4 Ekim 2011 Salı

Hayatı boyunca hiçbir baltaya hiçbir biçimde sap olamamış LİNÇÇİ ve Shakespeare çocuğu Ömer Faruk Kurhan, köpeksiz köyde değneksiz gezenlere benziyor!

Oyun'un notu: LİNÇ KAMPANYASI ana sponsorlarından Mimesis sitesinden alıp, olduğu gibi aşağıya aktardığımız yazıdaki LİNÇÇİ kişinin bu sıfatını biz eklemekle birlikte, bu LİNÇÇİ kişinin adının üzerini "maymungötürengi" ile biz belirgin hâle getirdik!


***


"Yazarlığın Ağırlığı, Eleştirmenin Hafifliği" yazısına bir yorum var.


LİNÇÇİ Ömer F. Kurhan
2 Ekim 2011


Melih Anık’ın bu kapsamlı değerlendirmesinde, Haldun Taner’in eseri adına, neredeyse bir dokunulmazlık talebi var gibi geldi bana.

Bu mümkün değil. Bir dönem örneğin Nazım Hikmet’in şiirlerinde kadına bakış açısı sorgulanmıştı. Ya da ünlü Kuvay-ı Milliye Destanı’nın dar milliyetçi bir bakış açısıyla şekillendiği eleştirileri yapıldı. Gerçekten de Nazım Hikmet’in Kürtler bakış açısının bazı Kürt aydınlarıyla (Kamuran Bedirhan) yazışmalarında farklı, bazı sanat eserlerinde farklı biçimler alabildiğini biliyoruz.

Bu tip eleştirel yaklaşımlar sanatçının eserinin sanatsal prestijinden ziyade o sanat eserinin şekillenemesini etkileyen bakış açısını sorgular. Kestirmeden bir öğretiyi doğrulama ya da yanlışlama derdindeki “eleştiriyi” kast etmiyorum tabii ki. Bu anlamda Moliere’in ya da Shakespeare’in eserlerinde Kral’a atfedilen rol de kritiktir örneğin.

Fazla uzatmadan:

Bazı tarihçiler çıkıp Haldun Taner’in “Keşanlı Ali Destan”nı yazarken Kürt unsurunu saklama ya da örtme gereği duyduğunu, bunu bir mecburiyet olarak gördüğünü belirtiyorlar. Bu tespit yanlış değilse, esere ilişkin bir ipucu verir.

Diyarabakır’da Kürtçe tiyatro yasağının kalkması 2000′li yılların başına denk gelir. Yaklaşık 40 yıl önce durum neydi? tahmin edilebilir sanırım. O yıllarda rahmetli Musa Anter biraz durumu değiştirmek istedi (oturup Kürtçe bir oyun yazdı), başına gelmedik şey kalmadı. Öyle ki, Türkiye’de Kürtçe oyun yazımı ancak 1990′larda yeniden başlayabildi. Musa Anter de 1990′ların kanlı kargaşa döneminde faili meçhule kurban gitti.

Burada kısır bir polemik yaşansın istemem ama, aslında bugünü de içine alan geçmişle bir yüzleşme gerekli diye düşünüyorum. Bir yanda 2000′li yıllara kadar açıkça bastırılan bir Kürtçe tiyatro olgusu var. Diğer yanda Kürt insanını doğu şivesiyle temsil etmeye çalışan, halk arasında “Kürt” lakabı görece rahat kullanılabildiği halde sahnede dile getirilmesinin sansür konusu olabildiği bir durumdan söz ediyoruz.

Keşanlı Ali tabii ki etnik indirgemecilik perspektifiyle tartışılmamalı, ama o esere damgasını vuran etnik-kültürel değişken de göz ardı edilmemeli. Ucuz ve sevilmeyen bir eser olsa, zaten bu tartışmanın pek anlam ve önemi kalmazdı.

Keşanlı Ali nasıl sahnelenmeli?

Ben olsam Kürt unsuru üzerindeki örtüyü kaldırmanın yollarını arardım. Belki köklü bir yaklaşımla, İngilizce “based on” denilen şekilde eseri bir çıkış noktası olarak kabul ederdim. Elbette telif hakları çerçevesinde bu serbestlik tanınıyorsa. Basitçe isim değişikliği ya da ne bileyim Kürtçeye çevirerek olabilecek bir şey değil bu. Sahnelemeye dönük bu dramaturjik yaklaşım, oyun hakkında bazı değerlendirmelerde bulunan tarihçileri ciddiye aldığımı ve 2011 yılında otosansüre gerek duymadığımı gösterirdi diye düşünüyorum. Fakat bu yaklaşımı evrensel bir mecburiyet olarak tabii ki öneremem.

Sonuç olarak Melih Anık’ın tartışmayı zenginleştirmesini önemli buluyor, özellikle son cümlesindeki düşünceye katılıyorum.

(Kaynak: Mimesis)