Türkiye Cumhuriyeti, LİNÇ KAMPANYASI süreciyle hesaplaşmadan tiyatrodaki kirlilikle baş edemez. Tam tamına 1100 kişilik kişiliksiz alçak kişinin imzalamış bulunduğu LİNÇ KAMPANYASI metni didik didik edilerek deşifre edilmeden tiyatro sanatı üzerine herhangi bir görüş tesis edilemez. Türkiye Tiyatrosu kavramının oluşması için ömürlerini tiyatro kavgasına yatırmış "Theope" yazarı Coşkun Büktel'le Sosyalist Sanatçı Hilmi Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarını ilelebet ilga ve imhâ etmek için bir araya gelmiş bulunan LİNÇ ORDUSU ile savaşılmadan, değil yeşil reçeteli yeşil sermaye temsilcisi Kadir Topbaş'a karşı çıkmak, yeşil ışıkta karşıdan karşıya bile geçilemez.
Türkiye Cumhuriyeti, emekçi halkın iktidar özlemi için değil, kendi kişisel çıkarları için tiyatro sanatına Kırım Kongo Kenesi gibi musallat olmuş asalaklardan kurtulmadıkça, gerçek anlamda tiyatro pratiği, nesnel anlamda tiyatro kuramı geliştiremez.
Türkiye Cumhuriyeti, tam tamına 1100 kişilik kişiliksiz alçak kişinin örgütlediği büyük bir nefret suçu imalâtı LİNÇ KAMPANYASI ile hesaplaşmadan asla ve kesinlikle arınamaz.
Türkiye Cumhuriyeti, sırtındaki 1100 kişilik kişiliksiz alçak kişinin oluşturduğu LİNÇ KAMPANYASI kamburunu kaldırıp atmadan, değil yeşil sermaye temsilcisi AKP'li Kadir Topbaş'ın yeşil reçetesine karşı çıkmak, günlük sorunlarıyla bile yüzleşemez.
Türkiye Cumhuriyeti, LİNÇ KAMPANYASI metnine imza vermekle yetinmeyip, Hilmi Bulunmaz'ın HUKUKSAL LİNÇ KAMPANYASI ile mahkûm olmasını da isteyen Ömer Faruk Kurhan gibi tiyatro esnafından hesap soramama alışkanlığını sürdürdükçe, daha çok yeşil reçeteye gereksinim duyacaktır.
Sosyalist Sanatçı Hilmi Bulunmaz
***
İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Darbe
Ömer Faruk Kurhan
18 Nisan 2012
Öncelikle İstanbul Şehir Tiyatroları’na yeni yönetmelik olgusuna dair net bir belirleme yapmak lazım: Bu apaçık bir darbedir. Kamuoyu bir yana, Şehir Tiyatroları’nın yönetici kadrosu ve sanatçılarının dahi bilgilendirilmediği, tartışmaya açılmadan kabul edilen bir yeni yönetmelik hazırlanmış ve dayatılmıştır. Artık sorun şu: En başta tiyatro camiası ve seyircisi bu darbeyi yalayıp yutacak mı?
Kimilerine göre tiyatro camiası bu darbeye müstahaktır; çünkü çok uzun zamandır kendi meslek örgütlerini oluşturma, kültürel-politik bir özne olarak ortaya çıkma başarısı gösterememiştir. Bu yaklaşım acımasızlık içeren bir gerçekçilik içermekle birlikte, darbeci zihniyeti doğallaştırdığı için kabul edilemezdir.
Dayatılan yeni yönetmelik olgusunun sürpriz olmadığını tabii ki söyleyebiliriz. Mademki tiyatrocular seyirci ile el ele verip kendi kaderlerini tayin hakkını kullanmamakta bu kadar ısrarlıydılar, öyleyse AKP hükümetinin er ya da geç tiyatrocuların kaderlerini tayin hakkı için de devreye gireceğini öngörmek zor değildi. Bunlar yıllardır konuştuğumuz meselelerdi.
