14 Eylül 2011 Çarşamba

Prof. Dr. Nurettin Sözen İstanbul Belediye Başkanı'yken, Sözen'in Kültür Daire Başkanı olan Hilmi Yavuz, Bulunmaz Tiyatro'ya âdeta sansür uygulamıştı!

Şimdi de, Bulunmaz Tiyatro'nun kurucusu ve yöneticisi Sosyalist Sanatçı Hilmi Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarını imhâ etmek için LİNÇ KAMPANYASI düzenleyenlerden LİNÇÇİ Seyhan Erözçelik'e ağıt yakıyor!


***


Ben, sosyal demokrat kaportalı Prof. Dr. Nurettin Sözen İstanbul Belediye Başkanı'yken de, bu çakma sosyal demokrat koltuğunu teslim ettiği Refah Partili Recep Tayyip Erdoğan zamanında da, hattâ şimdi de sosyalistim.

Ben, çakma sosyal demokratlar İstanbul'u "fethettiklerinde", onları tebrik etmek için olmasa da, tiyatromun işlev ve ivme kazanması için, onların ellerindeki kültürel kurumları, eğer mümkünse Muammer Karaca Tiyatrosu salonunu kiralamak istemiştim. O zaman karşıma, çakma sosyal demokratlardan biri ve belediyenin Kültür Daire Başkanı yavuz şair Hilmi Yavuz çıkmıştı. Kapısında uzun süre beni beklettikten sonra enfiye çekmeye başlayan Hilmi Yavuz, henüz çiçeği burnunda bir "kültür komiseri" olduğu için, gelen her telefona, heyecanla sarılıyor ve ben yanında olduğum için olsa gerek, Marksist terminolojinin kullanıla kullanıla suyu çıkarılıp sıradanlaştırılmış sözcüklerini savurup duruyordu.

Yavuz şair Hilmi Yavuz'la telefonda konuşan bir Yapı-Kredi Kültür Merkezi yada bir başka Yapı-Kredi kuruluşu yetkilisi, belediyenin inisiyatifindeki Açıkhava Tiyatrosu'nu kiralamak isterken, yavuz şair, bir yandan enfiyesini çekip, diğer yandan; "Burjuvasınız kardeşim, ödeyin o kadarcık parayı!" diyerek, âdeta bana hava atıyordu!

Yavuz şair Hilmi Yavuz, bana dilekçe yazmam, dilekçe yazdıktan sonra da "kaderime râzı olmam" gerektiğini dile getirmişti. Tabii ki, bu çakma sosyal demokrat kişi ve bilindik imgeleri bir kelebek avcısı gibi tutsak alan bu yavuz şair, hiçbir zaman için bana kiralamak istediğim herhangi bir salonu vermedi, verdirmedi!

Gerekçe?

Benim salonum varmış! Salon dediği, yaklaşık otuz kişi alabilen küçücük bir oda! Zâten o sıralar günde altı değişik oyun oynuyoruz ve her seans "tıklım tıklım" ve her gösteriye, ancak ite kaka kırk kişiyi zar zor sığdırıyoruz. Sabah 10.00'da başlayıp gecenin ucuna dek süren sahnelemelerde oyuncuların neler çektiğini varın siz düşünün!

Bu arada sivil ve resmî polislerin ziyareti hızla, hem de şimşek hızıyla artıp, açık açık tehditler alıyorduk. Tabii ki, Türkiye'de ilk kez uygulanan bir "günde altı oyun" uygulaması sonucu, pek kısa bir zaman sonra salonumuz, tam da Dünya İnsan Hakları Günü'nde (10 Aralık 1990) yağmalandı ve ardından da mühürlendi!

Bomboş ve atıl durumdaki Muammer Karaca Tiyatrosu'nda "Müslüman Şairler"e olanak tanıyan yavuz şaire, çakma sosyal demokratlardan hiçbir tepki gelmediğinden, daha sosyal demokratların koltuğunda otururken, onların ekmeğini yerken, gelecekteki yerini hazırlamak için "Müslüman Şairler"e şiir seansları düzenlenmesi için Muammer Karaca Tiyatrosu'nu tepe tepe kullandıran yavuz şair, Refah Partisi yönetime gelince kapının önüne kondu yada kendisi kapının önüne çıktı. Refah Partisi'nin uzantısı Adalet ve Kalkınma Partisi merkezî iktidara gelince kalp gözü açılıp, kendisini Zaman Gazetesi köşe yazarı olarak bulun yavuz şair, hızla, hem de şimşek hızıyla köşeyi dönüverdi.

Kendisi, Sosyalist Sanatçı Hilmi Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarını imhâ etmek için bir imza vermemiş olsa da, çocuğu gibi gördüğü Seyhan Erözçelik, hiç ikirciklenmeden, Boğaziçi Üniversitesi "elemanı" olarak imzayı pat diye çakıverdi.

Ben, benim sanatsal ifade olanaklarımı imhâ etmek isteyen kişiler ölmüş bile olsalar, ne pahasına olursa olsun, onlar hakkındaki düşüncelerimi açıklamayı asla ertelemem.

Şu anda Bulunmaz Tiyatro, işlevsiz ve ivmesizse, bunda LİNÇ KAMPANYASI düzenleyenlerin, tiyatromu yağmalayıp mühürleyen, beni sürekli olarak gözaltına alıp, bana işkence yapanların payı olduğu kadar, yavuz şairin de payı var. Bunu hiçbir zaman unutmadım, unutmuyorum, unutmayacağım!

