı yazmak! Bu işe bulaşarak, iyi mi yaptım, kötü mü? Hani yazının girişi nerede, gelişme nasıl, sonuç ne zaman? Kendi hayatımın herhangi ciddi bir düzeni yokken, böyle birden bire:
"Sanat, ancak özgürce yapıldığında 'gerçek sanat' olur!" ve "İçinizden geldiği gibi yazın!"
Çok sert, neredeyse ağızdan fırlayan bir mermi keskinliğinde, âdeta bir emir gibi söylenen bu sözler, nasıl da insanın yüreğinde kalıcı bir yuva yapıyor. Bu kalıcı yuvadaki mermiler, bu emirler, yüreğime işlemeden, benim hayatımın hiçbir alanında bu kadar somut düzen yokken, bu "yazı yazma düzeni" hayatımın odak noktasına konan bir yavru güvercin olur mu? Benim gibi özgür bir insan, yazınsal özgürlüğün tellerine hiç ürkmeden konabilir mi? Yazı yazma özgürlüğüne sahip olmak, benden beklenebilir mi?
Kim bilir?! Belki de!! Evet, evet!!" Neden olmasın ki, neden?!!!
Ne oldu şimdi bu defterimi işgâl eden söz yığınına? Sadece kuru bir ders notu mu bunlar, deneme mi, yoksa Ferhan Şensoy'un dediği gibi "denememe" mi? Sahi, henüz bir ilk yazı olmak için yanıp tutuşan bu tanımlanması güç şey için gerekli mi bir ad yada herhangi bir tanım bulunmalı mı ısrarla? Sınırladım yine kendimi. Sınırlanmanın "kötü bir şey" olduğunu bile bile, farkına ancak şu ân vardım bu sınırlanmanın, özgürlüğe ne kadar aykırı olduğunu. Şimdi ne olacak bu farkına varmak? Yararı ne, nereye götürecek beni bu farkına varmak eylemi yada niye? Neyin farkındayız?!!!
Son zamanlarda, âdeta bir salgın hastalık gibi üzerimize gelip, ruhumuza yapışan "farkındalık" sözcüğünü düşünüp duruyorum. Bu "farkındalık" sözcüğünü duymayan kalmamasına, tüm herkes ikide bir "farkındalık, farkındalık" diye tutturup durmasına karşın, bu sözcüğün gerçek anlamda ne olduğunu bilenine bir türlü asla rastlamadım. Oysa, doğayı, hayatı, etrafımızdaki tüm olup biteni, uyuduğumuzu, yaşadığımızı, hattâ bazı öğretilerde de söylendiği gibi, "ânı fark etmek" söylemi, "farkındalık" sözcüğünü, gerçek anlamda bir kavram boyutuna sıçratıyor, onu anlaşılır kılıyor mu?
İnsanın amacı buysa, sadece "farkındalık, farkındalık, farkındalık" diye konuşup, zamanı öldürmekse... Eğer bu "farkındalık" ile ben, beni anlayabilir, huzur ve dinginliğe kavuşabilirsem... Bunu ben demiyorum, onlar diyor. Oysa dinginlik bana göre değil, ben "rahat batan" kişilerdenim, bunu salt kabalık olsun diye değil, gerçekten böyle hissettiğim için söylüyorum, tam içimden geldiği gibi... Ben, ne zaman "meditasyon yapmaya" başlasam, sakinliği hissetmeye çalışsam, dinlendirici bir ortam elde etme çırpınışından sonra, o sakin ânı yakalasam, çok uzun bir süre kalmaz bu duygu içimde, üzerimde. Sıkılır ve sonsuza dek durmadan hareket etmek isterim.
Yaşamım boyunca ikili, çoklu, duygusal, sosyal ilişkilerimde de hep böyle olmuştur. Gerisi ne? Ne olacak şimdi? Daha sonrası ne? Hep kendime sorular sorarken yakalarım kendimi. Siz ister buna
"tatminsizlik" deyin, "doyumsuzluk" deyin, "rahat batıyor" deyin, aklınıza ne gelirse onu söyleyin. Durağanlık yada hızla sürüp giden tekdüze şeyler sürekli olarak beni rahatsız eder. Yaşamın gerçek döngüsü bu değil gibi gelir bana. Ters giden bir şeyler, anlamsız bir kısır döngü var hissine kapılırım sürekli. Ararım onu, yada bu duygu geliş gidişleri usandırır beni. Huzursuzluk kaçma duygusu verir bana. Kaçarım hep oradan, o durumdan, her neyse hayalini kurduğum, olmak istediğim yer bile olsa değişmez bu durum.
Bir huzur arayışından sonra, huzur bulup da, huzurdan sıkılmaya başlayanlar, Leyla için büyük bir arayışa giren Mecnun'a benzer. Bulunca içindeki istediğini, sevdiğini. O Leyla, Leyla değildir artık! Onu görse, bulsa bile, tanımaz o içindeki tapındığı soyut gerçekliği. İçindeki şekli hep unutan, kendi şeklini verdiği Leyla'yı arar hep.
