7 Eylül 2011 Çarşamba

LİNÇÇİ Genco Erkal'ın osuruk kadar bile değeri olmayan yazısı!

Türkiye tiyatrosunu çürütüp küflenmesini hızlandıran bir ortam varsa, bunda payı olanların başında gelenlerden biri de, LİNÇÇİ Genco Erkal'dır.

Türkiye tiyatrosuna devrimci nitelik anlamında hiçbir katkıda bulunmayıp, sosyalist perspektif olarak hiçbir yararlılık göstermeyen LİNÇÇİ Genco Erkal, "hak için kurban, küp için kavurma" mantığıyla hareket eden sahte Müslümanlara benziyor.

Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı çanağı yalamadan asla sahneye çıkmayan LİNÇÇİ Genco Erkal, halkın devrimci duyarlılığını geliştirme yerine, kendi cebini şişirmenin peşine düşmüş bir zavallı!

Sosyalist Sanatçı Hilmi Bulunmaz


***


Genco Erkal
25 Temmuz 2005


Ülkemizde tiyatro deyince, öncelikle Devlet Tiyatroları gerçeğiyle karşılaşıyoruz. 12 ilde 31 sahnesi olan, yaklaşık 700 sanatçısı, idari ve teknik kadrosuyla, gene yaklaşık 2000 kişiden oluşan bir kurum. Bir tek genel müdüre bağlı, merkeziyetçi bir yapı. Tek elden yönetiliyor.
Bu kuruma katılan bir sanatçı, 65 yaşında yaş haddinden emekli olana dek, çalışsa da çalışmasa da başarılı olsa da, olmasa da çeşitli nedenlerle görev almaktan kaçınıp, daha çok televizyon dizilerinde, seslendirme stüdyolarında boy gösterse de maaşını, ikramiyesini alıyor. Çalışan da çalışmayan da çalıştırılmayan da çalışması engellenen de başarılı olan da olmayan da aynı parayı alıyor.

Böyle bir model dünyanın hiçbir ülkesinde yok. Almanya’daki ya da Fransa’daki bütün bölge tiyatrolarının aynı genel müdürlük altında toplandığı düşünülebilir mi? “Ömür boyu kadrolu olma” kavramı ise en son doğu bloku ülkelerinde vardı, o da Berlin duvarıyla birlikte çöktü gitti.
Bizimki de çökecek, bu açıkça görülüyor. Çok iyi niyetlerle, isabetli bir yöntemle kurulmuş, uzun yıllar öncü görevi üstlenmiş bir kurum can çekişiyor. Son yıllarda, artık neredeyse yılda bir genel müdür değiştiriliyor, ona bağlı olarak bütün müdürler değiştiriliyor, para etmiyor. Suç genel müdürde değil çünkü, sistemde.

31 sahne 31 tiyatro demektir. Hadi bazı tiyatroların ikişer sahnesi olduğunu kabul edelim ve 20 tiyatro diyelim. Bir sanat yönetmeninin tek bir tiyatroyu bile hakkıyla yönetebilmesi muazzam bir iştir. O tiyatronun sanat anlayışını, repertuarını, üslubunu belirlemek, sanatçılarını en iyi biçimde değerlendirmek, onlardan bir “ensemble” oluşturmak, sanatsal üretimi çağdaş düzeye çıkarmak, hatta uluslararası alanda sözü edilir bir sanat kurumu haline getirmek... Sanat yönetmeliği budur. Yaratıcılıktır herşeyden önce. Sıradan bir müdürlük ya da bürokratik bir görev değildir. Biz şimdi Devlet Tiyatroları genel müdürümüzden bir değil, böyle yirmi tiyatroyu yönetmesini bekliyoruz. Bu mümkün değil.

Şimdi sanal bir tiyatro modeli üzerinde konuşalım. İdeal bir model olsun. Biraz hayal kuralım yani. Sonra, ne kadarını, nasıl gerçekleştirebileceğimize bakarız.

Bir kere ülkede özerk bir sanat konseyi var. Sanatla ilgili sivil toplum örgütlerinin temsilcileri, alanlarında kendilerini kanıtlamış sanat uzmanlarından oluşan bir kurul. Politikayla, iktidarlarla ilgili değiller. Belli süreler içinde konsey, seçimle, bölüm bölüm yenileniyor. Bu konsey, ülkedeki Devlete bağlı 20 sahneye, başarılı olacaklarına inandığı birer sanat yönetmeni 3-4 yıllık sözleşmeyle atıyor. Sanat yönetmeni sanatçı kadrosunu kuruyor. Yanına, parasal işlerden sorumlu, aynı zamanda iyi bir işletmeci olan bir idari müdür alıyor. Bunlar dramaturg ve sahne tasarımcısıyla birlikte tiyatronun beynini oluşturacaklar. Sanat yönetmeni, ekibiyle, dört yıl içinde o tiyatroya yaratıcı imzasını atıyor. Gerçekleştirmek istediklerini özgür bir ortamda, herhangi bir politik müdahale olmaksızın gerçekleştiriyor. Dönem sonunda sözleşme bitiyor, o da başka bir göreve gidiyor. Belki sözleşmesi bir dönem daha yenileniyor.

İşte bu modele göre ülkede, özgün kişilikleri olan değişik tiyatrolar oluşuyor. Kimi, klasiklerin çağdaş yorumuna ağırlık veriyor, kimi çağdaş oyun yazarlarının yapıtlarına, kimi geleneksel Türk Tiyatrosundan yola çıkarak yeni bir sentez arıyor, kimi deneysel tiyatro yapıyor, kimi yeni oyun yazarı yetiştirme konusunda yoğunlaşıyor. Bu tiyatrolar ve sanatçıları, sağlıklı bir rekabet ortamında yarışıyor ve başarıları oranında maddi-manevi ödüllendiriliyorlar.

Sanatçılar da 3 yıllık, 4 yıllık sözleşmeli bu tiyatrolarda. Başarılı olanların sözleşmeleri yenileniyor, ya da daha iyi tiyatrolarda, daha iyi koşullarda sözleşmeler imzalıyorlar. Çalışmayanların, yetersiz kalanların, kendini yenilemeyenlerin sanat yaşamları fazla uzun sürmüyor.

Bir bakıma acımasız bir tablo bu. Evet, çünkü sanat acımasızdır aslında. Sanatçı olmayı haketmek gerekiyor. Çağdaş, uygar ülkelerde sanatçıların nasıl bir rekabet ortamında, ne koşullarda çalıştıklarını, işsizlik oranlarını biliyoruz. Biz de o dünyanın, Avrupa Birliği’nin bir parçası olmak istiyorsak oyunu kurallarına göre oynamalıyız.

Ama şimdi biraz da kendi ülkemizin gerçeklerine bakalım. Medyanın ve boyalı basının yozlaştırdığı bir ortamda, sanatın zaten yaygın bir ilgi görmediği bir ülkede böylesine acımasız bir sanat ortamı yaratmak tiyatromuzun gelişmesini zorlaştırmaz mı? Yeniden yapılanma olacaksa bu kuşkusuz belli bir süreç içinde, uzunca bir zaman dilimine yayılarak, adım adım gerçekleşmelidir. Sanatçıların kazanılmış özlük haklarına saygı gösterilecek, yeni yasal düzenlemeler gerekecektir.

Öncelikle günün koşullarına uygun bir tiyatro yasası, emeklilik sorunlarının halledilmesi ve bu arada işsizlik sigortası gibi ülkemiz için yabancı, ama bu yeni modelin yürümesi için gerekli olan kavramlar da gündeme gelecektir.

Önemli olan hedefi görmektir. Sonuçta hedef şudur: Siyasi iktidarlardan etkilenmeyen, özerk Devlet Tiyatroları, bir şemsiye altında toplanmayan, her biri bağımsız, özgün, yaratıcı, yerinden yönetilen, katılımcı kurumlar.

Devletin burada katkısı, sadece, parasal olanakları sağlamak ve yasalar çerçevesinde, sanatçılara özgür yaratma ortamını hazırlamak olmalıdır. Kültür alanında Devletin üstlenebileceği tek görev budur.

Bu konularda İngiltere, Fransa ve Almanya’nın geliştirdiği özgün modelleri yakından incelemenin yararlı olacağını düşünüyorum. Yılların deneyimiyle gerçekleşmiş olan bu modellerden öğreneceğimiz çok şey var. Yine de önemli olan, kendi ülkemize ve koşullarımıza en uygun yöntemi bulup, vakit yitirmeden uygulama yönüne gitmektir.

Önerdiğimiz ideal modelden de görüldü ki tiyatromuzun sağlıklı bir yapıya kavuşması için öncelikle yaratıcı sanat yönetmenlerine gereksinim var. Yani rejisörlere, daha doğrusu tiyatro adamlarına gereksinim var. Bir tiyatroyu yönetecek insan herhangi bir oyuncu ya da bir idareci olamaz. O aynı zamanda bir tiyatro düşünürü olmalıdır. Ne yazık ki ülkemizde konservatuarlar kurulurken oyunculuk dışında reji bölümleri kurulmamış. Kimi üniversitelerimizde yeni yeni bu konuyla ilgili bölümler oluşuyorsa da henüz yeterli değil. Eğitim belli bir sisteme oturmuyor çünkü. Böyle bir okulun mutlaka uluslararası düzeyde kendini kanıtlamış bir ustanın öncülüğünde kurulması gerektiğini düşünüyorum. Her alanda olduğu gibi, tiyatroda da en önemli eksiğimiz yaratıcı insan gücü. Bu eksiği kapatmanın tek yolu uygun bir eğitim sistemi kurmaktan geçiyor.

(Kaynak: Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı)