16 Mayıs 2012 Çarşamba

Kasım 2011 bilimsel tiyatro'da, Mayıs 2012 Yeni Tiyatro'da yayınlanan yazıyı, Hayrettin Filiz'den izin alarak aktarıyoruz!


DARÜLBEDAYİ’NİN OYNADIĞI İLK YERLİ OYUN
     - B A Y K U Ş -

“Susunuz! Ben baharı sis görürüm.
  Karakış serpiyor cihana ölüm.
  Geziyor her tarafta bir canavar.
  Şimdi baykuş sesiyle fırtına var.
  ...
  Kar yağıyor dağda, kırda kalmaz yem
  O zaman bir derin ağaçlıktan
  Gece bir kurt inilder açlıktan.
  Yıkılır arza bir bulut yığını, 
  Gönderir baykuş ufka çığlığını...”

  (“Baykuş”/ Birinci Meclis/ Birinci Perde)


            Efendim bu yazıyı yazmak için yaklaşık bir sene araştırma yaptım. Ve ne yazık ki, ustaların kitabında bir iki paragraflık notlar dışında çok da derin bilgilere ulaşamadım. Bu kez rotamı dönemi yaşayan insanların anılarına çevirdim. Özellikle Vasfi Rıza Zobu’nun anılarında direk Baykuş’la ilgili şeyler olmasa da dönemi aydınlatan çok şey buldum. Sonra Muhsin Ertuğrul’un anılarında ilginç şeylerle karşılaştım. Üstüne de oyunun yazarı Halit Fahri Ozansoy’un “Darülbedayi Devrinin Eski Günlerinde” (Ak Kitabevi, İstanbul, 1964) adlı kitabını okuduğumda bu bölük pörçük bilgilerin bir araya getirilip, yorumlanması gerektiğini düşündüm... Peki bu Baykuş’u neden bu kadar önemsedim? Önemsedim; çünkü –herşey bir yana- Darülbedayi’nin ilk oynadığı yerli oyun Baykuş’tur. Önemsedim; çünkü saçından tırnağına kadar bize aittir. Ne bir uyarlamadır, ne de bir öykünme... Önemsedim; çünkü Türk Tiyatrosu emekleme günlerindeyken patlayan 1.Dünya Savaşı en azgın günlerine yaşamaktayken, dönemin en ünlü oyuncuları işgal İstanbul’unda “özgün” bir Türk eseri etrafında buluşmuşlardır.


            Az sonra sizi konuk edeceğim aracımla yapacağımız yolculuk, Türkiye’de ilk seferini yapacak bildiğim kadarıyla. (Buna sevinmeli miyim, üzülmeli miyim bilemiyorum?)
            Efendim, Darülbedayi’nin oynadığı ilk yerli oyun Halit Fahri Ozansoy’un “Baykuş” isimli manzum eseridir. Bu oyun, her ne kadar Darülbedayi’nin o güne kadar( 2 Mart 1917 ) oynadığı dördüncü oyun olsa da; daha önce oynanan oyunların hepsi uyarlamaydı. Örneğin Baykuş’tan hemen önce, 17 Ocak 1917’de İbnürrefik Ahmet Nuri’nin tek perdelik “ Kısmet Değilmiş” adlı uyarlaması oynanmıştı.
            Baykuş’un ilk gösterimi 2 Mart 1917’de Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu’nda yapılmıştır. İlk oynanıştan iki gün önce, aynı sahnede yalnız gazetecilere ve edebiyat çevresine, genel prova niyetine bir ön gösterim yapılmış; o gösteride izleyici Yahya Kemal ve oyuncu Muhsin Ertuğrul herkesin önünde söz dalaşına girmişlerdir. Bu olayın ayrıntılarına ileride geleceğiz ama benim bu yazımı neden bu kadar önemsediğimin altını iyice bir çizmem gerekiyor. Sevgili okuyucu, ne Baykuş dört başı mamur, mükemmel bir teknikle zamanları aşmış bir oyundur, ne de Halit Fahri Ozansoy devirleri değiştirmiş bir tiyatro sihirbazıdır. Hayır, bu dediklerimin aslında içimdeki heyecanla hiçbir ilişkisi yok. Aslında bunların önemi bile yok. Önemli olan Darülbedayi’nin ilk kez bir yerli oyun oynaması ve bunu umutsuz, moralsiz, işgal altındaki halka sevdirip, kabul ettirmesidir. (Hatta bu başarısından ötürü Darülbedayi Yönetim Kurulu oyun yazarı Halit Fahri’ye 10 lira ikramiye bile vermiştir. )


            Ara ara ana yoldan ayrılıp, önemsediğim ayrıntılara girersem bana kızmayın. Baykuş, (şimdiki tiyatro adamlarını çok da ilgilendirmese de) tiyatro tarihimiz için üzerinde ısrarla durulması gereken bir ilk olaydır. Öyle ki Baykuş’ta birinci erkek rolünü oynayan Muhsin Ertuğrul öylesine etkili bir sonuç alır ki oyundan, bu sonuca yaslanarak,  hemen üç ay sonra, 26 Haziran 1917’de kendi çevirisi olan Henri Kistmaekers’in “Uçurum” (La Flambee) adlı oyununu sahneler. Ancak Darülbedayi içindeki huzursuzluk almış başını gitmiştir. Parasızlık bir yandan, sistemi oturtamamak bir yandan çekelerken, bir de adam kayırma dedikoduları; yönetimle oyuncular arasında kapatılamaz bir uçurum yaratmıştır. Bu da sıkı çatışmalara yol açacaktır. İşte bu çatışmalardan birinde genç Darülbedayi 24 Aralık 1917’de iki değerli evladını kaybeder. Bunlardan biri Fikret Şadi, diğeriyse henüz altı ay önce sahnede neredeyse yurtseverliğiyle bayraklaşan Muhsin Ertuğrul’dur. Her iki sanatçı da “serkeşlikle” suçlanıp, Darülbedayi’den uzaklaştırılırlar.
            Bu anektodu niye anlattım, biliyor musunuz? Altı ayda tepetaklak gelebilen bir tiyatro aleminde bir ilk gerçekleşiyor ve -bence- kimsenin bununla ilgilenmemesi bana tiyatro tarihimiz adına acı veriyor da ondan...
           
            “Uyuyor hasta Mehmedim bitap;
              Uyuyor sanki bir soluk mehtap.
              Kaplamış gölge göz kapaklarını;
              Ruhu bekler bahar şafaklarını.
              Sevgilim bul şifa ki ben güleyim
              Bir de bir hıçkırıklı, hasta “ney” im!
              Seni yadeyliyor bu son nale;
              Uyu, alnında kollarım hale!”
              (Baykuş / Birinci Perde / Dördüncü Meclis)




            Halit Fahri Ozansoy, anılarında diyor ki “…(hikayeci dostum) Hakkı Tahsin’le beraber bir akşam, Osmanbey’de Raif Paşa apartmanına gitmek üzere Valideçeşme’sinde o tarihte gene beraber oturduğumuz evden çıkmış, Maçka kışlasına doğru çıkan yokuşu tırmanıyorduk. Karanlık bir geceydi. Üstelik yağmur da çiselemeye başlamıştı. Evden çıkalı galiba hiç lakırdı etmemiştik. Çünkü o gün harbe dair üzüntülü haberler işitmiş, şehirde birçok ıstıraplı levhalarla karşılaşmıştık. Bunun için ikimiz de ruhumuza eğilmiş, ruhumuzun hüznünü dinliyorduk. İşte tam bu esnada, Maçka kışlasının karşısındaki kahvenin bahçesinde bir ağacın üstünde sert bir kanat sesi duyuldu ve arkasından acı acı bir baykuş öttü. Ben ürpererek durdum ve yanımdaki Hakkı’nın da böyle bir hareketini sezer gibi oldum. Galiba bir şey söyleyecekti. Fakat baykuş bir daha öttü. O zaman arkadaşıma, gayri ihtiyari: “Sus! Karanlıkta baykuş öttü yine” dedim. Sonra sinirli bir gülüşle bir şey fısıldadım. “Tuhaf! Aruzla konuşuyoruz” dedim. İşte Baykuş’un ilk mısraı böyle doğdu”...



            Her ne kadar H.F Ozansoy sanki bir ilhamdan söz etse de, dönemin gerçekleri umutları bitirmiş, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu, insanları çaresizliğe itmiştir. Zaten kimi sanatçıların ve çoğu okuyucu/izleyicinin büyük hatası, sanki hayran oldukları, ağlayıp/güldükleri, acı çekip/model aldıkları sanat ürünlerinin “durduk yerde, aniden” ortaya çıktığını sanmalarıdır. Ne büyük hata… Ozansoy’u dinleyelim:
“...Ve birden, nasıl oldu bilmiyorum, arkama döndüm. Sanki görünmez bir el başımı o tarafa çevirmiş ve gözlerim taşlığın üstünden, karşıya, Üsküdar ufuklarına dalmıştı. Yine nasıl oldu bilmem, ufuktaki kara bulutları yararak alevli bir ay mı yükseliyordu, yoksa bu, benim bir vehmim miydi, bu anın içinde korkunç esrarlı bir manzara ile karşılaştım. Karacaahmet’in mezarlarını ve servi dizilerini görür gibi oldum, ve bir çok ışıklar, Üsküdar’ın ışıkları, mezardan bakan ölü gözleri gibi solgun ve sonsuz parlıyorlardı. Ve arkası bu levhanın ötesi de hep böyle serviler, mezarlar ve türbe kandilleri ile uzayan garip ve bedbaht bir diyardı: yaralı, bakımsız ve muzdarip Anadolu! Bir saniye içinde bütün bunları bir kabus içinde gördüm, bunları sezdim ve bunların arasında gözlerimin önüne, ağır ağır bir takım hayaller hücum etti ki, ihtiyar babalar, hasta Mehmetler, gözleri yaşlı Ayşelerdi bunlar... Baykuş, işte o gecenin hatırasıdır. Karanlıkta çiseleyen bir yağmur altında bir baykuşun kanat sesi ve çığlığı ile doğmuştur. Fakat öyle sanırım ki, o acı günlerde, ben bundan başka bir şey yazamazdım ve yazmamalıydım. O bedbaht devirde, o kan ve gözyaşı devrinde, bir genç şairin neşeli bir ilham aramasına ve bu ilhamı bulmasına imkan mı vardı?”


 “12 Eylül 1915: Halit Fahri Bey’in Baykuş isimli 3 perdelik manzum masalı okunmuş ve ittifak-ı ara ile kabul edilerek, müellifine heyet-i edebiyece beyan-ı tebrigat edilmiştir.”
            Yukarıdaki Osmanlıca ağırlıklı notu, Darülbedayi İdare Heyeti’nin Karar Defteri’nden alıntıladım. Artık Baykuş yazılmış, Darülbedayi İdare Heyeti’ne sunulmuş ve “ittifakla” kabul edilmiştir. Sadece bir hafta sonra (19 Eylül 1915’te) rol dağılımı yapılacak oyunun bu “okunma” macerasına biraz yakından bakalım şimdi.


   
            BAYKUŞ’UN DARÜLBEDAYİ’DE  İLK  OKUNUŞU
            Ozansoy’un anılarında, yazarın “bir tarihsel onuru” kaçırmaktan kıl payı kurtulduğunu okudukça, ateşimin yükseldiğini, neredeyse heyecanlandığımı biliyorum. Anlatayım :
            “Baykuş yazılmış, hazırdı. Bastırmayı düşünüyor, fakat oynatmayı henüz aklıma bile getirmiyordum. Oynatmak için bir adapteyi (uyarlamayı - HF) Darülbedayi heyetine okumak tasavvurunda idim. Bu piyesin aslı, Bataille’ın Madam Colibri’siydi. Ki, yıllardan sonra, Darülbedayi’nin ikiye bölünmesi üzerine bir kısım artistlerinin teşkil ettiği Türk sahnesinde “Hazan Yuvası” ismiyle oynanmıştır. Hasılı, kolumun altındaki çantanın bir gözünde Baykuş, bir gözünde Cici Anne, her gün Bakırköyünden İstanbul’a bu piyeslerle iniyordum. “Baykuş”u zevkim için, trende göz gezdirir ve belki bazı mısralarında yeniden tashihler yaparım diye yanımda taşıyordum. Bazen pek samimi bir dosta parçalarından okuduğum da oluyordu. Cici Anne’ye gelince, okunmak için heyet-i edebiyenin eşref saatini beklemekte idi. Nihayet bir gün o saat geldi ve beni Letafet apartmanındaki büyük salona çağırdılar.
            Salona girdiğim zaman şaşırdım. Geniş, uzun masanın etrafı yirmiye yakın çehre ile donanmıştı ve en başta, şeref makamına Süleyman Nazif kurulmuştu.
            Heyet azasını selamladım, oturdum ve içimden :  “Hayret!” dedim; “bütün bu kalabalık bir adapte piyesini dinlemek için mi toplanmış?” Fakat kafamdaki düğümü, derhal Hüseyin Suat çözdü : “Bırak şimdi adapteyi” dedi; “şu çantanda gezdirdiğin manzum piyesi çıkar da onu oku! Hepimiz meraktayız.” Hayretim büsbütün ziyadeleşmişti. İçimden de : “İyi ki defterleri evde bırakmamışım.” diyordum.
            Nihayet heyecandan titreyen ellerimle defterler ortaya çıktı; herkes, aralarında konuşmayı bıraktı ve ben, derin bir sessizlik içinde okumaya başladım. Sanki bir köprüden geçiyordum. Köprü ya yıkılacak, ya beni karşı sahile çıkaracaktı. Yıkılırsa bir daha edebi hayata çıkış yoktu. Bunu hissediyordum ve zaferi bütün ruhumla arıyor, içimden taştan mısralarla çağırıyor, çağırıyordum. İşte bu heyecanla ilk perdenin son mısraını okuyup başımı etrafıma çevirdiğim zaman, hakkındaki hükmü bekleyen bir sanık halinde idim. Hüküm beraat mi, yoksa mahkumiyet mi olacaktı?


            İlk ses İbnürrefik Ahmet Nuri’den yükseldi. : “Yahu bu köpeği sahneye nasıl sokacağız?”… Birden bütün salonu kahkahalar doldurdu. Üstad, Baykuş’un ilk perdesinde, yalnız perdenin sonundaki köpeğe takılmıştı. Evet, Nail şehre doktor getirmeye gittiği halde gelmiyordu, çocuğun yalnız köpeği dönüyordu, fakat bu köpek nasıl olup da aktör gibi sahneye bir sakatlık yapmadan ve rolünü aksatmadan girecekti?
“...Dışarıda bir ayak sesi olur; sonra, fırtınanın uğultusu içinde doğrulur. Mehmet birdenbire durarak,
Mehmet -        O ne? Dolaşan var önünde pencerenin.
Yolcu -            Ben de duydum derin boğuk bir sesi.
Ayşe  -             Kim bilir belki köylünün birisi!
İhtiyar -          Geçen olmaz sabaha karşı sisi.
                                   (Kapı sarsılır.)
Nine -              Kapı şiddetle örselendi. Bu kim?
İhtiyar -         (Birdenbire sevinerek)
                         Belki oğlum, yanında bir de hekim. Açalım!
                         (Dışarıdan bir köpek havlar.)
                         İşte Nailim geldi.
                         Gecenin sanki ruhu yükseldi.
                         Kaç saat var ki ağladım durdum;
                         Bilmiş olsan, ninem, neler kurdum!

                         (Süratle kapıyı açar. Sahneye yalnız köpek atılır. İhtiyar dehşetle geri çekilir ve yürekler parçalayıcı
                         
bir feryat koparır.)
İhtiyar -          Hani Nail?... Ne oldu?... Yarabbi!
                        Bir felaket var. Alnımızda tipi.
                        Kuduran sayhalar koparsa da, biz
                        Durmadan bir dakika gitmeliyiz!
Yolcu -            (Köpeği göstererek) Yolda kaybetti belki sahibini.
İhtiyar -          (Çılgın bir sesle) 
                        Bulsun artık köpek yerin dibini.
                        Beni yalnız düşündürür yavrum.
                        ...”
              (Baykuş / Birinci Perde / Dördüncü Meclis)


            “Vaziyet bu neşe içinde devam etseydi, Baykuş’un talihi ihtimal bir komedi havasına boğulabilirdi. Bereket versin ki, Süleyman Nazif derhal ayağa kalktı ve Victor Hugo’nun bir resmini hatırlatan bir jestle ve sesinde romantik bir ahenkle :
- İşte, dedi, edebi hayatının yirmi senesini atlayan bir genç, tebrik ederim…
            Bunun üzerine ikinci ve üçüncü perdeleri de okudum. Piyes okunup bittikten sonra, bana, nezaketle, biraz dışarıya çıkmamı ve birazdan çağıracaklarını bildirdiler... Nihayet üç dört dakikalık bir perde arası... Tekrar salona girdim. Bütün çehreler dostça gülümsüyor, bütün gözler, bu içeriye giren ve karşılarında hayatının en dehşetli imtihanını geçiren gence karşı ümit verici ışıklarla parlıyordu. Hükmü gene Hüseyin Suat tebliğ etti : Eseriniz ittifakla kabul edildi. Cümlemiz sizi tebrik ederiz... Teşekkür makamında birkaç kelime fısıldadığımı hatırlıyorum... Sevincimden nereye gideceğimi, nereye, kimlere koşup saadetimi haykıracağımı bilemiyordum.  Halbuki kolumun altında sıkı sıkıya tuttuğum çantanın içinde, “Baykuş” un defterleri yanında “Cici Anne” boynunu bükmüş vefasızlığıma için için ağlıyordu.”
            Böylece Türk Tiyatrosu tarihinde bir ilkin gerçekleşme süreci başlıyordu. Sırada rol dağılımı vardı. Türk Tiyatrosu o denli cılız, o denli ihtiyaç sahibiydi ki, bu iş daha fazla uzatılamazdı. Derhal rol dağılımı yapılmış; oyunculara ne kadar para verileceği bile kayıt defterine işlenmişti.
   Adı                                          Maaşı(Kuruş)                          Temsiller Başlayınca
Adriyen Hanım                                900                                                     900
Ertuğrul Muhsin Bey                     1000                                                   1200
Muvahhit Bey                                  1000                                                   1200
Raşit Rıza Bey                                  1000                                                   1200
...
            Baykuş’un oynanmasına karar verilmesine verilmişti ama, en önemli kadın rolü hala açıktaydı. Ayşe rolünü kim oynayacaktı? Ozansoy dönemin en iyi kadın oyuncusu Eliza Binemeciyan üstünde ısrar ediyordu, heyet de bunu doğrulasa da, Binemeciyan bir türlü rolü oynamaya yanaşmıyordu :
            “Ben hiç manzum eser oynamadım. Muvaffak olamazsam hem piyesi, hem kendimi düşürürüm.”


            Ozansoy, Eliza Hanım’a öyle güveniyordu ki; anılarında onun için şu satırları yazmıştır :
“... Türkçeyi pürüzsüz konuşuyor. Madam Kınar’daki Ermeni telaffuzundan onda kulağı tırmalayacak hiç bir yakınlık sezilmiyor... Bilakis, Eliza’yı tanımayanlar, onu bir Türk kadını bile sanabilirler... Eliza’nın sesi de telaffuzu kadar tatlı ve ahenkli...”
            Nihayet uzun uğraşlar sonucu Eliza rolü oynamayı... kabul eder. Artık Baykuş’un temsili için provaların başlamasına hiç bir engel kalmamıştır. Ardından rol dağılımını gösteren kağıt duvara asılır.
            İhtiyar Köylü -          Ertuğrul Muhsin
            Mehmet -                    Muvahhit
            Yolcu -                        Reşit Rıza
            Köylü -                       İbrahim Galip
            Ayşe -                         Eliza Binemeciyan
            Nine -                         Adriyen
            Periler Melikesi -      Sara Mannik


            Bunun dışında, ilk perdenin sonundaki köylüler için figüran olarak birkaç kişi ve ikinci perdedeki perilerin dansı sahnesinde dans etmek üzere Garden Bar artistlerinden birkaç dansçı kız kadroya alınır. Bu dans sahnesinin müziğini de ünlü besteci Mösyö Hege yapacaktır. Artık provalara geçilebilir.
            Provalara geçmeden önce, oyunun birinci erkek rolünü oynayan Muhsin Ertuğrul’un o günlere dair yazdığı notlara da bir göz atalım isterseniz. Hoca şöyle bir not almış : “... Darülbedayi’de öğrenciliğe giriş sınavlarına katılanlar arasında ozan Halit Fahri (Ozansoy), tiyatronun sahne üzerindeki oyunculuğuna en elverişsiz, en az uygun kişilerden biriydi. Ozansoy’un o günlerde ozanlığı ne kadar dikkati çekiyorsa, sahne üzerinde uğraşıları da o kadar yadırganıyordu. En acısı, Halit Fahri de bunu, bu başarısızlığı görüyordu; ama bu eksikliği kendine zerre kadar dert etmiyordu... Ozansoy, oyunculuğun her yönünü denemek, gerçekte hiç umut yoksa o zaman bağrına taş basarak aktörlüğe veda etmek niyetindeydi... Günün birinde... bana Baykuş adında bir manzum piyes yazdığını söyledi. Başrolünü de beni düşünerek çalıştığını ekledi... Halit Fahri Darülbedayi kurulduğundan o yana geçen iki yıl içinde ilk telif eseri yazmış ve her biri edebiyat alanında birer dev olan bu edebi kurul önünde yapıtını okuyarak başarı sağlamıştı... Darülbedayi 1917 kışında artık Baykuş’un ilk oynanışı için hazırlık peşindeydi…Hemen kolları sıvadım; bir dekor maketi yaptım... Yönetim kurulu dekoru beğendi uygulamak için İzobella’yı görevlendirdi... İlk tiyatro okulunun ilk öğrencileri arasında yalnız sahne oyuncusu değil, tiyatro yazarı da yetişmiş bulunuyordu.”


BAYKUŞ  PROVALARI                             
            “...
              Aşk için ağlamak didinmektir.
              Sonra gizli bir kabre inmektir.
              Ağlamaktan hayatınız kararır.
              Ağlayan her gönül çabuk sararır.”
              (Baykuş / İkinci Perde / İkinci Meclis)
   
            Provalar, Şehzadebaşı’nda okuma provaları şeklinde başlar. Hemen bir iki gün sonra da Tepebaşı Tiyatrosu’na aktarılır çalışmalar. Diyor ki Ozansoy; “...ben her gün provalarda bulunuyordum. İdare heyeti azalarının da biri giderse öteki mutlaka bu provalara nezaret ederdi. Bilhassa Hüseyin Suat... ve sanat dostu, reis İsmail Cenani Bey...”
            Provalar hızlanmış, oyunun dekorları Galatasaray Lisesi’nin boş bir odasında yere serilerek yapılmaya başlanmıştır. Ressam (yeni terimle dekorcu) İzola Bella adında bir İtalyandır. “İzola Bella adı” diyor Ozansoy, ”bu ada bakarak onun kadın olduğunu düşünmeyin sakın, zayıf, çelimsiz ama çok yetenekli ve çalışkan bir adamdır.” (*Not; Muhsin Ertuğrul anılarında bu kişiden İzobella diye söz eder.) Özellikle orman dekoru oyunun oynandığı ilk gece, perde açılır açılmaz halkın uzun süre kesilmeyen alkışlarıyla taltif edilmiştir.(*Not; Muhsin Ertuğrul dekorun maketini kendisinin tasarladığını söyler. Ancak Ozansoy’un ayrıntılı olarak hazırladığı anılarında bu ayrıntıyla karşılaşmadım - HF)
            İzola Bella’nın son derece alçakgönüllü ve işinin uzmanı biri olduğu anlaşılıyor. Çünkü hakkında çok şey bilmediğimiz bu “tiyatro kahramanı”yla ilgili Ozansoy’un ilginç bir notu var : “... ressam her hususta anlayışlı ve sabırlı bir artistti...Bütün arzulara boyun eğiyor ve işine tekrar tekrar başlıyordu... Kaç maket yaptı hatırlamıyorum... (Ancak) en sonunda heyet tarafından bir ikramiye de ona düştü. 7 Mart 1332 (1916) tarihli masraf defterine düşülen not : Baykuş dekorunun maket imaliyesi : 432 kuruş… Gene İdare Heyeti’nin kararı üstüne, 30 Teşrinievvel 1332 tarihiyle masraf defterine düşülen kayıt : Baykuş müellifi Halit Fahri Bey’e verilen ikramiye : 1000 kuruş... Bu on lirayı bir zarfa koyarak muhasebe odasında hediye etmişlerdi. Zarfı ancak Darülbedayi’den ayrıldıktan sonra açmış ve içindeki on lirayı görünce hayretlere düşmüştüm... O zamana göre bu para mühim bir kazançtı...(Ancak) yüzde onlardan biriken telif hakları bazı haftalar gecede seksen, doksan lirayı bulmaktaydı ve (bana) mükafat olarak verilen para sadece 1000 kuruştu...”


            Ezberler ve danslar bir yandan doludizgin sürerken, diğer yandan dekorlar hızla tamamlanmaktaydı. Baykuş’un birinci ve üçüncü perdesinin dekoru olan köy kulübesi tamamlanmış, ikinci perdenin orman dekoru ve ormandaki servilikler içindeki türbe görüntüsüne kalmıştı iş. Yalnız bir sorun vardı : türbenin şekli nasıl olmalıydı? Gerisini Ozansoy anlatıyor : “Bir gün reis İsmail Cenani Bey, beni Nişantaşındaki konağına davet etti... Mükellefçe bir salonda karşıladı beni. Salonun duvarlarında birçok kıymetli levhalar (tablolar - HF) vardı... Bana bir kaç tablo gösterdi.
            - Nasıl bu servi manzaraları?
            - Çok güzel efendim.
            - Ya şu türbe?
            - Enfes!
            - Ne dersiniz? Bunu bizim ressama göstersek mi?
            Tabloya bir daha baktım; oldukça heybetli bir şey. Derhal şunu düşündüm: Bu lenduhayı (kocaman, gallavi şey - HF) nasıl Nişantaşı’ndan ta Şehzadebaşı’na taşıyacaklar? Buna bir araba lazım... Araba hazır... Kapıda bekliyor... İki uşak geldi ve tabloyu duvardan indirip aşağıya indirdiler... Tablonun yarısı arabanın içinde ve yarısı bir pencereden dışarı fırlamış olarak yola koyulduk. Ressam bizi bekliyordu...”
            Şimdi türbe parmaklıklarının şekline karar verilmeliydi. Üç çalışkan tiyatro adamı kalkıp İstanbul’un bütün türbelerini, mezarlıklarını dolaşmaya başlarlar. İzola Bella’nın elinde bir resim defteri, her mezar parmaklığının önünde, defterine bir şeyler çiziyor notlar alıyor.
            Şimdi dekor hazırlığını bir kenara koyup biraz da oyunculuk hazırlıklarına bir göz atalım. Muhsin Ertuğrul o günler için diyor ki ; “...gece gündüz birbirimizden ayrılmadığımız Sedat Simavi sık sık beni delilikle suçluyor, bir şeyin üstüne bu kadar düşmenin düpedüz anormal olduğunu tekrarlıyordu. Gerçekten de ilk oyun günü yaklaştıkça, ne yiyor içiyor, ne de başka bir şey düşünebiliyordum. Tiyatro dünyası o zamanlar öylesine araç ve gereçten yoksundu ki, başıma bir ihtiyar perukası bulmam olanaksızdı. Piyesin sonunda yere düştüğüm zaman başımdan fesim ve sarık gibi sarılan yemenim bir yana fırlıyor; kendi saçımla başım, ihtiyar görüntümü yalanlıyordu. Bunu inandırıcı bir duruma sokmak için başımın ortasındaki saçları, dökülmüş saç gibi usturayla kestirmeye karar verdim. Berbere giderek saçlarımı, yaşlıların dökülmüş saçları tarzında kazıttım. Fes altında bulunduğu sürece dışarıdan bir şey belli olmuyordu. Başımı açar açmaz ortası tıraş edilmiş kafa, bütün çirkinliğiyle ortaya çıkıyordu. Lebon Pastanesi’nde beni bekleyen Sedat Simavi’ye başımı açıp da gösterince, öyle bir bağırdı ki bütün pastanede oturanlar, Herr Huguenin (O dönem Bağdat Demiryolları Genel Müdürü) ve garsonlar başta olmak üzere, bizim masada bir kaza olduğunu sanarak baktılar. Utancımdan hemen fesimi başıma giydim. Sedat Simavi mırıldanmaya devam ediyordu : “Sen sahiden delisin Muhsin! Bu kadarı çılgınlık! Sen aklını kaçırmışsın”… Gerçekten, yere düşmemle perdenin kapanması, ışıkların kararması bir an içinde oluyordu. Seyircinin, bu inceliği görmesine, görse bile düşünmesine zaman yoktu. Ama ben, kendimi aldatamıyordum. Tıraşlı kafam Baykuş’u oynadığım üç ay boyunca herkesi güldürmeye, tiksindirmeye yol açtı. Bir perukanın bulunmaması bizi çok kez böyle zor durumlara sürüklüyordu. (Sonra)...piyesin aruz vezninde yazılmış olmasına karşın, doğal ve insancıl görünmesine uğraş(mış)tık.”


            Ve sonunda ön gösterim günü gelip çatar. 28 Şubat 1917... Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu’nda sadece gazetecilere ve edebiyat çevresine verilecek bir matine... Yani bir çeşit genel prova.
            ÖN GÖSTERİM – 28 Şubat 1917 - Çarşamba
            Salonun yarısı dolu... Kırmızı kalın perdenin arkasından üç kez duyulan sopa sesiyle perde açılıyor. “Tak tak tak”... Bütün gözler ve kulaklar sahnede. Oyun başlıyor. Muhsin Ertuğrul ocağın başında, ihtiyar köylü elbisesi ve makyajıyla oturmuş, düşünceli bir halde ağızlığındaki sigarasını içiyor. Karşısındaki yatakta, hasta oğlu Mehmet uyumakta... Kapı çalınır ve ilk replik duyulur : “Kim o?”. Dışarıdan ses yanıt verir :
            “Bir yolcu, Tanrı gönderdi
              Ay karanlık, ölüm kanat gerdi
              Çok soğuk var, su dondu, sisli kıyı
              Açın, Allah için açın kapıyı “
   
            Oyun, salondan çıt çıkmadan, su gibi akıyor. Nihayet, Ayşe ve Nine’nin girişi... Köye doktor aramaya giden Nail’in yerine yalnız köpeğinin dönüşü... Ve birinci perdenin sonu... Küçük bir ara ve işte ikinci perde başlıyor. Sahne boş... Sadece orman dekoru. Aman Allahım, bir alkış tufanı kopuyor.Dekor çok beğenilmiş. Bir de oyuna adını veren baykuş sesi öyle inandırıcı ki, herkesin tüyleri diken diken oluyor. Tam da bu noktada bana çok masum, çok naif gelen bir ayrıntıdan söz etmek isterim size. Baykuş sesi nedir? Şimdiki adıyla efekt... Oysa ki sırf bu sesi vermek için iki tıp fakültesi öğrencisi bu oyunda görev yapmıştır. Adlarını bile bilmediğimiz bu iki “efekt adam” öylesine başarılı olmuşlar ki seyirci neye uğradığını anlayamamış. Ozansoy’u dinleyelim:


“... edebiyat aşklarıyla, bir gün, Darülbedayi’ye müracaat etmişler ve baykuş sesini fevkalade taklit edeceklerini söyleyerek, bu gaipteki rolü almışlardır. Büyük bir sabır ve intizamla hiç bir temsilde gelmemezlik etmeyeceklerine de sonradan şahit olacağız. Mutlaka her temsilde, perde açılmadan evvel sahnenin yukarısında, dekorların arasına en tehlikeli vaziyetlerle ve bir canbaz mahareti ile kalasların üstüne tüneyeceklerdir.”...Bilmem anlayabildiniz mi? Bütün oyunu, baykuş sesinde konsantrasyon sağlamak için, kalasların üstünde oynamak? Bence olağanüstü, olağanüstü... Ardından ikinci ve üçüncü perde bitiyor. Eliza Hanım Ayşe rolünde, Raşit, Muhsin  Ertuğrul, Muvahhit, diğerleri “kılçıksız” bir sunumla finale varıyorlar. Türk Tiyatrosu tarihinde bir ilk gerçekleşiyor. Selamda büyük bir alkış tufanı kopuyor. Sanatçılar selama durdukları bir an...seyircilerin arasından bir ses duyuluyor : “Berbat bir eser!”… Salon bir anda buz kesiyor. O sesin sahibi bu kez Fransızca bir argo savuruyor sahneye : “Foutu! Foutu!”... Sesin sahibi tanınmış edebiyatçı Yahya Kemal’dir. Kısa bir ölüm sessizliğinden sonra, Muhsin Ertuğrul’un yüzü gerilir ve bağırmaya başlar : “Yahya Kemal Bey, ne kadar haykırsanız nafile... Biz, artistler bu eseri çok sevdik ve bunu var gücümüzle yaşatacağız. Eserin değeri ne olursa olsun, bu, içimizden birinin Türk sahnesi için ilk denemesidir.”
            Halit Fahri yıllar sonra bile ; “Yahya Kemal o gün niçin öyle hareket etmişti, bilmiyorum.” derken ; Muhsin Ertuğrul’un anılarında şöyle bir tümce dikkatimizi çeker : “...piyesi beğendiler. Ama, kurulun ozan üyeleri hala Halit Fahriyi küçümsüyorlardı. Daha namuslu bir sözcükle, açıkçası kıskanıyorlardı.”
  

  VE İLK YERLİ OYUNUMUZ BAYKUŞ TARİH SAHNESİNDE
    Tepebaşı Kışlık Tiyatrosunda
    Baykuş
   3 Perdelik Manzum Masal
         1333 Senesi Martının ikinci Cuma günü badezzuhur
        Saat ikide yalnız hanımlar için
     ve
   Gece saat dokuzda
  Umum için


   
            2 Mart 1917’deki matine yani sadece hanımlara yapılan saat ikideki gösteri neredeyse sorunsuz geçiyordu ki; küçük bir olay, o akşamki gösteride o bölümün yeniden yorumlanmasına neden olacaktı. Olay şöyle gelişir : İkinci perdenin sonunda, İhtiyar babanın heyecanla karlı ormanı araştırdığı sırada, oğlu Nail’in kurtlar tarafından parçalanmış cesedini getiren köylüler, sedyeyi, türbenin yanında ön plandaki servinin önüne koydukları zaman birdenbire ortalık karışır. Çünkü Muhsin Ertuğrul’un müthiş bir çığlık ve arkasından yürek parçalayan iniltilerle cesedin üstüne kapanması, hanımlardan birinin sinirlerini fena halde bozar. Hanım bayılır. Onu dışarı çıkarmak zorunda kalırlar. Bu sahne akşamki gösterimde farklı bir mizansenle oynanır.
                     GALA... 2 MART 1917... CUMA... SAAT   9
   
            “Gül açılmış, gül istemem...
              Zakkum daha munis değil mi?
              ...
              Çökerken cihanda abideler
              Kalbi altından oklarıyla deler.
              ...
              Beni kim görse, kız, Melike, Melek
              Bir mezarlıkta korkudan sinerek
              Daima haykırır, inilderler
              Bana baykuş, ölüm ve kan derler.”
             (Baykuş / Üçüncü Perde / Final tiradından)
            Baykuş’un suare gösterisinin olacağı akşam, gişe açılır açılmaz, biletler bir saatten kısa bir sürede tükenir. Bütün localar, bütün koltuklar, her yer, her yer doludur. Fakat bilet bittiği halde gişenin önündeki kalabalık dağılmaz. Bu, o güne kadar görülmüş şey değildir. İşte bu karmaşada gişenin camları aşağı indirilir. Bağıranlar, kavga edenler olur. İşe polis karışır ve en sonunda tiyatronun kapıları güçlükle kapatılarak gösteriye başlanır. Ancak sıkıntı sürmektedir. Yahya Kemal’in “foutu” su, o günlerde kulaktan kulağa yayılmış; yeni bir protesto yapılacağı dedikodusu sanatçıları ve yazarı rahatsız etmektedir. Sözde bir gurup gürültü yapıp, oyunu ıslıklayacaklarmış. Bunun karşısında da, Ozansoy’un sevenleri Baykuş’un savunmak için hazırlık yapmış. Halit Fahri; o geceyi “...sanki, Victor Hugo’nun 1830’da Hernani isimli dramının Paris’te ilk temsil gecesi esnasında romantiklerle klasikçiler arasında vukua gelmiş olan meşhur mücadelenin bir eşi de bizim tiyatro tarihimizde hazırlanıyordu.” diye yazar anılarında.
            İşte bu ruh halinde ve hıncahınç dolu bir sahnede başlar Baykuş. Her şey olması beklendiği gibi akar birinci perdede. İkinci perdede de aynı başarı sürdürülünce, ikinci perde arasında Halit Fahri, ünlülerin oturduğu localardan birine çağırılır. Davet Sadrazam Sait Halim Paşa ve Talat Paşa’nın locasından gelmektedir. Kutlamalar, oyun yazarının gerilimini biraz da olsa azaltır. Çok geçmeden, Münir Nigar Bey Halit Fahri’nin yanına gelerek genç oyun yazarını gurura boğan bir haber verir: Oyunu izleyenlerden biri de Veliaht Abdülmecit Efendi’dir ve eseri çok beğenmiştir. Ertesi gün kendisine Darülbedayi adına Baykuş metninin bir nüshası armağan edilecektir... Her yerde kuş cıvırtıları...


            Bu noktada Muhsin Ertuğrul’un anılarına bir göz atsak iyi olacak sanırım. Diyor ki hoca : “...baş locada Veliaht Abdülmecit Efendi vardı. Ressam olarak tanınan bu en yakışıklı şehzade sahneyi ayakta alkışlıyordu…Türkiye’de genç kuşak oyuncuları kendi aralarından yazarlarını da çıkarmışlardı.”
            Oyunun son perdesi de, diğerleri gibi coşkun alkışlarla inmişti. Perde üstü üstüne açılıp kapanıyordu. Büyük bir işin üstesinden gelinmiş, bir zafer anıydı bu. Bu duygusal fırtınada genç yazar Halit Fahri sersemlemiş bir mutluluk içindeydi : “...birisi kolumdan tuttu, sürükledi ve kendimi sahnenin ortasında, seyircilerin karşısında buldum. Gözlerim kamaşmış, karşımda sadece hareket halinde başlar ve kollar görüyordum ve kulaklarım müthiş bir uğultu ile çınlıyordu. İşte tam bu anda başıma bir ağırlığın çöktüğünü hissettim. Sonra ne oldu pek iyi bilemiyorum. Yalnız perde kapanmıştı ve kendimi sahnedeki yatağın – Mehmet’in öldüğü yatağın – üstünde bulmuştum... Anlaşılan sıcağın ve heyecanın tesiriyle, gündüzkü seyirci hanımdan sonra, bu gece de ben hafif bir baygınlık geçirmiş bulunuyordum. Fakat Yarabbi! Başımdaki bu ağırlık neden eksilmiyor? İşte o zaman elimi başıma götürdüm. Hayret! Bir dal... Evet, başıma bir defne dalı geçirmişler. O zaman anlattılar: ben sahnede alkışlara eğilerek halkı selamlarken, başıma bu zafer çelengini Hüseyin Suat bey geçirmiş...”
            Oyun öylesine etkili olur ki, daha birkaç gün geçmeden Veliaht Abdülmecid Efendi, oyunda hayran kaldığı Muhsin Ertuğrul’la tanışmak için kendisini Bağlarbaşı’ndaki köşküne davet eder. Davet sevinçle kabul edilir ve Münir Nigar Bey’le, Muhsin Ertuğrul köşke giderler.
            Veliaht, kabul salonunda iki kişi görünce, gözleri bir üçüncüyü arar. Aradığı ihtiyar rolündeki aktördür. Çünkü karşısında 24 yaşında tüysüz bir genci görünce şaşırmıştır. Sonra sıkı bir muhabbet... Muhsin Ertuğrul, 24 yaşında olduğu halde nasıl altmış yaşında olduğunu, makyajın gücünü ince ince anlatır. Veliaht şimdi daha da hayranlıkla bakmaktadır genç konuğuna. Az geçmez ki Veliaht’tan müthiş bir teklif gelir: Muhsin Ertuğrul’un oyundaki kostüm ve makyajıyla kendisine modellik yapıp yapamayacağını sorar. Onun bir tablosunu yapmak istediğini söyler. Elbette ki genç bir oyuncu için büyük bir gurur anıdır bu. Nasıl bir anlaşmaya vardıklarını şöyle anlatır Muhsin Ertuğrul : “...Beyoğlu’nda “Sebah et Joaillier” fotoğrafhanesine gideceğim; Veliaht hesabına orada çeşitli pozlarda makyajlı resimler çektireceğim. Onlardan birini, hangisini beğenirse kendileri tuval üzerine özenle çizerek deseni hazırlayacaklar. Ben de birkaç seans orada makyajlı ve kostümlü olarak modellik edeceğim; kendileri de renkleri saptadıktan sonra, detay çalışmalarına fotoğraf yardımcı olacak, böylelikle Baykuş’taki ihtiyar portresi ortaya çıkacak.
            Hemen ertesi gün Sedat’la (Simavi - HF) birlikte fotoğrafhaneye gittik. Birçok poz resim çektirdik. Bunlardan üç tanesi çok iyi oldu.
            Sedat Simavi, o resimlerden üçünü Almanya’ya göndererek (Resimler Stuttgart’ta basılmıştır - HF) kartpostal olarak her birinden bin tane yaptırttı. Aradan altmış yılı aşkın süre geçmiş olmasına karşın, hala ötede beride bulunan resimler işte o kartpostallardır.”
            Not ; Baykuş’taki derinlemesine çalışması Muhsin Ertuğrul’a, arkadaşları arasında haklı bir ayrıcalık da kazandırmıştır. ”24 yaşında, 12 altın liranın karşılığı olan değerdeki aylığa, ömrünün sonuna kadar ulaşamadığını” yazacaktır 1966’da kaleme aldığı anılarında.
                
