8 Ocak 2012 Pazar

Sol elinde havuç, sağ elinde sopa bulunduran Adalet ve Kalkınma Partisi, hakî renkli baskıyı aratmayacak bir toplum mühendisliğiyle halkın üzerine saldırırken, bir Hint bülbülü gibi güzel sesli ve sınıfsal damarı pek bulunmayan yüzeysel yazılar yazmış olsa da, Ece Temelkuran'ı bile işsizler ordusuna asker yazdırdı!

benim gönlüm uludere


iğreniyorum yine 
yeni yıla girerken
korkunç sesler çıkarıyor havai fişekler
ve kulakları tırmalayan ıslıklarla geliyor yeni yıl
saat tam sıfır sıfır iki nokta üst üste sıfır sıfır
gönlümde sınırdaki gözyaşları
bütün ülke milli birlik ve beraberlik içinde yeni yıla girerken 
benim gönlüm uludere


hilmi bulunmaz
iki bin on bir ile iki bin on iki arası


***


Habertürk’teki işine son verilmesinin ardından Ece Temelkuran Al Akhbar’dan Matthew Cassel’e konuştu


Matthew Cassel: Dünyada olan bitenler hakkında yazmadığınızda, Türkiye’de ne tür olaylar hakkında yazıyorsunuz?

Ece Temelkuran: Kürt meselesi, Ermeni meselesi, kadın hakları, diğer toplumsal konular... Popüler konularla ilgili yazmıyorum. Özellikle Kürt ve Ermeni konuları üzerine.

MC: Bu konular neden popüler değil Türkiye’de?

ET: Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana, Kürtler hep ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüler, politik ve bireysel haklardan yoksundular. Türkiye’de Kürtlere karşı derin ve yaygın bir ırkçılık söz konusu, PKK (Kürdistan İşçi Partisi) adında silahlı bir mücadele var ve Kürt meselesiyle her türlü girişim terör olarak görülüyor. Dolayısıyla Türk medyasının bu konuyu dışarıda bırakması şaşırtıcı değil. Ele aldıkları takdirde de hükümetin bakış açısını yansıtıyorlar.

MC: Her zaman istediğiniz şeyi yazabildiğinizi hissettiniz mi? Hiç sansürlendiniz mi?

ET: Sansürlenmedim ama Kuzey Irak’ta Kürdistan’dan yazdığımda, “Kürdistan” kelimesini kullanmak dahi tabuydu. 2003’te onlarca Kürt çocuğun işkence gördüğünü yazdığımda, insanlar bundan çok rahatsız oldular. Kürt sorunu üzerine yazan gazetecilerin üzerinde her zaman bir baskı var. Ancak medya üzerindeki baskı hiç bugünkü kadar olmadı. Şu anda tutuklanma korkusu var ve bir kere hapse girdiğinde kimse çıkamıyor. Gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener 11 aydır içerideler ve tutuklandıktan 6-7 ay sonrasına kadar neyle suçlandıklarını bilmiyorlardı.

Bu davayı meşru kılmak adına bir hükümet propagandası var ve bu yüzden bu konuda bir yere varmak çok zor. Kocaman bir propaganda aracı. Sadece ulusal değil, aynı zamanda uluslararası.

MC: Kovulmanız sürpriz oldu mu?

ET: Pek değil, çünkü tutuklu gazeteciler ve 35 Kürt sivilin Türkiye’nin Irak sınırında katledilmesi hakkındaki duruşum anaakım medyanın kaldıramayacağı kadar keskindi. Çünkü başbakan birkaç gün önce, katliamdan hemen sonra, “katliam” ifadesini kullananları tehdit etmişti ve ben, bu ifadeyi twitter ve sosyal medyada kullanmıştım.

MC: Bu Türkiye’nin, Fransız senatosunun Osmanlı Türklerinin 1915’te Ermenileri kitlesel olarak öldürmesini bir “soykırım” olarak tanımasından sonra Fransa’ya son dönemde yaptığı uyarıyı hatırlatıyor. Neden kullanılan dil Türk hükümeti için bu kadar önemli?

