21 Haziran 2012 Perşembe

Melih Anık'dan öğrendiğimiz "Enobarbus Skandalı"nın peşindeyiz!


‘Aslolan tiyatronun özgürlüğünü savunmaktır’

Türkiye’de tiyatro deyince akla ilk gelen isimlerden Haluk Bilginer’in Şehir Tiyatroları etrafında dönen tartışmalara farklı bir itirazı var: “Dünyanın hiçbir yerinde memur oyuncu yoktur, bu anlamda Türkiye tek örnektir. Oyuncuların asıl bununla savaşmamaları çok ilginç. Siz özgürlüğünüzü talep etmezseniz, birileri özgürlüğünüze ipotek koyar.”
04 Mayıs 2012 Cuma 12:57
Fotoğraf: Erhan Arık
Son günlerde Şehir Tiyatroları etrafında dönen tartışmalar, İstanbul Belediyesi’nin yönetmelikte yaptığı değişikliğe tiyatrocuların gösterdiği tepkiler ve Başbakan Erdoğan’ın “Sanat sizin tekelinizde mi?” açıklaması etrafında kıyamet kopuyor. Yıllardır büyük bir çabayla Oyun Atölyesi’nde çok başarılı oyunlar çıkaran Haluk Bilginer’e, bu tartışma hakkında ne düşündüğünü sorduk. Bilginer, Belediye’nin tutumunun hatalı olduğunu düşünüyor ama tiyatrocuları da, sanatın özgürlüğünden çok kendi güvencelerini düşünmekle suçluyor. 

