***
Kemal Aydoğan röportajı-Yeni Tiyatro Dergisi (Ocak 2011)
Söyleşi: Sinan Beyaz Yeni Tiyatro Dergisi Ocak 2011, Sayı: 25, ss: 37-41
Kemal Aydoğan İle…
1999 yılında perdelerini açan ve bugüne kadar kendi başına ayakta kalabilmeyi başarmış, önemli bir tiyatro: Oyun Atölyesi. Salona girişte de bu başarıyı özetleyen bir yazı bizi karşılıyor: “Sahnemizin yapımında herhangi bir kurumun ya da kuruluşun katkısı olmamıştır.” Bu söz, söyleyemediklerimizi de açıklamaya yetiyor. Oyun Atölyesi bu sene de yeni bir Shakespeare oyunuyla izleyicinin karşısında. Dünyanın en iyi yazarının en iyi oyunu olarak adlandırılan Macbeth, Kemal Aydoğan’ın yorumuyla sahneleniyor. Kendi izleyicisini yaratmış az sayıdaki tiyatrolardan biri Oyun Atölyesi. Tiyatronun böylesi özel bir yere taşınmasında rolü göz ardı edilmeyecek tavrı ve tutumuyla dikkat çeken yönetmenlerden Kemal Aydoğan’la Macbeth ve onun getirdiği tartışmaları konuştuk.
Sinan Beyaz - Öncelikle Oyun Atölyesinin (Atölyesi'nin) oyun seçme yöntemi hakkında konuşalım istiyorum. Pek çok kez Shakespeare sahnelediniz ve sahnelemeye de devam ediyorsunuz. Peki, sahnelenmek üzere seçilen oyunlarda izleyicinin herhangi bir faktörü oluyor mu? Ve neden klasik oyunlar?
Kemal Aydoğan - Parasal beklentiler açısından seyircinin beğenilerini düşünerek hareket etmiyoruz. Öyle olursa “seyircinin parasının” avcılığı yapılır. Oyun Atölyesi kendi sanatsal ve dünya görüşü çerçevesinde oyun seçimleri yapıyor. Biz hem kendimizi hem de seyircimizi evrensel kültür değerleriyle karşılaştırmayı amaçlıyoruz. Shakespeare’de kendimizi anlamak, kendimizi onun aracılığıyla gözden geçirmek isteğiyle tiyatro yaşantımızı sürdürüyoruz. Sevdiğimiz şeyleri yapıyoruz. Tiyatro ve hayat problemleriyle uğraşmayı seviyoruz. Bu problemleri taşıyan oyunları seyirciyle buluşturmayı seçiyoruz. Klasik oyunların üzerinde duran “eskimiş” yaftasına Oyun Atölyesi katılmıyor. Klasik denince bazıları bu eserlerin geçmişte kaldığını bugüne bir sözünün olmadığını savlıyorlar. Bu yargıya katılmıyouz. Klasikleri herkes bildiğini sanır ama çoğunluk klasikleri bilmez, bilmeyi de istemez. Hamlet, Macbeth, Othello, Suç ve Ceza, Hastalık Hastası ne bileyim Goriot Baba hakkında fikrimiz olduğunu sanırız ama çoğunlukla klişe bilgi ya da yargılardır bunlar. Oysa bir eserin yüzyılların ötesinden bize kalması o eserin gücünü, güncelliğini gösterir. Oyun Atölyesi “güncel” kavramını böyle de algılıyor.
S.B. – Yine güncel konuları işliyorlar...
K.A. - Tabii insanı işliyor. “Uygarlık” kuran insanın yaşı toplasan da çıkarsan da on bin yıl. Eee, dünya dört buçuk milyar yıldır var. İnsan da işte bir milyon yıldır oluşmaya başlamış, “uygar” insanın tarihi gerçekten küçümsenecek kadar kısa bir tarih henüz. Onun için biz klasikleri geçmişte kaldı diye küçümsemeyelim. Form önemli! Form senin bu dünyada yaşadığın şu anki zamanla belirlenen bir şey ama anlatılan eskimiyor ki!
S.B. - Oyun, cadıların üzerlerindeki gazeteleri kaldırmalarıyla başlıyor. Oyuncular, katledilen Hrant Dink’in maskesini yüzlerine takarak sürdürdükleri oyuna bir güncellik kazandırmış. Daha önce ‘göstere göstere’ mesaj vermenize doğrusu hiç tanık olmadık. Niçin böylesi bir şey yapmak istediniz? Bu yorum izleyicilerden nasıl tepkiler aldı?
K.A. – İzleyicilerin çoğundan iyi tepkiler alıyoruz. Cadıların net olarak anlaşılmasını istiyorduk yani kimdir bu cadılar bu cümleleri niye kurarlar Macbeth’e. Genelde kötü, Macbeth’i kötülüğe sürükleyenler olarak anlaşılmıştır. Cadılar tarihte de kötü değiller. İktidar sahiplerinin bakışından kötü görünüyorlar. İktidar sahipleri onların lokmasına ortak olmayı düşünen herkesi kötü olarak yaftalamaktan, ona cadı demekten geri durmamıştır. Çok ileri geri gitmeye gerek yok 1950’de ABD’de olan "komünist avı" bile çok taze bir örnek. Bu perspektiften iktidarın işleyişini fark eden ve bu nedenle katledilen Hrant Dink ile kendimizi temsil etmeyi seçtik. Seyirci Macbeth yürüdüğü iktidar yolunu bu perspektiften izlesin ve Macbeth öyküsünü kendi için tarihselleştirebilsin istedik. Macbeth’in bir kahraman(!) gibi anlaşılmasının (en azından oyun kahramanı) önünü kesmekti niyetimiz.
S.B. - Bir röportajınızdan öğrendiğim kadarıyla; oyun sürerken bir çocuk oyuna patenle giriyormuş, izlediğimde böyle bir şey yoktu, bir değişiklik mi oldu? Neden böyle bir ‘postmodern’ yaklaşımda bulunuyorsunuz…
K.A. – Yani postmodern mi bilmiyorum, bu laflar çok büyük laflar. Ben anlamıyorum postmodern cümlesinden ya da kavramından. O şuydu; şimdiki zamanı temsilen, yani günümüzü temsilen oyunun içine giren öğeydi. Seyircinin şimdiki zaman bağlantısıydı. Yani olay günümüzde Türkiye’de ve Moda’da sergileniyor. İcra zamanını göstermesi için konulmuş bir ögeydi. Fakat birden seyirciden aldığımız tepkiler bu göstergenin çok fazla okumaya, anlamlandırmaya kapı araladığını ve seyircinin zihninin çok fazla kurcalandığı, bu basit şimdiki zaman algısı yerine bunun seyirci için oyunu fazladan karmaşıklaştıran bir öge olduğunu gördük. Onun için de bundan vazgeçip bunun yerine çocuğu Banquo’nun oğlu olarak konumlandırdık. Bizim için birincil şey seyircinin anlamasıdır.
S.B. - Ferhat Uludere, Taraf gazetesinde oyunu hakarete varacak ölçüde ‘Siyasete yeni bulaşmış çocuk şaşkınlığıyla mesaj verilmeye çalışılmış.’ diyerek eleştirdi. Ve siz buna aynı gazetede ‘ağır’ cevap verdiniz. Bu karşılıklı yazışmalar nasıl karşılandı? Neler söylersiniz?