BAYKUŞ’LU GÜNLERDEN İKİ ANI
                  
   
            Birinci anı Vasfi Rıza Zobu’dan. Hem dönemin tiyatrosunu hikaye etmek, hem de Baykuş’la ilgili olması adına bu anıyı yazmadan geçemedim.


            “Kadıköy’de (bir) piyesin oynanması, öyle söylenişi kadar kolay ve rahat değildi. Kullanılması lazım olan her şeyin en ilkel devri.Sis ve lodos olmaz da Kadıköyüne  vapurla geçersek : en medeni ve elverişlisi bu. Bu da sadece gidiş için. Oyundan sonra İstanbul’a dönüş yok. Saat 21’i vurdu mu, artık vapur denilen araç, olduğu yerde halata bağlar kendini... Daha teknelerin altına motor takılmamış. Canını dişine takabilirsen, Üsküdar’dan Beşiktaş’a sandalla geçersin. Peki, Kadıköy’den Üsküdar’a nasıl gidersin?.. Atlı araba ile... Araba, Karacaahmet mezarlığının ortasından geçecek. Tanrı korusun. O senelerde ışıksız, kapkaranlık o meşhur mezarlık ortasında yol kesenler, insanı lime lime doğramaktalar. Gazetelerde olayların oluş şeklini okumak bile insanın tüylerini ürpertiyor. İyisi mi hiç dönmemek, olduğumuz yerde kalmak... Titreye titreye, ilk vapurun kalkma zamanını nasıl beklediğimizi unutamam. Hangi birisini unutursun!... Baykuş piyesini oynadığımız gece hava mülayimdi. Bu akşam dar odaya kapanmayayım dedim. Oyunda kullanılan iki tane koyun postu vardı. “Derviş”in (Yolcu’nun - HF) abasını da bana verdiler. “Onu da sırtıma çeker, koyun postlarının üstüne uzanır, dekoru siper eder yatarım” dedim. Ve öyle de yaptım. Dekor, ikinci perdenin mezarlığı. Türbe, mezar taşları, servi ağaçları... Uyumuşum. Sabaha karşı, alacakaranlıkta gözümü açıp da, uyku sersemi kendimi mezarlıkta bulunca, ağzıma kadar gelen yüreğim, az kaldı dışarı fırlayacaktı.”
            İkinci anı Halit Fahri’den... Tatlı bir “lokum” hikayesi.
            “…Rum muydu, Ermeni miydi iyi hatırlamıyorum. Baykuş’un ikinci perdesindeki peri dansına çıkan Avrupalı bir kaç bar artisti arasına bir de yerli malı bir Beyoğlu goncası karışmıştı... Esmer güzeli bir kızcağızdı. Tatlıya ve şekere çok düşkündü. Onu, daima, ikinci perde kurulurken, bir kulis köşesindeki iskemleye oturmuş, potifurlar yahut fondanlar (Tatlı ıvır zıvırlar - HF) yerken görürdüm. Benimle arası iyiydi fakat en ziyade aktör Muvahhit’in peşi sıra dolaşırdı.
            Gene bir akşam, ilk perde oynanırken kulise girmiştim. Bizim kızcağızı bir köşede, elindeki boşalmış fondan kağıdına melül melül bakarken buldum. Bana;
            - Ah, dedi, gelirken almasını unutmusum. Bilmem size bir ricada bulunsam?
Sonra cevabını beklemeden ilave etti.
            - Siz Beyoğlu’na gidecek?
            Kızın zekasına hayret ettim. Çünkü başımda fesimi görünce anlamıştı. Hakikaten biraz çıkıp dolaşmak istiyordum.
            - Evet, dedim, biraz dolaşacağım.
            Gözlerini süzerek,
            - Ne olur, dedi, gelirken bana Hacı Bekir’den biraz lokum alsanız?
            Dönüşte perdeyi kapanmış buldum. Dekorcular, hazırlanması çok uzun süren ikinci perdenin dekorlarını kurmakla meşguldüler. Esmer kız hemen yanıma sokuldu.
            - Ricamı unutmadınız ya!
            - Hayır... işte lokumlar.
            Lokum kağıdını vererek ayrıldım. Biraz da locadaki davetlilerin yanına gitmeli idim.


            İkinci perde açılıp kapandıktan sonra tekrar sahneye dönmüştüm. Bir de ne göreyim? Muvahhit, kendisini ziyarete gelen bir dostu ile konuşarak... benim getirmiş olduğum lokumları yiyordu. Sanki bir şeyin farkında değilmiş gibi lokum külahını bana uzatarak :
            - Lokum yesene, dedi... Hacı Bekir’in.
            - Biliyorum... dedim ve gülmeye başladım.
            Doğrusu bizim esmer kız yaman çıkmıştı. Bana tatlı dil döküyor, Muvahhit’e tatlı lokum ikram ediyordu.”

OYUN SONRASINDA VERİLEN YEMEK   
       
     2 Mart 1917 tarihindeki Baykuş’un akşam gösterisi, yani galası o kadar çok kişiyi heyecanlandırmıştı ki... Bunların kuşkusuz en heyecanlıları Darülbedayi İdare Heyeti’ydi. Heyet, oyunun şerefine sürpriz bir gala yemeği düzenlemiş; bütün artistleri de yemeğe davet etmişti.
            Ziyafet, Perapalas’a yakın, şık bir kulüpte verilir. Pırıl pırıl avizeler yanmaktadır ince uzun yemek masasının üzerinde... Papyonlu, yelekli, şık ve kibar garsonlar hizmet vermektedir. Sofranın daha önceden hazırlatılmış olduğu bellidir.
            Herkes neşe ve gurur içinde sofradaki yerlerini alırlar. Gecenin kahramanı olan genç oyun yazarı Halit Fahri “ödüllendirildiğini” düşündüğü bir yere- Eliza Binemeciyan’ın yanına- oturtulur. Bu gece için “... gizli bir gurur duyuyordum” diye yazacaktır anılarına.
            Herkes sadece geceki muhteşem oyundan söz etmektedir. Gecenin torpillisi Ozansoy; “... üzerime yağan tebrik ve iltifat sözlerine nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyor, kendimi derin bir uykudan sonra uyanan... Binbir Gece kahramanı gibi şaşkın ve mesut hissediyordum.” diye yazar yıllar sonra.
            Aniden İbrahim Galip Bey (Arcan), elindeki şarap kadehini kaldırır ve yüksek sesle seslenir :
            - Bu gece şarap içeceğiz ve şairi sabaha kadar uyutmayacağız.


            Hasılı kelam her oyuna ve her oyun yazarına nasip olmayacak bir gala yemeği yenir. Masada neredeyse Türk Tiyatrosu’nun kuruluşunda emeği geçen herkes genç oyun yazarına kadeh kaldırmaktadır.
            Üzerinden yıllar geçer. Yaklaşık elli yıl kadar... O genç oyun yazarı, neredeyse yaşlılığında o geceyi bir kez daha hatırladığında şimdi bile içimizi burkan bir seslenişle anar o günleri :
“... içim burkularak kendi kendime soruyorum. O geceden ne kaldı? Yalnız bu hatıralar... Muvahhit nerede, Şadi nerede, Hüseyin Suat nerede? Sonra İbnürrefik Ahmet Nuri, Münir Nigar ve İsmail Cenani Beyler neredeler? Aradan geçen uzun senelerde, ölümün gölgesi hiç durmadan bu dostları da kararttı, sildi, götürdü. Hala şeffaf bir hatıra perdesi arkasında tebessümlerini ve güler yüzlerini görmekteyim. İşte o geceden yalnız bunlar kaldı.”
            BAYKUŞ’UN GAZETELERDE ÇIKAN ELEŞTİRİLERİNE 
             KISA BİR BAKIŞ

            Gazete eleştirilerine geçmeden önce, oyunun hemen bitiminde Halit Fahri’yi epey üzdüğünü tahmin ettiğim bir anısını yazmak isterim.
            Oyunun oynandığı dönem, en popüler gazetelerden biri Tasvir-i Efkar’dır ve o gazetede gece muhabiri olarak çalışan Ali Naci (Karacan) Bey, Halit Fahri’nin Galatasaray Lisesi’nden sınıf arkadaşıdır. Neyse uzatmayalım, oyun biter bitmez Ali Naci Bey telefona sarılmış ve gazetesinin gece haber müdürünü aramış.Konu Baykuş oyunu…
“- Evet canım, yarınki tiyatro makalesi... O makalenin sonundaki bir satırı düzelteceksiniz. Nasıl, anladınız değil mi? O halde düzeltiyorum, not alın. “Eser müthiş bir surette sükut etti” cümlesi yok mu, işte o cümleyi silin, şöyle tashih edin : “Eser, kazanmış olduğu muvaffakiyet-i azimeye rağmen...”
            Bu anıdan da anlaşılacağı gibi, Baykuş, sadece Türk Tiyatro’sunun ilk telif oyunu olma başarısına ulaşmamış; en yakında gibi görünen insanların bile inanmadığı, hakkında verilen peşin hükümleri yenmiş bir oyun olarak da tarihe geçmiştir.
            Şimdi yavaş yavaş yankılanmaları izleyebiliriz. İlk değerlendirme Faruk Nafiz’in (Çamlıbel), Temaşa Dergisi’nin, 20 numaralı sayısında, 1 Mart 1920 de yazmış olduğu “Türk Sahnesinde Mevzun Piyesler” adlı yazısından… “...elimizde iki eser vardır... Baykuş ve Binnaz. (Binnaz, Yusuf Ziya (Ortaç)’ın bir oyunudur ve aruz vezniyle yazılmamıştır. - HF)... Hülasa olarak Baykuş’ta şiirin, Binnaz’da sahnenin daha kuvvetli olduğunu söylemiştik. Bu hususta iki esere ait bir meziyet varsa bunlar daha ziyade vezinden doğan birer sebeptir. Ben şahsım itibarıyla, her iki vezinle aynı surette alakadar olmuş, bununla beraber ne aruzdan ne de milli vezinden bir piyes yazmak kuvvetini kendisinde görmemiş bir edebiyat müntesibi olmak sıfatıyla bunları teşrih edeceğim. Aruz sahne için pek munis olmayan bir nazım aletidir. Sahnenin esasen harekete istinad ettiğini bilenlere bu pek kolay bir surette kabil-i izahtır. Aruz ile meşgul olanlar için meçhul değildir ki o yeknesak ve sürükleyici ahenk, şairi kendi arzusuyla başladığı yerden alarak kat’iyen hayaline getirmediği vadiye doğru sevk eder ve piyes olmak üzere başlayan bir eser gitgide yalnız şiir olur. Baykuş’ta... sanatkarların vazifesi yalnız sahne üzerinde manzume okumaktan ibaret kalır... Hece veznine gelince; edebiyatımızı bu hakiki vezni henüz ilk istihalelerini geçirdiği için bununla bir eser yapmak, daha ziyade yaratmak demektir. Yusuf Ziya, Binnaz’ında bundan dolayı fevkalade şayan-ı hayret ve şayan-ı takdirdir... Şiir tarzında okumak şartıyla yirmi dakikada biten, en büyük ruh tahlillerini iki beyitte ikmal etmek harikasını gösteren, kanlı bir mücadeleyi küçük bir muhavere inşadına lüzum görmeden tasvir eden, bu noktalarına rağmen ehemmiyetli bir sanat eseri olan Binnaz, bize sahne için hece vezninin daha munis olduğunu isbat etti. Maamafi iptidai ve natamam bir suretle hem de...”