Hiçbir hayali asla gerçekleşmeyen, sadece hayal olarak kalan bir kişinin, herhangi bir hayali gerçek olunca, aradığını birden bulmuş olması, onu "mızmız" hâle getirebilir. Hani "hak verilmez alınır"ın tersi olduğu zamanları anımsayınız. Hani "buldu da bunadı" denir. Ama, yine de, özgürlük kavramının kıvrımları düşmüşse belleğe, insanın içi, hiçbir zaman için rahat olmaz ki. "Mükemmelliyetçilik, değer kıymet bilmezlik, vs. vs." ve daha bir sürü kavram, özgürlük kavramını bitirmek için kapıda bekliyordur oysa... Israrla, inatla!
***
Bulunmaz Tiyatro yöneticisi Hilmi Bey, (gerçi kendisine "usta" denmesini tercih ediyor) yönettiği "yazarlık çalışması" sürecine katılmak, "özgürlük" kavramı üzerine derin derin düşünmeme neden oldu. "Usta", sizi de yazının dışına koydum şimdi. Ben, henüz kimliğini saptayamadığım hangi okura, kime yazıyorsam, kim benim yazdıklarımı okuyacaksa, şunun bilinmesini isterim:
"Sanat, ancak özgürce yapıldığında 'gerçek sanat' olur!" ve "İçinizden geldiği gibi yazın!"
"Haydi, yazmaya başla" dendiğinde, hiçbir ikirciklenmeye asla düşmeden, neredeyse hiç düşünmeden başladım yazmaya. Oysa ben, ne kadar zorlanırdım yazı yazmaya başlarken ve neredeyse hiçbir zaman yazı yazmaya gerçek anlamda bir türlü başlamazdım. Herhangi bir yerden bir şeyler okusam, okuduklarımı bu kadar net yazar mıydım acaba? Hiç bilmiyorum yada şimdilik bilemiyorum! Yukarıdaki yazdıklarım, şu ânki yazıyor olduklarım ve birazdan aşağıdaki yazacaklarım, benim yazılarım değil sanki. Bütün bu yazılı hâle gelen, geliyor olan, gelecek olan sözlerimi, sanki ben bir yerden okudum. Bu sözler, inanmam çok güç olsa da (eminim ki zamanla inanacağım), benim beynimden, benim kalemimden, benim yüreğimden geçiyor. Terleyerek, teklemeden yazıyorum.
Gerilemeden, geri dönmeden, geriye düşmeden, geride kalmadan!
Sanki görünmez bir el var; bendeki paslı şalteri açıp, bana büyük bir ısrarla yazı yazdırıyor. Bulunmaz Tiyatro mekânının tinsel etkisinden olsa gerek, yazı yazmaya programlanmış bir "robot" gibi hissediyorum kendimi. Yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum...
Bulunmaz Tiyatro mekânındaki oyun repliklerinin duvarlara sinmiş etkilerinden olsa gerek, benim için yazı yazmak son derecede kolay bir hâl almaya başladı. Benim bulunduğum mekânda, benden önceki zamanlarda okunmuş kim bilir hangi yazarların sözleri yaşamaya devam ediyor yada oradaki kitapların, dergilerin içeriklerinde uykuya dalmış yazılar yazdırıyor bana. Bu mekândaki varlıklar, nesneler, özneler mi yazdırıyor, bilmiyorum.
Her neyse, kendimi yazı yazma eyleminin içinde bulabilmem için, demek oluyor ki, şu sözleri sürekli olarak duymam gerekiyormuş:
"Sanat, ancak özgürce yapıldığında 'gerçek sanat' olur!" ve "İçinizden geldiği gibi yazın!"
Sanki bunları ben yazmıyorum da, o varlıklar, nesneler, özneler bana yazmamı söylüyor ve ben de hızlı hızlı yazmaya başlıyorum.
Kuran-ı Kerim'de yazdığı gibi "oku, oku, oku" yada "yaz, yaz, yaz"
"Sanat, ancak özgürce yapıldığında 'gerçek sanat' olur!" ve "İçinizden geldiği gibi yazın!"
Gönüllü danışmanım mekân ve zaman diyalektiği, bana "yaz, yaz, yaz" diyor... Bu çok önemli; düşüncelerini yaz, seni rahatsız eden şeyleri yaz, rüyalarını yaz... Bütün bunlar; sana ait olan yada sana ait olmayan her şey çok önemli. Kesinlikle kaydet, mutlaka yaz!
Ama ben, hep suçlu çocuklar gibi, ödevini savsaklayan öğrenciler gibi yapmayarak, gerçekten çok istememe karşın, yazı yazma özürlüymüşüm gibi düşüncelerimi bir türlü kaleme alamazken, işte tam bugün, yazı yazma ışığı geldi ve benim yazı yazma maceram da Bulunmaz Tiyatro ile başlamış oldu. Kırklı yaşlarda...
Ancak, özgürlük kullanımının yaş sınırı olmadığı, zaman aşımı bulunmadığı gibi, yazı yazmaya başlamanın yaşı da asla olamaz. Bakalım benim yazı yazma maceram ne zaman olgunluk odağına sıçrayacak? Bulunmaz Tiyatro'nun duvarlarına sinmiş repliklerin dediği gibi devam edecek miyim, yoksa sürç-i lisan eyleyip kalacak mıyım, bunu tabii ki zaman yada Bulunmaz Tiyatro gösterecek.