ET: Çünkü terminoloji siyasi ve ahlaki sorumluluk yaratır. Eğer “katliam” ifadesini kullanırsanız başbakanın katliamdan ötürü özür dilemesi gerekebilir ki o bunu istemiyor. O, daha ziyade, medyayı suçlamak istiyor. Ve o medya da olaydan sonra yaklaşık yarım gün boyunca sessiz kaldı. Hiçbir kanal, başbakanın katliam hakkındaki resmi açıklaması gelene kadar haberleri vermedi, ama bu da yetmedi. Başbakan gazetelerde sadece kendi düşüncelerinin yazıldığını görmek istiyor.

MC: Neden kovuldunuz?

ET: Yazdığım son iki köşe yazısı “fazla tartışmalı” olarak algılanmış olabilir. Bir tanesi “Emret komutan” başlığını taşıyor ve başbakana atıfta bulunuyordu. Yazı, “Öyleyse emirleri sen veriyorsun komutan, ama biz artık seni dinlemiyoruz. Biz bu ülkenin geri kalanıyız! Senin emirlerini artık dinlemiyoruz!” şeklinde bitiyordu.
Son yazı ise öldürülenlerden 19 tanesinin yaşları 12 ile 15 arasında olan çocuklar olduğu hakkındaydı. Erdoğan, Uludere katliamı hakkındaki korkunç konuşmasını yaptı ve gazetecileri suçladı. Ben de ölü sayısını tekrar eden, başbakanın zalimce tavrını acı bir şekilde eleştiren bir yazı yazdım.

MC: Anaakım medyada bunun gibi yazılar yazan tek kişi siz misiniz?

ET: Birkaç kişi daha var ve hepsi de bugün, “biz de işsizler diyarına geliyoruz, bekle bizi” demek için beni aradılar. “Yazılarımızı hep son yazımız gibi yazıyoruz” diyorlar. Herkes önümüzdeki günler hakkında kötümser.

MC: Neden Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi kıdemli gazetecileri hedef alıyorlar?

ET: Çünkü bu gazeteciler Gülen hareketinin emniyet teşkilatı ve istihbaharat servisleri içinde örgütlenmesi üzerine yazıyorlar. Ahmet’in kitabının (İmamın Ordusu) taslağını aldılar, ki sonra internette yayınlandı. Nedim’in Gülen hareketinin polis ve hükümet içinde örgütlenmesi hakkında yazdığı kitap basılmadı. İkisi de farklı şeyler üzerine yazıyorlardı, özellikle hükümeti eleştiriyor ve hükümetin olumsuz faaliyetlerini ortaya çıkartıyorlardı.

MC: Hrant Dink kimdi?

ET: Ermeni bir gazeteciydi ve kendi gazetesini kurmuştu. Ermeni hakları ve baskı altındaki azınlıklar hakkında söz sahibi bir gazeteciydi. İstanbul’un merkezinde boynundan vurularak öldürüldü. Nedim onun hakkında kitaplar yazıyordu. Hrant’ın öldürülmesiyle ilgili soruşturmada polisin kayıtsızlığı ve ihmali üzerine yazdı. Hrant aynı zamanda çok iyi bir arkadaşımdı. Ölümünden önce Ermeni meselesi üzerine bir kitap yazmamı istediği için Ağrının Derinliği’ni ona ithaf ettim. Bana çok yardım etti.

MC: Dink’in öldürülmesi Türkiye’de gazeteciliği değiştirdi mi?

ET: Ermeni meselesi anaakım medyada zaten tabuydu ama onun ölümünden sonra Ermeni meselesi hakkında daha fazla konuşmamamız gerektiğini öğrendik. Cenazesi tarihi bir gündü. 100 bin kişi katıldı ve hep bir ağızdan “Hepimiz Ermeniyiz” diye bağırdı. Ermeniler milliyetçi Türkler tarafından her zaman horgörüldü bu ülkede. Bu yüzden Hrant’ın cenazesi modern Türk tarihinde bir dönüm noktası oldu.

MC: Bu sizi ve meslektaşlarınız arasında bir korku yarattı mı?