İstanbul Şehir Tiyatroları özelinde tiyatro camiası içinde tanık olduğumuz en güçlü “sivil” kampanya bir önceki Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya’nın görevden alınması için yürütülen, yeri geldiğinde suç imalatları da içeren kampanyaydı. Bir çeşit kelle avcılığına yönelen kampanya yürütücüleri amaçlarına ulaştılar ulaşmasına, ama amacın gerçekte neye hizmet ettiğinin farkına varmayı reddettiler.
Benzer bir durum yoğurdu üfleyerek yiyen ve Orhan Alkaya devrinin sabık olduğunu ilan etmeyi reddeden Ayşe Nil Şamlıoğlu’nun başına gelmedi. Fakat yeni darbe yönetmeliğinde vurgulandığı üzere, “günümüz insanına vereceği sanat hizmetinde toplumun genel etik değerlerine özen gösterilmesini sağlamak” adına hareket etmeyeceği anlaşılınca, darbe “sürpriz” ve de düz bir şekilde sahnelendi.
Darbenin niteliğini anlayabilmek için resmin büyütülmesi lazım: AKP’nin son genel seçim kampanyası ile birlikte kendisini destekleyen liberal kesimleri rahatsız edecek yeni bir çizgiye gireceğini anlamak zor değildi. Liberal iyi niyet muhafaza edilerek seçim kampanyası sırasında olan bitenler geçici ve günü birlik politikacı oyunları gibi görüldü. Amaç MHP’nin de seçmen tabanını daraltmak ve olabildiğince devralmaktı, bu nedenle Türk-İslam sentezi vurgulu bir kampanya yürütülüyordu vs… Fakat AKP yeni hükümet dönemine girdiğinde durumun pek de öyle olmadığı anlaşıldı. Bu nedenle “otoriter demokrasi” gibi yeni bir kavram icat edildi. Bu “demokrasi” anlayışının “farklılıklara” ve “farklı yaşam tarzlarına” saygı vurgusundan “toplumun genel etik değerlerine özen gösterilmesi” vurgusuna kaymasının tiyatro açısından sonuçlarını, İstanbul Şehir Tiyatroları özelinde görmekte ve yaşamaktayız.
Darbe vesilesiyle liberallerden devraldıkları ve postmodern sosa bandırılmış özgürlükçü argümanlarla Devlet Tiyatroları’nın tasfiyesini savunan AKP sözcülerinin çelişkili pozisyonlarının (demagojilerinin) özellikle ayırdına varmak gerekiyor. Çünkü yeni yönetmelik, belediyeler eliyle devletçi tiyatronun nasıl yapılacağını pek güzel örnekliyor.
“Sanatçı yerine bürokrat ikame ediliyor” yakınışı zayıf bir yaklaşım; nihayetinde bürokrasi her örgütlü yapının bir işlevi ve birileri bunu yapacak. Örneğin İstanbul Şehir Tiyatroları’nın müdürü sanat kökenli birisi olunca sorun çözülecek mi? AKP aptallık yapar da sanat camiası dışı bir yöneticiyi müdür yapar mı? Şimdiden İstanbul Şehir Tiyatroları’nın içinden de darbeye destek olanların, hatta hazırlığında yer alanların olduğu konuşuluyor. Olabilir; ilkeli davranmak ile fırsatçılık yapmak arasında seçimler olacaktır.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a ricacı olanlar “Tamam, ölümü gösterdiniz, biz sıtmaya razıyız” demenin ötesine geçemiyorlar. Aslında yapılması gereken belli; İstanbul Şehir Tiyatroları çalışanlarının onurlu bir duruş sergileyerek greve gitmesi, tiyatro camiasının tamamını ve seyircisini kucaklayacak çeşitli gösteri etkinlikleri düzenlemesi. Korkmamaları gerekir; çünkü “genel etik değerlere özen” denilirken ne anlatılmak istendiği çok açık. Yakınma ve yakarışın yerini direnişin alması gerektiği gün gibi ortada. Bunlar şapkasını alıp giderek ya da ricacı olarak çözülecek meseleler değil.
