18 Ekim 2011 Salı

Proleter güçler tam olarak iktidara sahip olma inisiyatifi geliştirememiş olsa da, burjuvazi, sanat yayıncılığında iyice boktan bir hâle sürükleniyor!

Türkiye Cumhuriyeti, hemen her alanda olduğu gibi, sanat alanında da, kapitalizmin ilelebet muhafaza ve müdafaa edilmesi için kurgulanmış bir mantığa sahip.

Türkiye Cumhuriyeti, sanat alanına nüfuz eden bencil, benmerkezci, tekbenci mantığın sarmalına tutsak olduğu için, tiyatro alanında da, "beni sokmayan yılan bin yaşasın" sloganının ipiyle gayya kuyusuna inen sanatçıların piyasa yaptığı bir panayır yerini andırıyor.

Türkiye Cumhuriyeti, kendi tiyatro tarihi içerisinde kesif bir kara sayfaya yazmış olduğu LİNÇ KAMPANYASI ve bu kampanyanın ardılı olarak, Hilmi Bulunmaz'ın hukuksal olarak da LİNÇ edilmesi için hazırlanan kumpas bağlamından sıyrılma olasılığının bulunmadığı gerçeğini yadsıma mantığıyla, küçük adamların küçük dünyalarını tescil etme meşgalesi içerisinde.

Türkiye Cumhuriyeti, "En büyük tiyatro, bizim tiyatro!" sloganında boğulan tiyatro patronlarının can çekişmesine sahne oluyor.

Türkiye Cumhuriyeti, her şeye karşın, bir ameliyat masasına yatırılmayı hak eden bir ülke olarak varlığını korumaya çalışıyor.

Türkiye Cumhuriyeti, tiyatro esnafının doğal çelişkileri değil, yapay çelişkileri baş tacı ettiği bir süreçte yaşamanın buruk acısıyla kıvranmaya devam ediyor hâlâ.

Sosyalist Sanatçı Hilmi Bulunmaz


***


BİR DERGİNİN ÇÖKÜŞÜ


Nedim Saban
16 Ekim 2011


Cağaloğlu yokuşunda Milliyet Gazetesi’nin kapısından girip, küçücük bir odada dört kişi oturan Milliyet Sanat Dergisi ekibi ile tanıştığımda, 15 yaşındaydım. Kurduğum "Beş Kafadarlar Tiyatrosu"nda kah sokaklarda, kah parklarda oynayan, Sennur Sezer, Samed Behrengi, George Orwell’den oyunlaştırdığımız oyunları salonlarda oynayan bir topluluğa yeni hayat vermiştim. Sanat Dergisi’nin kapısından korkusuzca girip, kuruluş bültenimizi verdiğimde, derginin editörü ve varolmasına büyük katkısı olan Zeynep Oral, daha ortada sadece iki kalas, bir heves varken, o hevesi Milliyet’teki haftalık yazısında tam sayfalık bir yazı konusu yapmıştı.

O zamanlar çok zor koşullarda Anadolu’daki bölge tiyatrolarına bile yetişerek her oyunu izleyen değerli Tahir Özçelik’ten bir sabah 09.15’de telefon aldığımda, o gün 10.30’da başlayacak olan çocuk oyunuma gelmek için nazikçe davetiye istemesini unutamam. Derginin sanat ajandasını toparlamak gibi çok önemli bir göreve sahip olan Zekai Abi'ye her ay bültenlerimizi elden teslim eder, sanat üstüne sohbet ederdik.

O zamanlar “Milliyet Sanat” ve “Gösteri”ye kimler uğramazdı kimler! Entelektüel sohbetler Cihangir kafelerinin dedikoduları değil, Cağaloğlu’nda esnaf lokantalarında ya da dergilerin minicik odalarında yapılırdı. O zamanlar sanat dergicilerinin tek sorunu, her Salı evinde temizlikçi olduğu için “karısı tarafından” sabah dergiyi açıp, akşam kapatmakla görevlendirilen ünlü bir yazarın uzun ziyaretleriydi.

Ne garip bir dünyadan söz ediyorum değil mi?

1) Faks çok kısıtlı yerde vardır, internet keşfedilmemiştir . Bültenler elden teslim edilir.

2) Sanatçılar, 15 yaşında da olsalar dergilerde en güzel biçimde ağırlanır, sanat, sanat adına önemli bulunan her olay kişiselleştirimeden değerlendirilir.

3) İstanbul’da sanat dünyası belki o kadar “şenlikli” değil, ama internetin olmadığı bir ortamda ajandaları derlemek epey güç.

Bir gün “Milliyet” te devrim (!) oldu, gazetenin tirajını arttırmak ve daha çok Abdi İpekçi’nin çocuklarını ayıklamakla görevlendirilen Ufuk Güldemir, kısa bir süre yayın yönetmeni olup, işten attı. Bugün bir basın kahramanı olarak anılan Güldemir’in, Habertürk portalını ve bu dünyayı kurmuş olmasına tabi ki saygım var. Ama “avcılık” hobisiyle de meşhur olan rahmetlinin Milliyet’te yenilik yapma adına, yaptığı kıyım hala aklımda! İşin kötüsü, o zaman bu operasyonlar da ters tepti, gazetede tiraj düştü, prestij kaybı oldu.

Şimdi Milliyet’te, oyuncusu öldüğü gün tiyatroyu arayıp “cinsel hayatında sorun mu vardı” diye soran bir magazinci yetkililer var.

Milliyet Sanat’a, yukarıda anlattığım tamamen duygusal sebeplerle yazı yazmaya talip olduğumda derginin sorumlusu Filiz Aygündüz ile tanıştım, kendisini çok sevdim. Yasemin Bay’ın editörlüğünde dergiye, dünyamıza pek yansımayan iyatro dosyaları hazırladım. Aldığım 100 lira telif ücretiyle Mersin’de bir köyde “Hamlet” oynayan kadınlara ulaşan ilk Türk tiyatrocu olma ünvanını kazandım, “Kürt Tiyatrosu”, "Travestilerin Oynadığı Tiyatro" gibi araştırmalar yaptım, tiyatroda sansürü kaleme aldım.

Derginin Eylül 2011 sayısında referandum ile sıkıyönetim zamanındaki tiyatroya baskıları karşılaştıran oyunları araştırdım, o dönem tiyatro dergileri çıkartan Seçkin Selvi’den bile belge bulamaz kütüphaneleri dolaşırken, aylarca verdiğim araştırmamın bana haber verilmeksizin sudan sebeplerle çıkartılıp, derginin basıldığını öğrendiğimde, dergiye bir daha yazmadım..

Yasemin Bay’dan sonra derginin tiyatro editörü olan Maro’da, ne yazarlara, ne sanatçılara karşı önceki editördeki saygıyı bulamamıştım. Üstelik “açılım döneminde” Kürtçe oyun sergileyen Dormen’in Diyarbakır’daki provasını gözlemlediğim yazımı Filiz Aygündüz araya girmese hepten kaldırtmış, Türkiye’ye bir yenilik getirdiğini ama Royal Court’tan fazla etkilendiğini düşündüğüm DOT Tiyatro hakkındaki yapıcı eleştirimi de sansürlemişti.

Aynı Asu Maro ile, bir yıl önce kaybettiğimiz Onur’un cenazesinin ardından perde açılmasında ters düştük, haklı bulmadığım halde düşüncelerine saygı duydum, ancak kendisine bu sütunlardan verdiğim yanıtı kabullenemeyen kişinin, DJ’lik yaptığı bara gidersem, müziği keseceği kadar kişiselleştirerek, nefret kustuğuna tanık oldum.

Milliyet Sanat’la artık okur olarak da bir ilişkim yok. Son sayısını, hangi tiyatroda ne oynanacak diye aldığımda, bu geleneğin de kaldırıldığını Zekai abinin, Tahir Hoca’nın her tiyatroyu tek tek arayarak mevsim seçkisini yayınlamaya çabaları da silinmişti.

Okuyucuları kocaman bir tiyatro sezonu hakkında bilgilendirmek yerine Bilginer’in yetkisi olsa Devlet Tiyatrosu’nun kapatılmasını emredenAsu Maro röportajına yer verilmişti. Bu röportajın bir gazetede yayınlanması durumunda, Bilginer’in de fikirleri belki tartışılırdı, ama tiyatroya sahip çıkması gereken dergiye “Allah belalarını versin”sözcükleri kullanılarak yapılmış sansasyonel açıklamalar yakışmadı. Bilginer’in bir yıl önceki bir olayı ısıtarak, “ perde açılması pornografidir” demesini, pornografiyi kendisi kadar bilmediğim için olsa gerek anlayabilmiş değilim. Bence ölülerimizi rahat bırakıp, “canlı” meslektaşlarımıza tiyatrosunda çektirdiği eziyet ile ilgili olarak önce Melih Anık’ın sorularını yanıtlasın.

Beni Milliyet Sanat’tan bile soğutmayı başaran DJ arkadaşımıza ise , yüzyıllardır her yerde uygulanan perde açma geleneğini sorgulayacağı yerde,genç arkadaşımızın ölümünün daha birinci haftasında sözümona barlarda onun sevdiği şarkıları düzenleyip, cebini doldurmaya çalışanlarla röpotaj yapmasını öneriyorum.

(Kaynak: Nedim Saban)