ET: Bu gazetecilere yapılan ilk ya da son saldırı değildi. O olaydan sonra toplu tutuklamalar geldi. Gazeteciler arasında korku yaratan bir sürü olay yaşandı. Şu anda saldırılar demokrasi adı altında ya da AKP destekçilerinin dediği gibi turbo demokrasi adı altında yapılıyor. Artık işleri çözmek o kadar kolay değil, baskı altındayız. Darbe olduğunda, üniformalı faşist generaller iktidar sahibi olduklarında kimin kötü adam olduğunu söylemek kolaydı. Şimdi durum karmaşık çünkü faşizm bu sefer üniformalarıyla çıkmadı karşımıza. Uluslararası medyanın Türkiye’de olup biteni anlaması bu yüzden bu kadar sürdü.

Türkiye dış dünyada “demokratik imajı”nı nasıl koruyor?

Uluslararası ve ulusal propaganda yoluyla… Anaakım batı medyası kendi devletlerinin dış politika çıkarlarına hizmet ediyor. Bu nedenle de bunu, dışarıdan iyi görünen ve halkın “bon pour l’orient’ (Doğu için yeterince iyi) bir Müslüman demokrasi olarak görmek istediler. Ne Türkiye halkı için ne de Ortadoğu’nun geri kalanındaki halklar için yeterince iyi falan değil. Türkiye, Batı dünyasına demokrat, Doğu tarafına ise Müslüman yönünü göstermek istiyor. Ama açık ki artık bir demokrasi değil. İslam’a gelince, uzman değilim, ama böyle bir zalimlik dinden kaynaklanamaz.

MC: Sizce Türkiye demokratik imajını kaybediyor mu?

ET: Bu imaj kesinlikle değişiyor. Bugün New York Times’ın ilk sayfasındaki haberleri görünce şaşırdım. Sanırım dünyadaki meslektaşlarımızın Türkiye konusunda akılları başlarına gelmeye başladı. AKP demokrasisinin yalanlarına artık inanmıyorlar.

MC: Geçtiğimiz bir yıl içinde birkaç Arap ülkesinde demokrasi için ayaklanmaları takip edip yazılar yazdınız. O ülkelerdeki hükümetlerin insanları ayaklandıran baskıcı tutumu ile kendi ülkenizdeki hükümet arasında benzerlikler görüyor musunuz?

ET: Başbakan Erdoğan’ın Esad gibi davrandığını düşünenlerin sayısı artıyor. Uludere katliamından sonra Erdoğan’ın Esad hakkında önceden yaptığı “kendi halkını öldüren bir başbakan artık meşru değildir” açıklamasına atıfta bulunuyorlar:

MC: Aktivistler, gazeteciler ve Türkiye’de değişim isteyen diğer herkes Arap ayaklanmalarından ilham aldılar mı?

ET: Bu insanlar zaten değişim istiyorlardı ama istedikleri zaman şiddetli saldırılara maruz kaldılar. Seçimlerden sonra gerçekleşen her gösteri biber gazıyla sindirildi. Özellikle Kürtler tarafından yapılan gösterilerde; insanlar vahşi şekilde bastırıldılar ve saldırıya uğradılar. O zaman da protesto ettiler, şimdi de protesto ediyorlar ama muhalefet Türkiye’de çok fazla bölünmüş durumda öyle ki AKP’ye bir alternatif yaratılamıyor.

MC: Türkiye’ye döndüğünüzde başınıza nelerin gelebileceğini düşünüyorsunuz?

ET: Dehşete düşüyorum; ille de hapse atılma fikrinden dolayı değil ama üzerime artık hükümet tarafından istenmeyen kişi damgasının vurulduğunu hissediyorum. Bir süre işsiz kalacağım endişesini taşıyorum, çünkü bu damga yüzünden hiçbir gazete beni işe almaz. Alırlarsa gerçekten şaşırırım.

Röportajın aslı için: http://english.al-akhbar.com/content/firing-turkey’s-ece-temelkuran-price-speaking-out

(Kaynak: ECE TEMELKURAN)