Son olarak:
“Kimin devletçiliği ve hatta darbesi daha iyi?” sorusu yerine gerçek özerklik talebinin şekillenmesi için ortaya ciddi bir fırsat çıkmış durumda; değerlendirebilene elbette.
(Kaynak: Ömer Faruk Kurhan)
***
Ayrıca bakınız:
Türkiye Cumhuriyeti, emekçi halkın iktidar özlemi için değil, kendi kişisel çıkarları için tiyatro sanatına Kırım Kongo Kenesi gibi musallat olmuş asalaklardan kurtulmadıkça, gerçek anlamda tiyatro pratiği, nesnel anlamda tiyatro kuramı geliştiremez.
Türkiye Cumhuriyeti, tam tamına 1100 kişilik kişiliksiz alçak kişinin örgütlediği büyük bir nefret suçu imalâtı LİNÇ KAMPANYASI ile hesaplaşmadan asla ve kesinlikle arınamaz.
Türkiye Cumhuriyeti, sırtındaki 1100 kişilik kişiliksiz alçak kişinin oluşturduğu LİNÇ KAMPANYASI kamburunu kaldırıp atmadan, değil yeşil sermaye temsilcisi AKP'li Kadir Topbaş'ın yeşil reçetesine karşı çıkmak, günlük sorunlarıyla bile yüzleşemez.
Türkiye Cumhuriyeti, LİNÇ KAMPANYASI metnine imza vermekle yetinmeyip, Hilmi Bulunmaz'ın HUKUKSAL LİNÇ KAMPANYASI ile mahkûm olmasını da isteyen Ömer Faruk Kurhan gibi tiyatro esnafından hesap soramama alışkanlığını sürdürdükçe, daha çok yeşil reçeteye gereksinim duyacaktır.
Sosyalist Sanatçı Hilmi Bulunmaz
***
İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Darbe
Ömer Faruk Kurhan
18 Nisan 2012
Öncelikle İstanbul Şehir Tiyatroları’na yeni yönetmelik olgusuna dair net bir belirleme yapmak lazım: Bu apaçık bir darbedir. Kamuoyu bir yana, Şehir Tiyatroları’nın yönetici kadrosu ve sanatçılarının dahi bilgilendirilmediği, tartışmaya açılmadan kabul edilen bir yeni yönetmelik hazırlanmış ve dayatılmıştır. Artık sorun şu: En başta tiyatro camiası ve seyircisi bu darbeyi yalayıp yutacak mı?
Kimilerine göre tiyatro camiası bu darbeye müstahaktır; çünkü çok uzun zamandır kendi meslek örgütlerini oluşturma, kültürel-politik bir özne olarak ortaya çıkma başarısı gösterememiştir. Bu yaklaşım acımasızlık içeren bir gerçekçilik içermekle birlikte, darbeci zihniyeti doğallaştırdığı için kabul edilemezdir.
Dayatılan yeni yönetmelik olgusunun sürpriz olmadığını tabii ki söyleyebiliriz. Mademki tiyatrocular seyirci ile el ele verip kendi kaderlerini tayin hakkını kullanmamakta bu kadar ısrarlıydılar, öyleyse AKP hükümetinin er ya da geç tiyatrocuların kaderlerini tayin hakkı için de devreye gireceğini öngörmek zor değildi. Bunlar yıllardır konuştuğumuz meselelerdi.
İstanbul Şehir Tiyatroları özelinde tiyatro camiası içinde tanık olduğumuz en güçlü “sivil” kampanya bir önceki Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya’nın görevden alınması için yürütülen, yeri geldiğinde suç imalatları da içeren kampanyaydı. Bir çeşit kelle avcılığına yönelen kampanya yürütücüleri amaçlarına ulaştılar ulaşmasına, ama amacın gerçekte neye hizmet ettiğinin farkına varmayı reddettiler.