            Faruk Nafiz, Binnaz’ı “tiyatronun doğasında hareket vardır” savıyla yüceltirken, Baykuş’u “gitgide yalnız şiir kalmakla” eleştiriyordu. Ötede Fuat Köprülü de benzer şeyler söylüyor; Baykuş’un adını anmadan ona taraf olmadığını bildiriyordu: “Son nesil şairleri arasında yeni vezin ile ilk piyesi yazmak şerefi Yusuf Ziya Bey’e nasip oldu... Çünkü genç şairler arasında hece veznini – teknik itibarıyla – onun kadar muvaffakiyetli ve kolay kullanan, onun kadar her mevzuda ve her şekilde yazan yoktur diyebiliriz... Şiiri, ruhun derin ve ilahi bir ihtiyacı gibi değil, muhayyelenin bir eğlencesi yahut mümaresesi telakki ettiği için, her türlü mevzular üzerinde muvaffakiyetle yürüyebilen Yusuf Ziya Bey, temaşa edebiyatına atılmakla çok doğru bir harekette bulundu... Çünkü temaşa şairi olmak ve manzum piyeslerini halka lezzetle, alakayla dinletebilmek (için) pürüzsüz bir lisan, kuvvetli bir nazım kabiliyeti elde etmek, sonra da karanlık ve derin mevzulardan, hatta mısralardan sakınmak icab eder.”
            Sizce de arka formunda Halit Fahri’ye açık bir karşı duruş, ona gizli bir mektup gibi değil mi Fuat Köprülü’nün yazısı?
            Neyse biz taraf tutmadan devam edelim. Mehmet Fuat Bey’in; Büyük Mecmua’nın 4 Nisan 1919 tarihli, 5 numaralı sayısında “Binnaz” la ilgili bir yazısı yayınlanır. O da diğerleri gibi Halit Fahri’den yana değildir.
            “Binnaz’ı lisan ve nazım itibarıyla... hiç bir kusuru bulunmayan... Milli Edebiyat cereyanının temaşa aleminde yeni bir muvaffakiyet gibi telakki edebiliriz; çünkü, sun’iliği sahnede büsbütün sırıtan aruz veznini temaşa hayatından kati surette kovmak, ancak bu gibi mahsullerle kabil olacaktır.”


            Şimdi yazımın en karışık gibi görünen yerine geldik. Baykuş’un “edebiyatça” açıklanma bölümüne.
            Anlaşıldığı gibi, bu dönem pek çok manzum eser yazılmış, bu yazılanların bazıları da sahnelenmiştir. Oyunları aruz ve hece tartımına göre ayırırsak; en göze batanları şöyle sıralayabiliriz: Aruzla yazılmışların başında Baykuş vardır. Onun tartımı “feilatun feilatun feilün feilün (fe’lün)” dür. Mithat Cemal (Kutay)’ın “Yirmisekiz Kanunuevvel” oyunundaki tartım, “feilatun mefailün feilün (fe’lün)” dür. Ancak oyundaki şarkılarda hece tartımı kullanılmıştır. Mehmet Hayrettin’in “Fethi Giray” oyununda “mel’ülü mefailün feülün”; yine Mehmet Rauf’un “Dilenci”sinde “mef’ülü mefailü feülün” tartımı kullanılmıştır.
            Bunun yanı sıra Abdülhak Hamit’in “Yadigar-ı Harp” adlı oyununda aruz, hece ve düzyazı karma olarak karşımıza çıkar.
            Hece tartımında örnekler verecek olursak; Yusuf Ziya’nın “Binnaz” ı 11 heceli tartımın en iyi örneklerinden biri kabul edilir. Sonra Ayıntaplı Hadi’nin “Şefika”sı, Selami İzzet’in (Sedes) “Teselli” si, Mehmet Sırrı’nın “Türk Kanı” hep hece tartımında yazılmış oyunlardır.
            Servetifünun dergisi de Baykuş’tan sözeden yazılar yayınlamıştır. Örneğin “Temaşa Musahabesi” adlı yazısında Ahmet Hamid Bey (17 Temmuz 1920 – no 1459) Baykuş’un özetini yaptığı gibi, Halit Fahri’nin ölüm temasına yatkınlığının nedenlerini sorgular gibidir:
            “Halit Fahri’nin Baykuş adlı eseri ölüm üzerine bir oyundur. Ölümün ürpertisi bütün oyun boyunca duyulur. Baykuş çığlığı, kandilin sönmesi, periler, yolcu hep bu izlenimi vermeye yarayan araçlardır... Yazarın tek perdelik “Ölüm Perileri” de gene ölüm konusunu işlemektedir.”
            Şimdi gelelim övgülere... Süleyman Nazif’in 23 Şubat 1917’de Tanin’de yayınlanan makalesinden alıntılar yapıyoruz. (*İlginç bir ayrıntı; oyun 2 Mart 1917’de oynadığına göre; yazı oyundan 7 gün önce yayınlanmıştır.)


            23 Şubat 1917 – Tanin
            “Hem tabip, hem de şiire meftun bir pederin oğlu olan Halit Fahri Bey’in ruhunda bir meyli melal var. Bu genç şair, amakından mevt ve hüzün intişar eden uzak, esrarengiz, karanlık manazıra meftundur. O kadar ki tasvir-i eşvak edecek olsa bile kelimelerinden derin bir şehka-i teellüm duyulur. Bu bir mizaç meselesidir... Lisanın istidadı ile evzan-ı aruzun ahengi o kadar hüsn-ü telif olunmuş ki bu vezinlerle yazılmış olduğu adeta hissolunmuyor. Bu muvaffakiyetle Halit Fahri’nin lisan-ı nazımda Tevfik Fikret’in halefi addolunur... Baykuş, Tezer’in Eşber’in tabii bir mabad-ı mütehavvili yani başını Avrupa’nın duvarlarına dayamış, ayaklarını yirminci asrın kapısından içeriye atmaya çalışan bir kavmin lisanıdır... Ben Halit Fahri Bey’de ecdadın miras-ı şiirini vicdan-ı ahfada nakledecek büyük istidad-ı sanatkarane görüyorum...”
            Tasvir-i Efkar ve onun muhabiri Ali Naci (Karacan)’dan daha önce söz etmiştik. Şimdi sözü edilen yazıyı biraz didikleyelim.
            3 Mart 1917 – Tasvir-i Efkar
            “... Baykuş’un temsilini temaşa ederken, bidayetten intihaya kadar sahne üzerine yığılmış bir takım yeni eşya ve dekor tertibatından maada, fikir ve dikkati celp ve techiz eden bir şey görülmüyor... Halit Fahri Bey, fıratındaki meyli melale tab’an ve belki biraz da “Maurice Maeterlinck” ismindeki şair-i marufu takliden şimdiye kadar hep ölüm ve korku tanzim ederek intibaat-ı elime husule getirmek isteyen bir şairdir...”
            Sözü edilen yazının, oyunun reklamlarına ( - Özellikle Süleyman Nazif’in yazısına - ) dayanarak yazıldığı, yazılırken de bu “bilinmeyeni pohpohlamak” seslenişine bir tepkiyle yazıldığını düşünüyorum ben. Çünkü Baykuş’u topa tutan, “fikren hiç bir şey yok” diyen biri, yazısının ileri bölümlerinde bakın neler söylüyor:
            “Maahaza, bütün bu samimi ihtarata ilaveten kemal-i memnuniyetle zikredelim ki Halit Fahri Bey’in lisan-ı nazmı ve üslubunun hususiyeti itibarıyla gençlerimiz arasında hakikaten şayan-ı tetkik ve mühim bir çehre-i edebi arzeylemektedir... Dün gece ahali tarafından mahzar olduğu azimeye rağmen Halit Fahri’nin eseri, itiraf etmeli ki bir çok hatiat ile malidir. Maahaza her ne olursa olsun tiyatro aleminde atılan bu ilk hatve-i teşebbüsü şükranla karşılamalıyız.”
            Bu ne dediği belirsiz yazı, dönemi içinde şaşkınlık yaratmış; Babıali’de değişik dedikodulara neden olmuştur. Bu tuhaf yazıya karşılık Sabah Gazetesi’nde imzasız olarak – ve yazanın tarafsızlığını öne çıkaran – bir yazı yayınlanır.
5 Mart 1917 – Sabah Gazetesi
            “... Tasvir-i Efkar refikimizin (Baykuş hakkındaki) mütalaalarını okuduk. Bu mütalaalar refikimizin Cumartesi nüshasında intişar etmiştir. Cuma akşamı saat on bir buçukta biten bir oyun hakkında Cumartesi nüshasına üç sütunluk bir tenkid yetiştirmek ve bu tenkitte Sophocle’dan, Belçika edibi Maeterlainck’ten tiyatro hakkında mevzu ve mukarrer olan kaidelerden uzun uzadıya bahsetmek hayret edilecek kadar büyük bir sürate delalet eder. Herkes fikir ve mütalaasında serbest olduğu için refikimizin yazdıkları hakkında bir şey demek hakkına haiz değiliz. Yalnız şu kadarını ihtar etmek isteriz:refikimiz temaşa müsahabesinin sonunda oyunun “ahali tarafından bir muvaffakiyet-i azimeye mazhar olduğunu” itiraf ettiği halde ortasında şöyle diyor :
“ Baykuş’un temsilini temaşa ederken, bidayetten intihaya kadar sahne üzerine yığılmış bir takım yeni eşya ve dekor tertibatından maada, fikir ve dikkati celp ve techiz eden bir şey görülmüyor...”
            Biz refikimizin resmen temaşagirane atfen ileri sürdüğü bu mütalaalarda oyunun “ahali tarafından bir muvaffakiyet-i azimeye mazhar olması” noktasını bir türlü telif edemedik. Halbuki oyun hakkında bitarafane bir fikir hasıl olması için bu cihet halledilmeye muhtaçtır... Oyun sahnede muvaffakiyet kazanmasaydı bile iki cihetini hararetle alkışlayacaktık. Bunlardan birincisi muharririn mevzuun intibahında gösterdiği yenilik ve cihettir. Edebiyatımızda Anadolu ile iştigal eden eserler yok gibidir. Halit Fahri Bey bu vasi sahada ilk adımları atanlardan biri olmuş ve milli edebiyatımızın dönüp dolaştığı dar daireden harice çıkabilmesi imkanı olduğunu göstermiştir.”
            İki köşe yazarı birbirini yiyedursun, yine aynı gün, 5 Mart 1917’de “ H.Ş” imzasıyla, Tercüman-ı Hakikat Gazetesinde Baykuş’la ilgili bir yazı daha çıkar. Bu yazı Baykuş’un dilini yani şiirini beğendiğini ancak konusunu beğenmediğini bildirmektedir.
“... bir ara bütün Avrupa’yı böyle bir felsefe-i siyehbini kaplamıştı. Rusya’daki nihilistler, Almanya’da Schopenhauer’ın müştakanı, Fransa’da Baudlaire’in hayranı olanlar hep hayattan usanç, istikbalden ve bilhassa sayin netayicinden nevmidi mevzularında israf ettiler. Yalnız bunlar ruhun, ahlakın ve maneviyatın bir nevi hastalığı olan bu illeti daha ziyade ihtiyacat-ı maişetini temin etmekle müşkülat çekmeyen sınıf-ı ekabire has gibi gösterdiler... Binaenaleyh bizce böyle en son moda bir maraz-ı ruhinin Anadolu’nun en ücra köşesinde yer bulabilmiş olması mevzunun hakikatle nisbi olması zaruri bulunan derece-i irtibatı hakkında bile büyük şüpheler uyandırıyor...”
            8 Mart 1917’de “Hande” isimli mizah gazetesinde, belki de Hande’nin tarihindeki en ciddi makale yayınlanır. Yazının sahibi Sedat Simavi’dir. Simavi gerek Baykuş’u ve gerekse ihtiyar rolündeki arkadaşı Muhsin Ertuğrul’u göklere çıkarıyor ve yazısını şöyle bitiriyordu:
            8 Mart 1917 – Hande
            “... O akşam tiyatroyu terkederken kalbim ümitle, muvaffakiyetle dolmuştu. İçimizde en büyüğünden en küçüğüne kadar Darülbedayi’nin bütün hadimlerini, müntesiplerini tebrik etmek, alkışlamak ihtiyacı vardı.”