Sosyalist Sanatçı Hilmi Bulunmaz


***


Seyhan Erözçelik için gecikmiş bir ağıt (1)


Hilmi Yavuz
14 Eylül 2011


O'na niçin, hangi gerekçeyle 'sansar'lık yakıştırıldı, bilmiyorum. Oysa Seyhan, 'sansar' değil, kelebek gibiydi. Tezer Özlü, 'hayalet' Oğuz için, 'onun konukluğu kelebek gibiydi' der; Seyhan'ın da yeryüzü konukluğu tastamam öyleydi...

Seyhan Erözçelik! O ince ve esmer delikanlıyı, 1980'li yılların başında, Boğaziçi Üniversitesi'nin sınıflarından birinden çıkarken yanıma geldiği an'dan başlayarak, bu yıl temmuz başında, ben Bodrum'dayken, yaptığımız son uzun telefon konuşmasına kadar, kendi oğullarımdan biri bildim. Ölümü, bir evlat acısıdır, benim için...

Evet, öyledir. Seyhan da bunun farkındaydı çünkü! Benden, ancak bir babadan istenebilecek olanları istemiş, babaya ne kadar şımarılıyorsa, o kadar şımarmış, ne kadar karşı çıkılırsa o kadar karşı çıkmıştır. Hastalığı süresince her konuşmamızı, 'Seyhan ne olur, beni üzme!' diye bitirmişimdir. Sözlerimi anlıyor, ama bildiğini okuyordu, gene de...

80'li yılların ortalarında bir sonyaz gecesi, sabaha karşı, herhalde saat 04.30 suları olmalı, Gümüşsuyu'ndaki evimizin kapısı çalındı. O saatte kapı çalınmalarının hiç de hayra alamet olmadığı düşüncesiyle uyanıp ve elbette kaygılanarak, 'kim o?' diye seslendim. Tanıdık, ama ürkek ve mütereddid bir ses, 'Biziz Hocam!' diye yanıtladı. Tepem atmıştı, 'Kimsiniz lan siz?' diye bağırdım, 'Seyhan'la ben Hocam, Suha!..'

Kapıyı öfkeyle açtım, kapıda Suha Tuğtepe (o da artık aramızda değil!) duruyordu; biraz uzakta, merdivenlerin başında da, işçi tulumlu Seyhan! Hâlâ, gözümün önündedir: Suha, ben kapıyı açar açmaz, belirli bir suçluluk ya da nedamet duygusuyla 'Valla, ben değil Hocam', dedi ve 'O' diye ekledi Seyhan'ı göstererek... Seyhan'a döndüm 'Gecenin bu saatinde ne istiyorsunuz, sarhoş herifler?' diye hönkürdüm.

Seyhan'ın olanca sevimliliği ile 'Hoca, bize bi kahve yapar, diye düşündük' yanıtı, tipik bir Seyhan yanıtıdır. Seyhan nazını çekeceğini bildiği insanlara karşı kesinlikle sınır ve bağlam tanımayan bir kimlikti. Zamanın, mekânın ve isteğin bağlamı yoktu Seyhan için. Amerika'da şiirlerinin ['Gül ve Telve'nin] yayımlanacağı haberini, geçen yıl ağustos ayında, yine ben Bodrum'dayken telefonla bildirmiş, benden 'derhal' [evet, 'derhal'!] bir arka kapak yazısı yazmamı istemişti... [Belki tuhaf gelebilir: Ama Seyhan'ın hiçbir isteğini geri çevirememişimdir! Dikkat edilsin: 'çevirmemişimdir' demiyorum! Onda, ancak bir babanın çok sevdiği çocuklarına atfettiği türden bir şeytan tüyü vardı çünkü!] Oturdum ve 'derhal' yazıp gönderdim. Kitap Murat Nemet-Nejat çevirisiyle, Talisman House tarafından yayımlandı: 'Rosestrikes and Coffee Grinds'... İngilizcesini ve 'Gül ve Telve'nin Everest tarafından yapılan yeni basımını, üzerinde şuh bir kadın fotoğrafı iliştirilmiş ve özenle paketlenmiş bir kutuda gönderdi bana. Telefonda da, bu kutuyu, özellikle saklamamı ısrarla isteyerek!

Seyhan'ın, Nietzsche'den ödünç alarak söylersem, 'insanca, pek insanca' yanlarından biri, hiç kimse, ama hiç kimse için kötü bir söz söylememiş olmasıdır. Edebiyatçılar, ['aralarında çok bulunduğum için biliyorum', özellikle şairler!] ve genelde sanatçılar, birbirleri hakkında, arkalarından, pek iyi konuşmazlar! Seyhan ne hiç kimse için kötü bir söz söylemiş, ne de bazıları gibi 'küçük' hesaplar adına birilerine 'büyük' demek gibi içten pazarlıklı bir mavi boncuk dağıtıcısı olmamıştır! Onunla bazen şakalaşırdık: Kadıköy Maarif'teyken (Kadıköy Anadolu Lisesi), bir şairin kitabını göğsüne bastırarak 'Moda kırlarında, gür (!) saçlarını rüzgârda dağıta dağıta koştuğuna dair tanıklıklar (!)' olduğunu söyleyip dalga geçer, Seyhan da bana, gülerek, yanıldığımı; o kitabın değil de, o şairin başka bir kitabının söz konusu olduğunu söylerdi!

Şimdi karşımda 'Rosestrikes ve Coffee Grinds' duruyor. Seyhan, kapaktaki fotoğrafından hüzünle bakıyor bana ve ben, 'tarifsiz kederler içinde'yim..

(Kaynak: Zaman)