Benzer bir durum yoğurdu üfleyerek yiyen ve Orhan Alkaya devrinin sabık olduğunu ilan etmeyi reddeden Ayşe Nil Şamlıoğlu’nun başına gelmedi. Fakat yeni darbe yönetmeliğinde vurgulandığı üzere, “günümüz insanına vereceği sanat hizmetinde toplumun genel etik değerlerine özen gösterilmesini sağlamak” adına hareket etmeyeceği anlaşılınca, darbe “sürpriz” ve de düz bir şekilde sahnelendi.
Darbenin niteliğini anlayabilmek için resmin büyütülmesi lazım: AKP’nin son genel seçim kampanyası ile birlikte kendisini destekleyen liberal kesimleri rahatsız edecek yeni bir çizgiye gireceğini anlamak zor değildi. Liberal iyi niyet muhafaza edilerek seçim kampanyası sırasında olan bitenler geçici ve günü birlik politikacı oyunları gibi görüldü. Amaç MHP’nin de seçmen tabanını daraltmak ve olabildiğince devralmaktı, bu nedenle Türk-İslam sentezi vurgulu bir kampanya yürütülüyordu vs… Fakat AKP yeni hükümet dönemine girdiğinde durumun pek de öyle olmadığı anlaşıldı. Bu nedenle “otoriter demokrasi” gibi yeni bir kavram icat edildi. Bu “demokrasi” anlayışının “farklılıklara” ve “farklı yaşam tarzlarına” saygı vurgusundan “toplumun genel etik değerlerine özen gösterilmesi” vurgusuna kaymasının tiyatro açısından sonuçlarını, İstanbul Şehir Tiyatroları özelinde görmekte ve yaşamaktayız.
Darbe vesilesiyle liberallerden devraldıkları ve postmodern sosa bandırılmış özgürlükçü argümanlarla Devlet Tiyatroları’nın tasfiyesini savunan AKP sözcülerinin çelişkili pozisyonlarının (demagojilerinin) özellikle ayırdına varmak gerekiyor. Çünkü yeni yönetmelik, belediyeler eliyle devletçi tiyatronun nasıl yapılacağını pek güzel örnekliyor.
“Sanatçı yerine bürokrat ikame ediliyor” yakınışı zayıf bir yaklaşım; nihayetinde bürokrasi her örgütlü yapının bir işlevi ve birileri bunu yapacak. Örneğin İstanbul Şehir Tiyatroları’nın müdürü sanat kökenli birisi olunca sorun çözülecek mi? AKP aptallık yapar da sanat camiası dışı bir yöneticiyi müdür yapar mı? Şimdiden İstanbul Şehir Tiyatroları’nın içinden de darbeye destek olanların, hatta hazırlığında yer alanların olduğu konuşuluyor. Olabilir; ilkeli davranmak ile fırsatçılık yapmak arasında seçimler olacaktır.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a ricacı olanlar “Tamam, ölümü gösterdiniz, biz sıtmaya razıyız” demenin ötesine geçemiyorlar. Aslında yapılması gereken belli; İstanbul Şehir Tiyatroları çalışanlarının onurlu bir duruş sergileyerek greve gitmesi, tiyatro camiasının tamamını ve seyircisini kucaklayacak çeşitli gösteri etkinlikleri düzenlemesi. Korkmamaları gerekir; çünkü “genel etik değerlere özen” denilirken ne anlatılmak istendiği çok açık. Yakınma ve yakarışın yerini direnişin alması gerektiği gün gibi ortada. Bunlar şapkasını alıp giderek ya da ricacı olarak çözülecek meseleler değil.
Son olarak:
“Kimin devletçiliği ve hatta darbesi daha iyi?” sorusu yerine gerçek özerklik talebinin şekillenmesi için ortaya ciddi bir fırsat çıkmış durumda; değerlendirebilene elbette.
(Kaynak: Ömer Faruk Kurhan)
***
Ayrıca bakınız: