"Bir 'yönetmen tiyatrosu' yönetmeni olarak, sayın Kazankaya'nın DT'ye öngördüğü tiyatro seyircisi; öyle sorular soran, eşeleyen, kurcalayan, zeki (yada Kazankaya'nın muhtemel nitelemesiyle: 'gıcık') insanlardan oluşmaz. Sayın Kazankaya için, tiyatro 'görselliktir'; tiyatro okunmak yerine yalnızca 'resimlerine bakılan', bol resimli ve renkli gazeteler gibi bir şeydir. Tiyatro seyircisi ise, adı üstünde, 'seyircidir'. Düşünmez. 'Resimlerine bakar'. Görevi bilet almak ve alkışlamaktır. Bilet almak ve alkışlamak arasındaki süre içinde yapması gereken şey ise; yönetmenin oyun broşürüne yazdığı temelsiz, dayanaksız, içi boş 'lâfları' okuyup, o lâfları birer 'hikmet' olarak algılamaktır. O lâflara inanmaktır. O lâflara inanarak, sahnede seyrettiği şeyden sıkılmadığını sanmaktır; seyrettiği her türlü dangalaklığa, kafasında bir mazeret uydurmaktır; gördüğü her dangalaklığa hayran olmaktır, 'seyirci' kalmaktır."
(Kaynak: Coşkun Büktel, "YÖNETMEN TİYATROSU"NA KARŞI bir Shakespeare ve Nâzım Hikmet savunması, kaknüs yayınları, eylül 2001, sf. 35)
***
Hilmi Bulunmaz
5 Mayıs 2011
Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanı AKP'li Ertuğrul Günay'a bağlı ve bağımlı olarak yaşayan Devlet Tiyatroları (DT), benim, halkımın, tüyü bitmemiş yetimin verdiği vergilerle ayakta durmasına karşın, yaptığı hiçbir işte, bana, halkıma, tüyü bitmemiş yetime karşı bir damla bile samimî davranmıyor.
Bu tiyatro mevsiminde birçok "şey"ini (DT, bu "şey"lere oyun diyor!) izlediğim Devlet Tiyatroları'nın hiçbir "şey"ini beğenmedim. Hem de, beğenmek için, kendimi alabildiğine zorlamama karşın...
Devlet Tiyatroları'nda izlediğim ve aklıma hemen geliveren birkaç "şey"in adını sıralamak istiyorum: Bir Delinin Hatıra Defteri (Nikolay Vasilyeviç Gogol, Çev. Coşkun Tunçtan), İki Çarpı İki (Behiç Ak), Kadın Sığınağı (LİNÇÇİ Tuncer Cücenoğlu), Kendi Kendine Konuşmaktır Aşık (Cezmi Ersöz), King Kong'un Kızları (Theresia Walser, Çev. Sibel Arslan Yeşilay), Kredi Kartı - Vak'aaa! (Cüneyt Çalışkur), Ölüleri Gömün (Irwin Shaw, Çev. Coşkun Büktel,), Profesyonel (Duşan Kovaçeviç, Çev. Başar Sabuncu, LİNÇÇİ Bilge Emin), Temiz Ev (Sarah Ruhl, Çev. Z. İrem Aydın), Nâzım Hikmet'in "Memleketimden İnsan Manzaraları"ndan Onbir Tablo (Düzenleyen; Nihat Asyalı), Üstat Harpagon'a Saygı ve Destek Gecesi (Civan Canova) ...
Benim, halkımın, tüyü bitmemiş yetimin verdiği vergilerle beslenen Devlet Tiyatroları, benim, halkımın, tüyü bitmemiş yetimin çıkarları için değil, kapitalizmin ilelebet muhafaza ve müdafaa edilmesi için sahneleri işgâl etmek zorunda olduğundan, ben de, bu kurumun yaptıklarını (içeriğin karşıtlığı yada içeriğin boşaltılması nedeniyle) beğenmek durumunda değilim.
