Ekim Geldi, Perdeler ve Ağızlar Açılıyor ya da Devlet Tiyatrolarına Saldırmanın Dayanılmaz Çekiciliği…
Bir tiyatro sanatçısı ki; aynı zamanda bulunduğu tiyatronun patronu, başoyuncusudur. Yeni oyununun seyirci ile buluşmasına, perde açmasına birkaç gün kala bir fırsat yakalar. Kendi varlık sebebi olan, eğitimini aldığı okulla kuruluşundan bu yana organik bağları olan Devlet Tiyatrosu’na saldırma ihtiyacı duyar. Şimdi kendisine anlayış göstererek, empatiyle (halinden anlayarak) yaklaşmaya çalışalım.
“Yarın kapanacak, biliyorum. Kimse kapatmazsa ben kapatacağım. Çünkü uzun zamandır ölmüş zaten. Hayatı gereksiz uzatılmış, makinede. Makinenin düğmesini kapatacağız, bitecek. Böyle tiyatro olmaz.” demesinin ardındaki nedenler muhtemelen şunlar olabilir:
Yoğun çalışma ve yeni yapım üretme süreci yormuş, yıpratmış olabilir. Devlet Tiyatrosu’nun olanakları “ah bende olsa” demiş olabilir, Kadıköy’ün ortasında tiyatro yapmanın zorluğundan kurtulup belki Van’da, Trabzon’da, Konya’da, Diyarbakır’da, Yüksekova’da tiyatro yapma özlemi duymuş olabilir. Yani Devlet Tiyatrosu’nun 1 Ekim’den itibaren perde açtığı, turne yaptığı, yıllar yılı tiyatrosuz bırakmadığı bölgelere gitme arzusunu derinlerinde duymuş olabilir ama bu bölgelere gitmenin pek karlı olmadığı ve biraz da hayati tehlike olduğunu bilmiyor mu acaba. Buralara gitmek için biraz riski göze almak gerekir.
Belki “her yıl şu kadar oyun, şu kadar temsil yapıyorum, yüzüm eskidi, sesim çatallaştı, oynadığım tipler basmakalıplaştı nedir bu çektiğim” diye dertlenmiş olabilir. Bir çaresi olmalı elbette. Biraz özen, biraz özeleştiri, biraz kalite merakı ve daha az kibir, daha az kendini beğenmişlik.
Belki altmış yıllık deneyimli, birikimli bir tiyatronun ışık, dekor, aksesuar, olanaklarına sahip olmak istemiş olabilir.
Belki Devlet Tiyatrosu’nun deneyimli oyuncu kadrosu ile şöyle karşılıklı oyun oynamak, okul arkadaşlarıyla sahne paylaşma özlemini duymuş olabilir.
“Timon’u yapın, hemen gelin” dediler. Biz ‘reprise’ yapmayı sevmediğimiz için sonunda “Antonius ile Kleopatra” oldu. Koşa koşa Zerrin’i (Tekindor) aradık.” diye konuşmuş kendisi ile yapılan söyleşide…
Zerrin Tekindor’u nereden tanımış? Nerede çalıştığını biliyor mu Zerrin Tekindor’un? “Kiminiz oyuncu olacakken meyhanede sarhoş olmuşsunuz, kiminiz rapor alıp durmuşsunuz, kiminiz yılda üç tane oyun oynamışsınız… Bu memurlar nedir ya” diye karaladığı Devlet Tiyatrosunda.
Şüphe yok ki yeni oyun telaşı ile yapılmış bir dil sürçmesi. Bilemeyiz, belki de bilinçaltındaki gerçeği başka biçimde söylemek istedi.
Kısacası, Devlet Tiyatrosu kaynakları söz konusu olunca Bilginer “Coşa coşa, koşa koşa” gidiyor, neden?
“Kepazelik” olarak nitelendirdiği Devlet Tiyatrosu ve bir başka önemli ödenekli tiyatro İstanbul Şehir Tiyatroları’nın yaklaşık yüz yıldır tiyatro sanatını sevdirmek, yaygınlaştırmak amacıyla yaptıklarını unutmamak, şöyle bir hatırlamak gerekir.
Shakespeare’i “Antonius ile Kleopatra” ilk kim oynadı, seyircinin, benim nerden haberim oldu acaba diye düşünmelidir.
Şimdi Haluk Bilginer Devlet Tiyatroları’nı halkın gözünde küçük düşürmek için, Muhsin Ertuğrulların, Mahir Canovaların, Kerim Afşarların, Macide Tanırların gururla söz ettiği Devlet Tiyatrosu ve onun fertleri için yakın zamanda “kıçımı yesinler” “yavşaklar” gibi seviyesiz sözleri söylemeyi alışkanlık haline getirmiş.
Bilinmez ki; belki Devlet Tiyatroları’na saldırma, kamuoyu önünde karalayarak küçük düşürme sırası H. Bilginer’e gelmiştir. Sanki gizliden gizliye böyle bir nöbet çizelgesi varmış gibi.
Daha da önemlisi özel tiyatrolara yapılacak devlet yardımı öncesi Kültür Bakanı’na şirin görünme, moda ağızla konuşarak göze girmeyi bu yolla alacağı yardım miktarını çoğaltabileceğini de düşünmüş ve hesaplamış olabilir.
Kuvvetle muhtemel ki; özel tiyatrolara yapılan yardımların da genel bütçeden ayrıldığını, yani Devlet Tiyatrosu ile aynı kaynaktan beslendiğini de yorgunluktan, telaştan yahut öyle görmek istediğinden unutmuş olabilir.
Bilginer’in aslında seçimleri isabetlidir. “New York’ta Beş Minare”, “Zeki Müren” seçimleri yerindedir. Tutarlıdır. Değerli bir repertuara doğru atılmış adımlardır. Shakespeare’le beraber çok iyi durmaktadır. Aslında bunların pek önemi de olmasa gerektir. Amaçlanan repertuarın kazançlı olacağı “bazı kaynakları” hep açık tutacağı da elbette su götürmezdir…
Sözü uzatmanın anlamı da gereği de yoktur. Bunu değerlendirmek, Bilginer’in dünyayı, sanatı nasıl bir bakış açısıyla kavradığını görmek; etkilemeye çalıştığı, mesaj yolladığı kimselere ve çevrelere düşer.
Anlaşılıyor ki ciddi bir yol planlaması yapılmış, haritalar çizilmiş. Yoksa hiçbir sanatçı kolaylıkla bir çırpıda “Yarın kapanacak, biliyorum. Kimse kapatmazsa ben kapatacağım.” lafını etme cüretini gösteremez.
Yarın; oyunculara 10.000 TL verecek, “gel bakayım buraya” diyecekmiş. Devlet Tiyatrosu’nda bu işlerin dörtte biri liraya yapıldığını bilmiyor mu acaba? Eğer Haluk Bilginer yanında çalıştırdığı oyunculara sözünü ettiği paradan bir kuruş eksik veriyorsa ayıp ediyor demektir. Oyuncu ayırmak, kendi tiyatrosunun oyuncularını Devlet Tiyatrosu sanatçılarından küçük ve değersiz görmek yakışmaz. İlerde göreceğiz. Kendi cebinden vermediği parayı devlet kasasından bakalım nasıl verecek?
Bu ülkenin yarısından çoğunun açlık sınırında yaşadığı bir ortamda özel tiyatroların bilet fiyatlarını karşılayacak kaç kişi vardır acaba…
Özel tiyatrolar turneye çıktığı zaman genellikle Devlet Tiyatrosunun sahnelerinde ve yine Devlet Tiyatrosunun teknik olanaklarıyla oyunlarını seyirciyle buluşturmaktadırlar.
Her türlü eleştirimize rağmen Devlet Tiyatrosu altmışıncı yılında atmış hiç oynanmamış yerli esere yer vermesi bile başlı başına önemlidir.
Devlet Tiyatrosu, sizlerin asla gitmeyeceğiniz ilçelere, beldelere giderek yılda yaklaşık 6000 kez perde açmaktadır.
Haluk Bilginer, kendini kaybetmişçesine Devlet Tiyatrosunun yok edilmesini isterken, ne yazık ki cumhuriyet karşıtlarıyla aynı safta buluşuyor. Bu ülkede Devlet Tiyatrosunu yok ederek ileri adımlar atılacağını sanıyorsanız, ne yazık ki küçük dünyanızda, kocaman yanılgılar içinde yaşıyorsunuz demektir.
DETİS YÖNETİM KURULU
Devlet Tiyatrosu Sanatçıları Derneği