Oyuncular kendi güvencesini değil tiyatronun özgürlüğünü savunmalı

LORA BAYTAR
•          Kapalı gişe oynuyorsunuz ama Türkiye’nin en pahalı özel tiyatrolarından birisiniz. Bunun nedeni ne?
Yoo, biz çok ucuzuz Devlet Tiyatrolarına göre. Devlet Tiyatrosu bizden daha pahalı…
•          Nasıl yani?
Kaç para veriyorsunuz Devlet Tiyatrosu’na?
•          Tam bilet 10 lira.
Yanlış biliyorsunuz. 100 lira veriyorsunuz. 90 lirası peşin alınıyor çünkü. 10 lirayı kapıdan girerken veriyorsunuz. 90 lirayı da vergilerinizle. O oyunlar sizin paranızla yapılıyor. Parasını ödediniz aslında, hem de peşin... Biz çok ucuza oynuyoruz. 40 liranın üzerine çıkmaya korkuyoruz.
•          Daha önce “Sanatçı memur olamaz” demiştiniz; sanatçıya memur sıfatı veren 657. Madde için ağır eleştirileriniz oldu.
Ulusal tiyatro olmasın demiyorum, memuriyet olmasın diyorum. Dünyanın hiçbir yerinde memur oyuncu yoktur, bu anlamda Türkiye tek örnektir ve oyuncuların da bunda ısrar etmesi, asıl bununla savaşmamaları bana çok ilginç geliyor. Çünkü siz özgürlüğünüzü talep etmezseniz, birileri gelir ve özgürlüğünüze ipotek koyar. Çünkü özgür değilsiniz, memursunuz. Memur ne demek? Amiriniz var. Sanatçının amiri olur mu?
•          Şehir Tiyatroları zor zamanlardan geçiyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz.
Aynı sıkıntı oradaki de... Memursanız, amiriniz var ve amiriniz bir gün “Ben böyle yapmanı istiyorum” der. Yarın başka bir amir gelir, başka bir şey söyler. Tabii ki belediyenin yaptığı çok yanlıştır. Böyle bir şey olmaz, bürokratlar tiyatroya karar veremez. Ama, iyi de, sen de memursun.... Bundan 10 yıl önce Taksim Sahnesi’nin girişinde bir bildiri gördüm. “Sanatçı emekliliğine hayır” başlıklıydı o bildiri ve “Sanatçılar emekli edilemez” deniyordu. Güzel kardeşim, sen memur olmayı kabul ettin de, emekli olmayı mı kabul etmiyorsun? Memursan emekli olacaksın, işin kuralı bu.
•          Şimdi ne olacak peki?
Bu badireyi atlatırlarsa memur olmaya itiraz edecekler ve tiyatronun özgürlüğünü kazanacaklar. Kendi garantilerini değil, tiyatronun özgürlüğünü kazanırlarsa güzel şeyler olur.
•          Devlet ve Şehir tiyatrolarının repertuvarını nasıl buluyorsunuz? Cesur oyunlar sahnelenmiyor mu sizce de?
Öyle ama, bir gün geliyor, böyle şeyler oluyor. Hayatında bir kez bile olmaması gereken bir şey, bir kere bile olsa, bu çok fazladır. Sanatçı memur olamaz, nokta. Bunun tartışması bile abesle iştigaldir. Sanatçının hayatını garanti altına almak gibi bir derdi varsa nasıl sanat yapacak? Güvence aranarak hayat ve insan merak edilemez. Çünkü oyuncunun işi, insanı merak etmektir, hayatı merak etmektir. “Bir güvencem olsun da merak etmesem de olur”la oyunculuk olmaz. İki yanlış bir doğru etmez. Belediyenin yaptığı tabii ki yanlıştır ama memur olmak da yanlıştır.
•          Belediye geri adım atar mı?
Hiç beklemiyorum, atmayacak. Niye atsın ki, parayı ben veriyorum, benim istediğim olacak, sen benim memurumsun diyor. Niye hâlâ perde açılıyor Şehir Tiyatrolarında? Bana böyle yapsalar ben perde açar mıyım? İstifa eden oyuncu oldu mu? Olur mu sizce? Cevap veriyorum, olmaz ve bu böyle devam edecek. Oyuncular toplu istifa etmediği sürece bu böyle devam edecek. Biz bu yapının değişmesini istiyoruz demedikleri, özerklik talep etmedikleri, memur kaldıkları sürece, istediğin kadar konuş, “657’ye bağlı memurumsun, ben ne dersem o olur” der senin patronun. Patronlu sanat olmaz. Ama devlet de tiyatro yapılacak ortamı yaratmak zorundadır.
•          Türkiye tiyatrolarında sahnelenen oyunları nasıl buluyorsunuz? Daha deneysel oyunlar sahneleniyor geçmişe göre...
Çok güzel şeyler yapılıyor farkındayım ve tiyatro açısından bir hareketlilik var. İnsanlar cesaret edip kendi tiyatrolarını kuruyorlar ve orada oynuyorlar, bu takdir edilesi bir şey. Çünkü ödenekli tiyatrolarda oyuncular oynamayayım diye çaba sarf ediyorlar. “Aman bana oyun asmasınlar...” diye düşünüyorlar. Gidin bakın, ödenekli tiyatrolarda, eğer çok sevdiği, ille istediği bir şey yoksa “Ay bana yine oyun asmışlar yaa” diyor oyuncular. Böyle oyunculuk olur mu?