            Yazılar ardı arkasına gelmekteydi. 10 Mart 1917’de “İkdam” gazetesinde, bir imzasız yazı daha yazılır Baykuş’la ilgili. (Not; Yazıyı seslenişine bakarak İkdam’ın sahibi de olan Ahmet Cevdet’in yazmış olduğu sanılıyor.)
            Yazı, Avrupalı meslektaşlarımızdan geri olduğumuzu; bizdeki tiyatronun gerçek şekil ve derinliğini gösterecek eserler ve bu eserleri besleyecek, yol gösterecek öncülerin, ustaların olmadığını öne sürdükten sonra şöyle devam ediyor : “... Baykuş, sade ve safi Türkçenin kudret ve kudretini henüz idrak etmemiş olanları irşad edecek, onlara hatalarını itiraf ettirecek bir güzellik mecmuasıdır... Memleketimizde asar-ı edebiye için mükafat vermek adet olsaydı, “Baykuş” buna herhalde müstehak olurdu. Dilini seven Türkler, Halit Fahri ve layık olduğu tekrimi ifade etmelidirler. İstikbal Halit Fahri’nindir. Fakat Halit Fahri henüz genç iken bize mevzuları daha müsait bir kaç eser (daha) ihda ederse...”


            Daha önce Süleyman Nazif’in “güzellemesinin” yayınlandığı Tanin’de üç makale üst üste yayınlanır. Bu kez imza M.M’dir. (Not; Ozansoy Muhiddin diye birini işaret eder. Ancak, sadece Muhiddin bana hiç kimseyi çağrıştırmadı.)
            M.M’nin, Tanin’deki üç makalesinin birincisi 08 Mart 1917 tarihlidir ve Baykuş’un konusunu kısaca açıkladıktan sonra, özellikle manzum oyun yazmanın güçlüklerinden söz eder.
            İkinci makale 12 Mart 1917’de yayınlanır ve Tasvir-i Efkar’ın 3 Mart 1917’deki Baykuş’a saldıran yazısına karşı, oyunu savunan bir yazıdır. Üçüncü makalenin tarihi bilinmemekle beraber, aşağı yukarı aynı günlerde yazıldığı sanılıyor ve Baykuş’u öven bir yazı olarak tarihe geçiyor. Yazı şöyle bitiyor:
   
“... Hülasa Baykuş sahnemizde yeni bir hadisedir; tiyatro ile alakadar olanlar Baykuş’u görmekle mükelleftirler. Zira alınacak bir çok dersler ihtiva ettiği gibi geçirilecek iki saat de israf edilmiş olmayacaktır. Hiç bir şey değilse bile sade aktörlerin mahareti, dekorlar ve sonra arada sırada cazip ve sihirkar tesirler yapan ince bir şiir, herkesi mahzuz edebilir.”
            Eleştiriler bölümümü kapatmadan önce meraklısı için küçücük bir not daha vermek isterim. Halit Fahri anılarında belli belirsiz olarak bir girişimden söz eder. Der ki; “... Baykuş’u Almanca bir opera yapmak için iki Alman bana müracaat etmişti. Fakat bizim de katıldığımız savaş (yüzünden) bu rüyayı gerçekleştiremedik.”
            Bir not daha; şu an elimizde olmasalar da o günlerde İstanbul’da çıkan Fransızca ve Almanca gazeteler de Baykuş hakkında yazılar ve haberler yapmışlar.
            Epeydir bir oyunla, Baykuş’la ilgili yazılan olumlu olumsuz makalelerden, eleştirilerden söz ettim. Herkes bulmuş bir oyun, orasını burasını çekeleyip duruyor. Şu an çok yeni değil belki ama, bu fırtınanın içinde kalan 24’lük genç yetenek Muhsin Ertuğrul bu günlerdeki eleştiri kılığındaki gaddarlığı ömrünce unutmayacak, seneler onu en yükseğe çıkarsa bile, içindeki yangın sönmeyecektir. Hoca, 1 Mart 1965 tarihli Türk Tiyatrosu Dergisi’nin 362. sayısında - bence – 48 yıllık bir hesaplaşmanın öcünü alıyordu.
“... Piyes yazarı çok güç yetişir. Onun için devletten, belediyelerden ödenek alan tiyatroların başlıca görevleri bu güç yetişen değerleri korumak, onların ilk eserlerini, acemiliklerini biraz hoş görmektir... Günün birinde böyle güçlükle çalışmış bir yazarın, çetin çabasıyla yazılmış bir piyesi gelir... Bu eserin başarısını sağlayacak, ona ikinci babalık edecek bir rejisör bulunur... Bu esere uygun oyuncularla bir rol dağılımı yapılır. Roller ezberlenir, haftalarca, aylarca prova edilir... Her ses ayarlanır, her bakış, her oturup kalkış tartılır; her adım, her el kımıldanışı ölçülür, adeta santime, saniyeye vurulur... Hiç bir şey gelişigüzele, rastgeleye bırakılmaz... Sonunda üstüne böyle titrenen eser seyirci önüne çıkar. Beş yüz, bin beş yüz, on bin beş yüz kişi seyreder, alkışlar... Günün birinde bu on bin beş yüz kişi arasından biri çıkar; çoğu zaman bu on bin beş yüzün en anlayışsızıdır. Tutar bir gazeteye, bir dergiye bu oyun için, kötü bir Türkçeyle bir alay ipe sapa dizilmez şeyler yazar. Bu kısır yazının adı sözüm ona “eleştiri”dir. Bu yazı basılır, binlerce kişiye okutulur... Böylelikle binlerce kişi yanlış yola sürüklenir; esere, oynayanlara, aylarca verilen emeğe, harcanan paraya kundak sokulmuştur.
            Herhangi bir sanat eserine yaklaşmanın yolu yordamı vardır. Her şeyden önce sevgili ve saygılı olmak şarttır. Saygısız adam için ne Rodin, ne Beethoven, ne Picasso ne de Shakespeare vardır. Rodin’in eserlerine pürtük pürtük taş yığını, Beethoven’ın bestelerine patırtı kütürtü, Picasso’nun tablolarına deli saçması, Shakespeare’in dramlarına ağız kalabalığı diye yaklaşan bir sapık için dünyada sanat diye bir kavram kalmaz... Böyle bir adam kütük kadar katı ve alma duygusundan yoksundur. Üstelik bu tıkız kıtık kalkıp herkesin para vererek zevk almaya geldiği tiyatronun temiz havasını bile ağırlaştırır...

            Tarih boyunca; tuzu zehirden ayırd edemeyecek kadar bilgisiz ve kötü ruhlu bu eleştirmecilerin dünyanın her yerinde tiyatroya ettikleri kötülükler saymakla bitmez. Fransa’nın en tanınmış ve en olgun eleştirmecisi Francisque Sarcey’in bile yazılarıyla yaptıkları kötülükler sonsuzdur. Piyes yazarı Debrit’in kendisini Sarcey’in penceresinden aşağı atarak gözü önünde öldürmesi, bunların başında gelir.”
            Sanki genç ve ateşli bir oyuncu, 50 yıl sonra bile olsa köhne ve hantal edebiyat haramilerinden öcünü alıyor gibi gelmiyor mu size de?...”Foutu” ha, al sana “foutu” !


HALİT   FAHRİ   VE   BAYKUŞ’TAKİ   ÜÇ   FOTOĞRAFIN   HİKAYESİ
   
            Baykuş’un açtığı yolda artık çok tiyatro adamı vardır. Baykuş’un tarihsel şansı dışında, pek de varlık gösteremeyen Halit Fahri tiyatroyu içindeki gizli bahçede gezinen bir sevgili gibi saklayarak, Milli Eğitim’e başvurur. Sene 1933. Uzun süre İstanbul’da boş bir öğretmen kadrosu bekler. En sonunda yılar ve Anadolu’nun herhangi bir şehrine tayin ister... Muğla Lisesi edebiyat ve felsefe öğretmeni olarak atanır. Gerisini kendisinden dinleyelim:
“...Muğla’ya gitmek için İstanbul’dan hareketime bir gün kalmıştı. Ertuğrul Muhsin beni tebrik etmekle beraber, ayrılacağımıza üzülüyordu... Bir gün sevgili artistim beni, Beyoğlu’ndaki odasına davet etti... Bana, tiyatroya dair kitaplarını gösterdi, küçük odanın duvarlarına zevkle çerçeveletip astığı resimleri gösterdi ve nihayet, bir sümenin altından çıkardığı bir kaç fotoğrafı uzatarak: “Bunlar da benim Baykuş’taki resimlerim... İhtiyar köylünün sana hediyesi” dedi... Fotoğraflar üç taneydi ve üçünün de yukarısına, artistin güzel yazısı ve beyaz çini mürekkeple rolün her üç anına göre Baykuş’tan birer mısra yazılmıştı. Mesela biri; “bir çukur yok mu servilikte bana / Ölsem artık” ,altında da Ertuğrul Muhsin imzası. Büyük sanatçı üşenmemiş, özenerek, bezenerek, bir çıkartma çıkarır gibi, resimlerin üstüne bu mısraları ve imzasını işlemişti.