Benim, Devlet Tiyatroları'ndan herhangi bir reklâm (avanta, bahşiş, destek, diş kirası, iane, iaşe, sadaka, sus payı, yardım) alma, Devlet Tiyatroları'na herhangi bir oyun satma işim olsaydı, Shakespeare çocuklarının egemenliğindeki bu kurumu seve seve olmasa bile, söke söke beğenmek zorunda kalabilirdim. Zâten bilinen bir ruh durumudur; bükemediğin bileği öpersin, gücün yetmediği yerde susarsın, tekme atamadığın götü yalarsın!
Oysa ben, sosyalist kimliğime zerre kadar toz kondurmamak için, bırakınız Devlet Tiyatroları'ndan herhangi bir reklâm almayı, bırakınız Devlet Tiyatroları'na herhangi bir oyun satmayı, hattâ bırakınız Devlet Tiyatroları'ndan herhangi bir davetiye dilenmeyi, Devlet Tiyatroları'ndaki "gala" gösterilerine gittiğim zaman dahi, ne bir tek leblebi yada ne bir lokma meze yeme, ne de bir yudum şarap içme gafletinde ve dalâleti ve hattâ hıyânetinde bulunuyorum. Çünkü ben, biliyorum ki, benim, halkımın, tüyü bitmemiş yetimin verdiği vergilerle satın alınan bir tek leblebi, bir lokma meze ve bir yudum şarap bile, kötü "şey"leri iyi gösterme makyajı yapmanın ötesine geçemiyor.
Peki, ben, bu kurumun sahneleri işgâl etmesinden hiç hoşnut olmamama karşın, neden bu kurumun "şey"lerini, davetiye dilenmeden, bilet alarak gidip izleme gereksinimi duyuyorum? Bunun bir tek yanıtı var: benim, halkımın, tüyü bitmemiş yetimin verdiği vergilerin estetik olarak nasıl çarçur edildiğini gözlemlemek, bu çarçurun belgelenmesini sağlamak ve böylelikle, halkımın, tüyü bitmemiş yetimin hislerine tercüman olarak, tarihe çentik atmak.
Davetiye dilenmeden, bilet alarak gidip izlediğim ve alkışlamadığım her "şey"in irdelemesini, (işlerimin ve tabii ki mahkemelerimin yoğunluğu nedeniyle) ne yazik ki tam hakkıyla yapamıyorum. Ancak, elim vardıkça, küçük fırça darbeleriyle de olsa, DT'nin estetik bilinci imha ettiğinin ipuçlarını okurlarıma yansıtmaya çalışıyorum.
Örnekse, bu akşam, saat 20.00'de Cevahir Sahnesi'ni işgâl eden Nâzım Hikmet'in "Memleketimden İnsan Manzaraları"ndan Onbir Tablo adlı "şey", afişinden alkışına, a'dan z'ye, yukarıdan aşağıya, soldan sağa, tepeden tırnağa... tam bir dezestetik faciaydı!
İnsanı, müzikten, resimden, şiirden, tiyatrodan ve en önemlisi Nâzım Hikmet'ten soğutan bu "şey", âdeta, Nâzım Hikmet'in dünyasını sarıp sarmalayan sosyalist ideolojiden uzaklaşmamız için özel olarak "sanat laboratuarı" içerisinde sentetik bir bilinçle hazırlanmış korkunç bir toplumsal yarılmaydı. Sahnenin işgâlinde müzik, resim, şiir, tiyatro ve en önemlisi Nâzım Hikmet tepe tepe kullanılırken, Shakespeare çocuklarının egemenliğindeki beton ruhlu Devlet Tiyatroları'nın Kemalist tavrı sonucu, izleyiciler (hem de para ve zaman vererek bu "şey"i izleme gafletinde bulunanlar), müzikten, resimden, şiirden, tiyatrodan ve en önemlisi Nâzım Hikmet'ten hızla, hem de şimşek hızıyla uzaklaşmaya başladılar. Ancak, kılcal damarlarına dek sosyalist, komünist düşünüşün kızıl ışığıyla yanıp tutaşan "küçük bir azınlık", bu sahnede başlayıp salona dek yayılan kapitalist işgâlden kendilerini koruyabildiler!!
