Operayı sevmemen lazım salak dindar!
Ahmet Kekeç
Star
akekec@stargazete.com
11 Haziran 2012
Rahmetli Cahit ağabeyin, Cahit Zarifoğlu'nun günlüklerini (daha sonra "Yaşamak" başlığı altında kitaplaştırılacaktır) okuduğumda, henüz lise öğrencisiydim.
Sanata, edebiyata, güzelduyuya meraklı ve "yırtmak" isteyen her taşralı gibi, ihtilaçlarıma yöneltilmiş bir ses bulmuştum, büyüsünü bugün de sürdüren o kitapta.
Mesela, "Sizi görmeliyim" diyordu ve ekliyordu: "Ara sıra elle tutulur bir şeye mecbur olmadığımız için mi böylesine perişanız?"
1983 mü?
Bir pansiyonda kalıyordum... Aşağıda gri, donuk, ağır bir nehir gibi akan Haliç... Tekneler, çatanalar, gökyüzüne uzanmış sayısız direklerin arasında yorgun İstanbul.
Geceleri, yatağımda, dizlerimi karnıma çeker, "Yaşamak"tan parçalar okurdum.
Bu kitabın bana çizdiği en tuhaf akıbet, Wagner'i tanıma ve anlama isteği olmuştu.
Cahit abi, Sezar'ın Roma'ya dönüşünü tahkiye eden Wagner parçasını yorumluyordu. Okuduğum en ilginç Wagner yorumuydu ve "Ne anlatıyor bu gürültülü müzik?" sorusuna verilmiş en anlamlı, en sofistike cevaptı: "Ya Roma yoksa... O mutlaka orada olacak Roma yerinde yoksa ne yapardık? Yıldırım hızıyla savaş arzusuna, öfkeye, yırtıcılığa ve melankoliye dönüşen o azgın güç, tepeye çıktığında Roma'yı görmeseydi, birdenbire paramparça olmaz mıydık?"
İtiraf edeyim, bu en sofistike cevap bile beni kesmedi. Wagner'i hiç sevmedim ve anlamadım. Bunda politik bir tutum alış var mıdır? Wagner benim için klasik müzik kanallarından "kaçış nedeni" oldu.
Buna mukabil Chopin'i tanıdım.
Bunu da, elbette, Cahit abinin, tecessüsümü ayaklandıran o "en sofistike cevabına" borçlu oldum.
Rahmetli Cemil Meriç, "Umumiyetle alaturkayı severim. Sevdiğim bir insanla dinlemeliyim müziği. Sevdiğim insanla birlikte dinlediğim müziği severim" diyordu.
Biz, ihtilaçlarıyla baş etmeye çalışan taşralılar da, umumiyetle alaturkayı sevdik ve halk türkülerinde, bozlakta, barakta, dünya sanatçımız Fazıl Say'ın "yavşaklık" diye tanımladığı arabeskte "kendimizce" bir karşılık bulduk.
Bütün bunlarda "karşılık" bulmuş insanların, "umumiyetle" başka dünyalara, başka algılara, başka gustolara meyletmemesi gerekir ve beklenir ama yine Cemil Meriç'in vurgulamasıyla "umumiyetle" bu yargıyı kırdılar ve başka alanlara yöneldiler.
Bir "sosyolojik sonuç"tan söz ediyorum.
Ben operayı sevmem ama sevenleri bilirim.
Hiç opera izlemedim, buna ihtiyaç duymadım, bir gün ihtiyaç duyacağımı da sanmıyorum ama Verdi, Bizet, Rossini, Puccini, Berlioz diye inleyen çok sayıda dindar tanırım.
Durum, Ahmet Altan'ın resmettiği (görmek istediği) gibi değil yani.
Ne diyor usta kalem Ahmet Altan, "özrü kabahatinden büyük" dedirtecek yazısında?
Daha doğrusu demiyor da, "demeye çalışıyor..."
Şunu: Ben şu (gelişmiş, soylu, seçkin ve Hasan Paşa'nın torunu olan) halimle operayı sevmiyorken, "dindarlar" nasıl olur da opera sever, nasıl olur da "operada mescit" diye tutturur?
Hoca değilmiş; hoca olsaymış "Operaya mescit çok önemlidir" diyen o Müslümanları vaazlarıyla helak edermiş.
Hiç zahmet etmesin... Önce "hoca", "dindar", "Müslüman" kavramlarını yerli yerinde kullanmayı öğrensin...
Biz burada, Ahmet Altan'ın, bir laikçi kurnazlığıyla, ilgili kanun taslağından "cımbızla" çekip çıkardığı bir hususu tartışıyoruz... Ve yine Ahmet Altan'ın, niçin bazı sanatları ötekine yakıştıramadığını, yakıştırmak istemediğini, buradaki "seçkinci hastalığı" anlamaya çalışıyoruz. Ve anlıyoruz.
Öyle ya, hoca olsa, modernizmin bir veçhesi olarak karşımıza çıkan durumla ilgili dindarları haşlayacak... "Modernizmle sınanma" ayrıcalığı yalnızca kendisine (kendi sınıfına) ait çünkü...
İçi rahat etsin. "Operaya mescit çok önemlidir" diyen bir dindar yok.
Hatta, böyle bir "dindar türü" yok.
Mahut kanun taslağını dikkatlice okusun.
İyi bir gazeteci, dikkatli bir gazeteci, mesleğine saygı duyan bir gazeteci, hakkında yazacağı konuyu enine boyuna okur, öğrenir, varsa itirazlarını öyle sunar.
Hem, ne o öyle, "Yakında cami avlularında Tosca'nın kasetleri satılmaya başlarsa hiç şaşırmamak gerek demek ki" türünden nafile mizah çabaları, aşağılama girişimleri?
Mesele bu mu?
Hakikaten bu mu?
Duayen gazeteci, usta kalem, kelimelere dans ettiren yazar Ahmet Altan'ın kendisini düşüreceği durum bu mu olmalıydı?
(Kaynak: HABER VAKTİM)
Ahmet Kekeç
Star
akekec@stargazete.com
11 Haziran 2012
Rahmetli Cahit ağabeyin, Cahit Zarifoğlu'nun günlüklerini (daha sonra "Yaşamak" başlığı altında kitaplaştırılacaktır) okuduğumda, henüz lise öğrencisiydim.
Sanata, edebiyata, güzelduyuya meraklı ve "yırtmak" isteyen her taşralı gibi, ihtilaçlarıma yöneltilmiş bir ses bulmuştum, büyüsünü bugün de sürdüren o kitapta.
Mesela, "Sizi görmeliyim" diyordu ve ekliyordu: "Ara sıra elle tutulur bir şeye mecbur olmadığımız için mi böylesine perişanız?"
1983 mü?
Bir pansiyonda kalıyordum... Aşağıda gri, donuk, ağır bir nehir gibi akan Haliç... Tekneler, çatanalar, gökyüzüne uzanmış sayısız direklerin arasında yorgun İstanbul.
Geceleri, yatağımda, dizlerimi karnıma çeker, "Yaşamak"tan parçalar okurdum.
Bu kitabın bana çizdiği en tuhaf akıbet, Wagner'i tanıma ve anlama isteği olmuştu.
Cahit abi, Sezar'ın Roma'ya dönüşünü tahkiye eden Wagner parçasını yorumluyordu. Okuduğum en ilginç Wagner yorumuydu ve "Ne anlatıyor bu gürültülü müzik?" sorusuna verilmiş en anlamlı, en sofistike cevaptı: "Ya Roma yoksa... O mutlaka orada olacak Roma yerinde yoksa ne yapardık? Yıldırım hızıyla savaş arzusuna, öfkeye, yırtıcılığa ve melankoliye dönüşen o azgın güç, tepeye çıktığında Roma'yı görmeseydi, birdenbire paramparça olmaz mıydık?"
İtiraf edeyim, bu en sofistike cevap bile beni kesmedi. Wagner'i hiç sevmedim ve anlamadım. Bunda politik bir tutum alış var mıdır? Wagner benim için klasik müzik kanallarından "kaçış nedeni" oldu.
Buna mukabil Chopin'i tanıdım.
Bunu da, elbette, Cahit abinin, tecessüsümü ayaklandıran o "en sofistike cevabına" borçlu oldum.
Rahmetli Cemil Meriç, "Umumiyetle alaturkayı severim. Sevdiğim bir insanla dinlemeliyim müziği. Sevdiğim insanla birlikte dinlediğim müziği severim" diyordu.
Biz, ihtilaçlarıyla baş etmeye çalışan taşralılar da, umumiyetle alaturkayı sevdik ve halk türkülerinde, bozlakta, barakta, dünya sanatçımız Fazıl Say'ın "yavşaklık" diye tanımladığı arabeskte "kendimizce" bir karşılık bulduk.
Bütün bunlarda "karşılık" bulmuş insanların, "umumiyetle" başka dünyalara, başka algılara, başka gustolara meyletmemesi gerekir ve beklenir ama yine Cemil Meriç'in vurgulamasıyla "umumiyetle" bu yargıyı kırdılar ve başka alanlara yöneldiler.
Bir "sosyolojik sonuç"tan söz ediyorum.
Ben operayı sevmem ama sevenleri bilirim.
Hiç opera izlemedim, buna ihtiyaç duymadım, bir gün ihtiyaç duyacağımı da sanmıyorum ama Verdi, Bizet, Rossini, Puccini, Berlioz diye inleyen çok sayıda dindar tanırım.
Durum, Ahmet Altan'ın resmettiği (görmek istediği) gibi değil yani.
Ne diyor usta kalem Ahmet Altan, "özrü kabahatinden büyük" dedirtecek yazısında?
Daha doğrusu demiyor da, "demeye çalışıyor..."
Şunu: Ben şu (gelişmiş, soylu, seçkin ve Hasan Paşa'nın torunu olan) halimle operayı sevmiyorken, "dindarlar" nasıl olur da opera sever, nasıl olur da "operada mescit" diye tutturur?
Hoca değilmiş; hoca olsaymış "Operaya mescit çok önemlidir" diyen o Müslümanları vaazlarıyla helak edermiş.
Hiç zahmet etmesin... Önce "hoca", "dindar", "Müslüman" kavramlarını yerli yerinde kullanmayı öğrensin...
Biz burada, Ahmet Altan'ın, bir laikçi kurnazlığıyla, ilgili kanun taslağından "cımbızla" çekip çıkardığı bir hususu tartışıyoruz... Ve yine Ahmet Altan'ın, niçin bazı sanatları ötekine yakıştıramadığını, yakıştırmak istemediğini, buradaki "seçkinci hastalığı" anlamaya çalışıyoruz. Ve anlıyoruz.
Öyle ya, hoca olsa, modernizmin bir veçhesi olarak karşımıza çıkan durumla ilgili dindarları haşlayacak... "Modernizmle sınanma" ayrıcalığı yalnızca kendisine (kendi sınıfına) ait çünkü...
İçi rahat etsin. "Operaya mescit çok önemlidir" diyen bir dindar yok.
Hatta, böyle bir "dindar türü" yok.
Mahut kanun taslağını dikkatlice okusun.
İyi bir gazeteci, dikkatli bir gazeteci, mesleğine saygı duyan bir gazeteci, hakkında yazacağı konuyu enine boyuna okur, öğrenir, varsa itirazlarını öyle sunar.
Hem, ne o öyle, "Yakında cami avlularında Tosca'nın kasetleri satılmaya başlarsa hiç şaşırmamak gerek demek ki" türünden nafile mizah çabaları, aşağılama girişimleri?
Mesele bu mu?
Hakikaten bu mu?
Duayen gazeteci, usta kalem, kelimelere dans ettiren yazar Ahmet Altan'ın kendisini düşüreceği durum bu mu olmalıydı?
(Kaynak: HABER VAKTİM)