            Muğla’ya gider gitmez, ilk yazdığım mektuplardan biri de, Muhsin’e yolladığım mektuptu. Çok geçmeden çok nazik cevabını okumuştum... Mektubuna  “Benim ihtiyarlar kadar genç şairim” diye başlıyordu... Tarih 22.5.1933
            Not; Kartpostallardaki replikler şöyle.
            *1- “Bir çukur yok mu servilikte bana / Ölsem artık”
            *2 - “Kadınım girmemiştir kabre henüz.”
            *3 – “ Karakış servileri büküp kıracak / Yine baykuş geberse haykıracak.”
           
“BAYKUŞ”  30 YIL SONRA YENİDEN SAHNEDE :  2 MART  1948  


“Büyük san’atkar dostum Muhsin Ertuğrul’a otuz yıl evvelin unutulmaz hatırasıyla,
            Demek otuz yıl sonra yine sahnede Baykuş! 
            Neden sevinç yerine kalbimde bir burkuluş, 
            Sahne aynı sahneyken ben mi değiştim yalnız?
            ...
            Gençlik, hatıraların ağlayan akşamında
            Yaşar, ötesi işte ağaran saç, solan yüz,
            San’atta da tatlı bir rüyadır gördüğümüz!
            Ben ki artık dönülmez sanıyordum geçmişe,
            Baktım: ihtiyar, yolcu, Nine, Mehmet ve Ayşe,
            Hepsi, hepsi yeniden canlandılar karşımda,
            Nasıl da sarmaştılar bir damla gözyaşımda!
            Demek yine açıldı perde o kulübeye, 
            Gece karlar yağarken ormandaki türbeye, 
            Demek yine adaklar adayacak periler?
            Bir gün bana hayal der belki perdedekiler!
            (Baykuş’un yeniden oynanışı nedeniyle Halit Fahri’nin yazdığı şiirden alıntı)


            Tam 31 yıl sonra, 2 Mart 1948’de, bu kez İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda Baykuş yeninden sahnelenir. Bir çeşit minnet borcudur bu.
            İhtiyar Köylü –   Talat Artemel, İbrahim Delideniz
            Yolcu –                   Sami Ayanoğlu, Kani Kıpçak
            Mehmet –              Suavi Tedü, Muzaffer Aslan
            Ayşe –                   Nevin Akkaya, Nezihe Becerikli
            Melek –                 Şaziye Moral, Şükriye Atav
            Melike –                Melahat İçli, Gülüstan Deniz
            Periler –                Fatma Andaç
                                           Jeyan Ayral
                                           Hümaşa Hiçan
                                           Muazzez Ülkerer
                                           Gönül Işılay
                                           Şükran Özer
            Köylüler –            Şakir Arseven
                                           Ertuğrul Bilda


            Halit Fahri Baykuş’un 1948 gösterisi için kendisinden bir yazı yazması istendiğinde çok heyecanlanır. Türk Tiyatrosu Dergisi’nde yayınlanan yazısının başlığı “Baykuş için...” dir. Şöyle der; “ ... o zaman siyah saçlarla girdiğim bu tiyatroya bugün ağarmış saçlarımla giriyorum. Bu tezat tabiidir ve hayatın acıklı cilvesidir. Fakat içimde, otuz yılın tatlı ve acı hatıraları üstüne çıkan yepyeni taze bir heyecan duymaktan da kendimi alamıyorum... Ölmeden bu büyük güne ermek benim için ne saadet!.. Ayşe’yi, Nine’yi, Melike’yi oynayacak olanlar bu defa Türk kızlarıdır... Bir piyesin tarihinde, inkılabımızın ne açık,  ne canlı bir görünüşü...”
            Halit Fahri yazısının ileriki bölümlerinden birinde, otuz yıldır içine dokunduğunu hissettiğim bir ayrıntıdan da söz eder. Bu da bir çeşit hesaplaşma gibidir tarihle... Der ki, “... Baykuş nedir? Sessizce yaklaşan felaketin, ölümün havasıdır. Bu bakımdan, eseri, biraz Maurice Maeterlinck’in piyeslerindeki temaya yakın görebilenler olur. Fakat Baykuş’taki her şey Türk’tür, belki de yalnız bunun için bugüne kadar yaşayabilmiştir.
            Tiyatro büyük sanattır ve yüksek bir tiyatro bir millete şeref verir. Bu düşünce ile bizde de tiyatroya gönül veren gençler bundan böyle geleceğe ümitle bakabilirler. Sanat çilesi, o mukaddes ateşli çile, ancak böyle bir gelecek itimadıyla daha az ızdıraplı doldurulur. Şehir tiyatrosu ailesi, bugün bütün sanat alemimize bu yükseklikte bir ders vermiş oluyor. Var olsunlar!”
            Evet sevgili okuyucu, artık bu muhteşem günlerdeki heyecan yok günümüzde ne yazık ki! Sadece hız var; iletişimde hız, ulaşımda hız, tüketmede hız... Her şey, her şey o kadar hızlı ki; artık ne okuyup araştırmaya, ne de düşünmeye zaman bulabiliyoruz. Ben bu yazıyı yazdım mutlu oldum. Sanki aldığım eğitimin bir emrini yerine getirdim. Mutlu oldum. Belki bir iki kişinin dikkatini çekeceğimi düşünerek saygılı bir huzur duyuyorum içimde. Belki de sadece “kurcalamayı seven ruhumun” bir tatminidir bu, bilmiyorum. Bildiğim şu ki, az sonra, bu yazının kahramanları size son selamlarını verdikten sonra yani, ben daha büyük, daha huzurlu, daha mutlu biri olarak kalkacağım yazı masamdan.
                               S O N   S E L A M
*Muhsin Ertuğrul; Türk Tiyatro ve Sinemasının batılı anlamda kurucusu kabul edilir. (1892 - 1979)


*Eliza Binemeciyan – (1890 - 1981) Ermeni asıllı kadın oyuncu. Türkçesi “billur” gibiymiş der bütün kaynaklar. 1924 yılında Darülbedayi parçalandığında eşi ve kızıyla Fransa’ya göç etmiştir. 1950 yılından sonraysa (eşini kaybettikten sonra) Londra’ya gitmiş, orada bir Ermeni kilisesinde görev yapmıştır. Eliza Hanım 1981’de Toronto - Kanada’da ölmüştür.


*Muvahhit Bey – (1892 - 1927) Darülbedayi’nin ilk oyuncularından biridir. Daha çok Fransızca öğretmeni olan eşi Emine Bedia Şekip, daha çok bilinen adıyla Bedia Muvahhit’in eşi olarak tanınır. Veremden ölmüştür.
*Raşit Rıza (Samoka); (1890 - 1961) Türk Tiyatrosu’nun ilk oyuncularından... 1932’de kendi adını taşıyan tiyatroyu kurdu. İlk tiyatro dergilerinden biri de yine kendi adını taşıyan dergiydi ve 5 sayı çıkarabildi.


*Adriyen; Ermeni kadın oyuncu. Doğumu tahmini olarak 1890’lar olmalı. Ölümüyle ilgili bilgi bulamadım.


*Sara Mannik; Ermeni kadın oyuncu. Adriyen’le kuşak olduğundan aynı şeyler onun için de geçerli.


*İsmail Galip (Arcan); (1894 - 1974) Oyun yazarı ve oyuncu...1914 yılında Darülbedayi’ye katıldı. 1920’de Comedie – Française’de ve Theatre L’Odeon’da çalıştı. Tiyatroda Makyaj ve Tiyatroda Diksiyon adında iki kitabı vardır.


*Halit Fahri Ozansoy; (1891 - 1971) Şair, oyun yazarı ve çevirmen. Baykuş’tan başka iz bırakan başka bir oyunu daha yoktur. Daha çok Beş Hececiler’den biri olarak bilinir.

            Ve selam sırası bende... Efendim, sabırla dinlediniz beni. Sağ olun. Bu yazı öncelikle size, sonra da Türk Tiyatrosuna inanmış herkese armağan olsun. Son sözümü söyleyeyim de “artistik” bir selam olarak kalayım aklınızda. Ben bu Baykuş’un çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü baykuşların hiç durmadan öttüğü günümüz tiyatrosunda, başladığı yeri bilmeyenin, onun heyecanını duymayanın, önünü de göremeyeceğine inanıyorum... Türk Tiyatrosu, çok yaşa!
23 Temmuz 2011 – Susurluk / 27 Temmuz 2011 – Bornova

Bu yazıyı yazarken;
*”Baykuş”, Halit Fahri Ozansoy, Hilmi Kitapevi, İstanbul, 1948
*”Şehir Tiyatrosunun 50. Yılı, Darülbedayi Devrinin Eski Günlerinde” Halit Fahri Ozansoy, Ak Kitabevi, İstanbul, 1964
*”Benden Sonra Tufan Olmasın”, (Muhsin Ertuğrul’un Anıları), Dr.F.Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Toplumsal Belgeler Dizisi 3, Temmuz 1989, İstanbul
*”Meşrutiyet Döneminde Türk Tiyatrosu 1908 - 1923”, Metin And, İş Bankası Yayınları, Bilgi Basımevi, 1971
*”Darülbedayi’nin Elli Yılı”, Doç. Dr. Özdemir Nutku, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları, Yayın No 191,1969
*” O Günden Bu Güne”, Vasfi Rıza Zobu, Milliyet Yayınları, 1977
*”Gerçeklerin Düşleri”, (Muhsin Ertuğrul’un Tiyatro Düşünceleri), Düzenleyen; Prof. Dr. Özdemir Nutku, Dr. F Eczacıbaşı Vakfı yayınları, Kasım 1993, Toplumsal Belgeler dizisi 4, İstanbul
* Türk Tiyatrosu Dergisi, 1 Mart 1947 tarihli nüsha
*” Türk Tiyatrosu Ansiklopedisi”, M. Nihat Özön / Baha Dürder, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1967
... kaynakları başta olmak üzere, tüm tiyatro kitaplarından yararlandım.

(Kaynak: bilimsel tiyatro atölyesi