İki saat boyunca, hep aynı noktada ve hep aynı perspektifte duran bir koltukta oturarak, bize "Cin Ali'den hikâyeler, Elmas Nine'den masallar" anlatmaya meraklı gevezeler gibi "haykıran" Devlet Tiyatroları Başrejisörü Rüştü Asyalı, sesinden başka "sermaye"si kalmadığının bilincine varıp, sahne işgâl etme eyleminden derhal vazgeçmeli. Olmuyor, Devlet Tiyatroları Başrejisörü Rüştü Asyalı'nın kumaşından bir türlü "tiyatro giysisi" dikilmiyor. Zâten, sahne işgâlinde karşımızda Devlet Tiyatroları Başrejisörü Rüştü Asyalı değil, âdeta "Keloğlan" duruyor ve izleyicileri masal dünyasının karanlık dehlizlerinde gezdiriyordu!!!
Müzik, sözcüğün tam anlamıyla berbat ve rezaletti. Sözde, "şey"in izleyiciye daha şirin görünmesi için yapılan besteler, izleyiciyi uyku tulumuna sokup ninni söylemenin ötesine gidemiyordu. Devrimci marşları, birer arabesk havasıyla tıngırdatan müzisyen Cem İdiz, inanmadığı bir işi yapan sıradan bir memurun iç sıkıntısına tercüman olan bir figür olarak sahneyi işgâl ediyordu.
Sahnenin işgâlini metin düzeyinde düzenleyen Nihat Asyalı, metni öyle bir karmaşık hâle getirmiş ki, ortaya çıkan bu "şey", bırakınız "oyun" olarak adlandırılmayı, bir "oyunun provası" bile olabilecek düzeyi asla ve kesinlikle aşamamış. Devlet Tiyatroları Başrejisörü Rüştü Asyalı'nın soyadını taşıyan Nihat Asyalı, estetik bilinçten yoksun bir insan olduğu için, sanatın "s"sinden, tiyatronun "t"sinden hiç, ama hiç anlamıyor. Bu denli estetik, sanatsal ve tiyatral bilinçten yoksun birinin, sahneleri işgâl edebilmesi, aklımıza, her nedense, parlamentoyu işgâl eden faşist generalleri getiriyor.
Dramaturg Füruzan Tercan, değil "şey"in ruhunu okumayı, sanırım, Hafta Sonu gazetesini okusa, onu bile anlayamayacak bir ruh durumunda yada "salla başı, al maaşı" metronomuna tutsak olmuş bir devlet memuru. Sahi, bu "şey"in içerisine nasıl bir dramaturjik malzeme sığdırılmış? Bu soruya bir türlü yanıt veremedik. Duygularımızın ayağa kalkıp düşünce devinimi oluşturması için, hiçbir kımıltı, hiçbir kıpırtı, hiçbir kıvraklık oluşturamayan, oluşturması da asla mümkün olmayan böyle bir dramaturjik çalışmanın, (tabii ki, gerçek anlamda böyle bir çalışma yapılmışsa) hiçbir işlevi bulunmuyor.
Dekor ve giysi tasarımını yapan Hakan Dündar, böyle bir mübalağanın, böyle bir müsamerenin, böyle bir müsaderenin, böyle bir işgâliyetin içerisine tutsak olmuşken, o da, ister istemez, bu işgâle katkı sunup, sahnedeki dezestetik oluşuma "bez getirici" olarak ivme kazandırmış.
İşgâl edilen sahnedeki görsel tablolar, insanın yüreğindeki estetik sevincin son damlasını da iğdiş ediyor. Birer yağlıboya tablo gibi sahneye misinalarla tutturulan ve hiçbir estetik bilinç oluşturmayan bu görsel garabet ve ucubelerin gerçek anlamda ne işe yaradığını bulgulayan kişileri tebrik etmeye hazırım.
Örnekse, sahnedeki tablolardan biri "mehmetçik mehmet" dizelerinin altını çizmek için düşünülmüş gibi dursa da, asla bu işlevi yerine getiremiyor. Çünkü, bu tablodaki asker, askerden başka her şeye benziyor; sadece askere benzemiyor. Bu tablodaki asker figürünü, mutlaka gerçek bir askere benzetme gayreti içerisine girersek, asker kaçağı olduğu için, otuz beş yaşından sonra silahlı kuvvetlere katılmış bir insan görünümündeki bu figürü, cepheye sürmek yerine, ancak, patates soyması için mutfağa sürebiliriz. Bu asker figürünün "ırk"ına baktığımızda da, karşımızda iki saat boyunca nöbet tutan bur asker figürü, 1949 Çin Devrimi'ni gerçekleştirdikten sonra Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanlığı yapan Mao Zedung'un bir militanına benziyor. Tabii, bu arada, askerin elinin oranları, ilköğretim düzeyindeki bir çocuğun bile yapmayacağı yanlışlığı yüzümüze âdeta haykırıyor. Fiziksel ve tinsel diyalektiği bilmeyen, bilmek istemeyen, bilmek istese bile, içinde bulunduğu Devlet Tiyatroları kafesinde bu bilgiyi kullanabilmesi olanaksız olan biri/leri tarafından yapılan bu asker figürü, doğal olarak, insana estetik bilinç aşılamak yerine, dezestetik bilinç aşılıyor.
Işıkları tasarlayan Ersen Tunççekiç, izleyicinin alnında ışığı hissetmesine katkıda bulunamasa da, izleyicinin mışıl mışıl uyamasını hızlandırabilecek bir bağlam oluşturabilmiş. Sahi, bu "şey"in ışık tasarımı var mıydı? Ha, sonra, izleyicilerin bir kısmı uyurken, bir kısmı da telefonlarının ışıklarıyla yüzlerindeki mutsuzluğu yansıtma yarışına girmişlerdi.
Benim, halkımın, tüyü bitmemiş yetimin verdiği vergilerle zar zor ayakta durmaya çalışan Devlet Tiyatroları'nın ışıkçıları da, hiçbir toplumsal ve estetik halta asla yaramıyorlar. Örnekse, İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürü Şakir Gürzumar'ın emrindeki ışıkçılardan Enver Başar, hem de bir devlet memuru olmasına karşın, hem de bir devlet memuru olmasına hiç aldırmadan, ortada somut hiçbir durum bulunmadan, utanıp sıkılma alışkanlığına sahip olmadığı için, tutup, kurucusu bulunduğu ve LİNÇÇİ / Shakespeare çocuğu Yaşam Kaya tarafından yönetilen www.tiyatronline.com sitesini, LİNÇ KAMPANYASI ana sponsorlarından biri hâline getirerek, âdeta bir McCarthy çalışanı yada Hitler askeri gibi davranıp, tiyatral gericilere seve seve yada söke söke ve göğsünü gere gere hizmet etmeyi bir onur olarak görebiliyor.
Sahnenin işgâlini sağlayan diğer elemanları tek tek saymama ne benim sabrım var, ne de sizin okumaya zamanınız... Şu kadarını söylemekte yarar var: Daha "şey" başlar başlamaz, izleyicilerinden biri, hem de en ön sıralardan biri, sahne işgâline anlamlı anlamlı bakarak, ağır ağır salonu terk etme eyleminde bulundu.
Sahneyi işgâl eden bu "şey"deki konuya hiç değinmesem de, şu kadarını söylemeden asla geçemeyeceğim, LİNÇÇİ Genco Erkal'ın tiyatro sahnelerini işgâl ederken, bol bol kullandığı Nâzım Hikmet'i, Devlet Tiyatroları Başrejisörü Rüştü Asyalı da, tıpkı LİNÇÇİ Genco Erkal gibi, sadece ve sadece kendi çıkarı için kullanmış. Oysa, Nâzım Hikmet'i kitlelere sevdirmenin bir tek koşulu var: Nâzım'ın dünya görüşü olan komünist dünya görüşüne sahip olmak. Siz, bunca yoksulluk, bunca zulüm varken ve bu yoksulluğu, bu zulmü üreten devlet düzeneğinin içerisinde bulunurken, Nâzım Hikmet'i kitlelere sevdirmeyi bir yana bırakalım, ancak ve ancak Nâzım'ın dünya görüşünün sevilmemesi için sahneleri işgâl etmenin ötesine gidemezsiniz!!!...