Özel tiyatroların ayakta durabilmesi için devletin görevini yapıp olanak sağlaması lazım. Mesela bu tiyatro salonunu biz yaptık. Bizim işimiz olmamalı salon yapmak. Bir aktör neden tiyatro yapsın? Tiyatro zaten olmalıdır, ben ne anlarım inşaattan, betondan, tahtadan, ama biz hiç kimseden 5 kuruş almadan yaptık burayı. Ayıp değil mi? Ayıp. Ama Türkiye’de ayıplar o kadar çok ki... Bu ayıp da laf arasında kaynayıp giden bir ayıp olsun, daha büyük ayıplarımız var bizim...
•          Ne gibi ayıplar?
Çook... Türkiye’nin tarihi... Ayıp değil mi canım... 1915’ten başlayabilirsiniz mesela.
•          1915’le, 12 Eylül’le, 28 Şubat’la hesaplaşmaktan bahsetmiştiniz bir röportajınızda. Nasıl olacak bu hesaplaşmalar?
‘Hesaplaşmak’, 1915’le ilgili kullanılacak bir fiil değil. 28 Şubat’la, 12 Eylül’le, 27 Nisan’la, 27 Mayıs’la, evet hesaplaşmak gerekir. Ama 1915’le yüzleşmek gerekir. Biz yüzleşememişiz yıllarca, 100 yıldır yüzleşememişiz ama yüzleşmenin zamanıdır, çok geçmiştir üstelik. Ve bunun yapılabilmesi için devletin arşivindeki her şey açıklanmalıdır ki yüzleşebilelim. Bize tarihte öğretilmedi bunlar.
•          Siz ne zaman öğrendiniz?
Okul bittikten sonra. Okulda kimse öğrenmez bunları. Merak ederek öğrendim. Benim işim bu, merak etmek. Ne oldu, ne bitti, bize niye anlatılmadı, neden saklanıyor? O kadar sıradan gerçekler var ki saklanılan. Mesela biz Can Dündar’ın belgeselinden öğrendik Atatürk’ün annesinin Ali Rıza’dan sonra yeniden evlendiğini. Niye saklandı bu bizden, ayıp mı? Bize hiçbir şey öğretilmemiş. Sabiha Gökçen’in Ermeni olduğu yazıldığında kıyametler koptu. Ne var bunda? Sabiha Gökçen evlat edinilmiş bir Ermeni olsa ne olur?
•          Ermenilik küfür sayılıyor, ondan olsa gerek...
Osmanlı’da da Türk küfürdür biliyor musunuz? Ve bu küfrü alıp gurur duyulacak bir şey yapmaya çalıştık biz 1923’ten beri. Ama biz bir şeyle gurur duyarken, gurur duyduğumuz şeyin de ne olduğunu unutmaya başladık. Biz bu toprakların insanı olmakla, tüm tarihini üzerimize alarak yaşayabilseydik, çok daha başka bir şey olabilirdik. Geçmişimizin hard disc’ini sildik biz, sıfırdan başlattık, halbuki orada öğrenilecek çok şey var.
•          1915’le yüzleşilebilecek mi?
2015’ten önce olmak zorunda gibi gözüküyor. 2015 beklenirse ve geçirilirse çok geç kalınmış olacak. “Popülist” bir tavırla “Biz Ermenilerden özür diliyoruz” gibi bir cümle de yetmiyor bence. Yüzleşelim, anlayalım önce. Şu belgeleri bir çıkartsanıza tam olarak, herkes anlasın. Sonra diyelim ki, of ya, bu çok büyük felaket. O gerçeği tanıyalım, ondan sonra özür mü dileyeceğiz, sarılıp öpüşecek miyiz? Yolumuza nasıl birlikte devam edeceğiz onu düşünelim beraber.
•          Yaşananların adının soykırım olup olmaması size ne ifade ediyor?
Çok bir şey ifade etmiyor ama uluslararası literatürde soykırımın yaptırımları var, onlardan korktukları için devletler “soykırım” lafını kullanmaktan çekiniyor. Toprak talebi, tazminat talebi gibi. Ama yüzleştikten sonra ne olacağı çok da önemli değil. Ve hangi zihniyet Hrant’ı katletti, onu anlayalım. Eşinin dediği gibi, bir bebekten nasıl katil yarattık, onu anlayalım biz.
•          Hrant Dink’in nüfus cüzdanındaki adının Fırat olmasını Türkiye’nin bir ayıbı olarak görmüştünüz, nasıl bir ayıp bu sizce?
Çok acı bir durum. Nasıl vereceğiz bunun hesabını hakikaten. Türkiye adına çok büyük ayıp. Oyuncu arkadaşım Kevork Malikyan Türkiye’ye girerken bugün bile polis soruyor “Niye değiştirmediniz adınızı?” diye. Bu zihniyetle biz nasıl ileri adım atacağız, nasıl demokrasi sağlayacağız? Sana ne? Neden değiştirsin... Zaman zaman umudumu kaybetsem de umutluyum. Bundan daha kötü olamaz artık, o yüzden daha iyi olmak zorunda. Bakın, Agos hâlâ devam ediyor. Hrant yok ama Agos var... Hrant’ın bedeni yok ama Agos ve fikri orada hâlâ. Geleceğe taşıyacağımız şeyler bunlar. Ben de yarın ölebilirim ama burası var. Burası otopark olmayacak, birileri bomba koymadığı sürece tiyatro olarak devam edecek.
•          Düşünen ve üreten bir sanatçısınız. Siyasetle aranız nasıl?
Siyaset, hava almak, su içmek gibi direk hayatımızı etkileyen bir şey. Siyasetle sanatın çelişkisi var. Onun amacı iktidar olmak, benim amacım muhalefet etmek. Onun için siyasetin içine girmem. Girersem oyunculuk yapamam. Muhalif kalmam lazım, siyasetin karşısında olmam lazım. Benim her söylediğini onayladığım bir parti iktidara gelse ben yine muhalefette olmalıyım, işim bu. Muhalefetsizlik de mutlak iktidar da çok tehlikelidir.

KEVORK ŞİVELİ
KONUŞSA NE OLUR?
ENOBARBUS DA
ŞİVELİ KONUŞABİLİR

Oyun Tiyatrosu’nun son oyunu, Marcus Antionius ile Kleopatra’nın aşkını anlatıyor. William Shakespeare’in tiyatroya uyarladığı bu efsane aşk, Bülent Bozkurt’un çevirisi, Kemal Aydoğan’ın yönetmenliğiyle sahneleniyor. Marcus Antonius’u Haluk Bilginer’in canlandırdığı oyunda, İngiltere sahnelerinden tanıdığımız Kevork Malikyan Domitius Enobarbus rolünde çıkıyor karşımıza.
• Oyun Atölyesi’nde çok sık Shakespeare eserleri sahneliyorsunuz. Bunun nedeni ne?
İyi yazılmış ve bizim de altına imza attığımız cümleleri kuran oyunları sahnelemeyi seviyoruz. Ama Othello’dan beri 8-9 yıldır her yıl bir Shakespeare yapıyoruz. Shakespeare, Türkiye’de bugüne kadar çok fazla ceketimizin düğmeleri iliklenerek ele alındı. Halbuki sadece belli bir zümreye, sadece soylulara, asillere değil, bira içip bir peni verip gelen insanlara da masal anlatır o. Türkiye’de Shakespeare oyunlarında “Bir dakika, Shakespeare bu, ciddi olalım” gibi bir durum var. Halbuki öyle ciddi olunacak bir şey yok. Ciddiye alınacak çok şey var ama ciddi olunacak bir şey yok. Shakespeare çok büyük bir deha. Böyle bir dehanın oyunlarını oynamayı çok seviyoruz.
•          Bu oyunla Londra’da Shakespeare festivaline de katılacaksınız
Globe to Globe Shakespeare Festivali’ne Türkiye’den de biz katılıyoruz. 37 ülkeden 37 değişik dilde Shakespeare’in 37 oyunu oynanıyor.
•          Türkiye’den önce üne kavuştuğunuz yerde, yani Londra’da sahnede olmak sizin için ne ifade edecek?
Londra’da ilk kez Türkçe oynamak benim için ilginç olacak. Yunanlılar Yunanca oynayacak, Pakistanlılar Urduca, Ermeniler Ermenice oynayacak; herkes için çok önemli bu.
• Kevork Malikyan’la nasıl tanıştınız?
Kevork benim 30 yıllık arkadaşım. 1980’lerde bir filmde birlikte oynamıştık. Türkiye’ye yeni taşındı. Aslında ruhban okulundan mezundur. Papazdır yani. Ailesi Kevork’un yeteneğini fark edince 1963’te Londra’ya oyunculuk okuluna yollamış. Şimdi Türkiye’ye Oyun Atölyesi’nin davetiyle geldi ve çalışma izni aldı. Ama Türk vatandaşlığı yok hâlâ.
• Sahnede Kevork Malikyan’ın Ermeni şivesi baskın olarak hissediliyor, bu oyunun kurgusu gereği sizi rahatsız etmedi mi?
Şive farkı var, evet; ama olsun, ne olur ki? Enobarbus da şiveli konuşuyor olabilir. 
(Kaynak: AGOS)