K.A. – Karşılıklı yazışmadık biz, Ahmet Altan'a bu durumu bildirdik. Ferhat Uludere haddini aşan, bize göre bir kötülük yazısı yazmıştır. Bir kişi eleştirmense oyuna bakışı beğenmek beğenmemek düzleminde kurulamaz. O oyunu "şerh" eden açıklayan, çatışmalarını, çelişkilerini, olmazlarını "yetkin" bir biçimde söyleyen olmalıdır. Böyle olduğu halde katılınması gerekmez onun yargılarına. Ama eleştirmenin faaliyeti bu biçimde ortaya çıkmalıdır. Tiyatro ortamı, oyunun öyküsünü anlatıp oyunculara görevini yaptı cümlesiyle hitap eden, beğendim beğenmedin sansasyonundan bir adam öteye gidemeyenlerle dolu maalesef şu sıralar. Bu ortamda Ferhat Uludere’den de fazlasını beklemek ona haksızlık olur. Ama be kardeşim keşke dilinin altındakini daha net söyleseydi. “Oyun Atölyesi 11 yıllık birikimini bitirdi” saptamasını yapan Ferhat Bey’in Oyun Atölyesi’nin oyunlarını izlediğini dair herhangi bir “delil” ortada yokken, böylesine ağır bir tespitte bulunmasını onun “magazin merakına” vermekten başka yapacak hiçbir şeyi yok Oyun Atölyesi’nin. Hal (Hâl) böyleyken bizi de başka bir magazin merakı sarıyor tabii ki: O “Oyun Atölyesi 11 yıllık birikimini bitirdi” lafının (lâfının) gerçek nedenini bilmeden ben ölmeyi düşünmüyorum, umarım Ferhat Bey de bunu bize açıklamadan aramızdan ayrılmak "nezaketsizliğini" yapmaz
Altının da doldurulması gerektiğini düşünüyorsunuz yani…
K.A. – Evet altını doldurmadan eleştiri yazabilmek epeyce bir maharet günümüz Türkiyesi’nde (Türkiye'sinde). Çünkü eleştiri konusunda söz sahipleri artık söz almıyor ve ortamda görünmüyorlar. Küsmüşlerdir belki de. İnsan Sevda Şener’i, Ayşegül Yüksel’i, Metin And’ı çok arıyor. Onların çok yetkin öğrencileri vardı, onlar da uzak duruyorlar şimdi. Ortam hatta (hattâ) piyasa, internet (Internet) sitelerinde altını dolduranlardan geçilmiyor (güleyim de gocunan iyice gocunsun). Magazinle eleştiri birbirine karışmış durumda. Müptezel magazin algısı her ortamı çok fena sarmış durumda. Bu Taraf gibi bir gazete bile oluyor gördüğünüz gibi.
S.B. - Bazı tiyatrolar kadrolarına tanınmış isimleri alarak ‘gişe yapma’ mücadelesi içerisine girmiş gibi gözüküyor. Son oyununuzda Macbeth’i İlker Aksum canlandırmış TV’deki dizilerden tanıdığımız bir oyuncuyu kadroya almak böyle bir kaygının sonucu mu? Bir de şu dikkatimi çekti, siz manken foto model (fotomodel) olan popüler isimleri tercih etmiyorsunuz. Ama buna karşın seçtiğiniz oyuncular, ‘tiyatro kökenli olsa da’ popüler isimler. Böylesi bir tercih içinde olmanızın nedenini öğrenebilir miyim?
K.A. –Haluk Bilginer de popüler isim. Yani Oyun Atölyesi’nin kurucusu Haluk Bilginer de popüler bir isim. Bir yanlışlık mı var. Yani Haluk Bilginer’in tiyatro faaliyeti sorgulanabilirse İlker Aksum da sorgulanabilir öyleyse. Birilerinin popüler olması bir suç değildir. Birilerinin kötü oyuncu olması suçtur. İlker eğer sahnede Macbeth’i oynayamıyorsa denir ki arkadaşım siz neden Macbeth’i oynayamayan birine Macbeth rolünü verdiniz? Popülerliğinden mi faydalanıyorsunuz? Ama oyuncu oynuyorsa problem nedir? Popülerliğin düzeyleri var. Örneğin kendine twitter ya da facebook’ta sayfa ya da bir blog açıp “takip edilmeyi” talep etmek de popülerliktir. Yani İlker’i, Haluk Abi’yi tüm Türkiye tanıyor, ipe sapa gelmez yazılar yazan bir tiyatro heveslisini de 50 kişi tanıyor. Birinin aracı TV, birinin aracı internet (Internet). Aynı türden bir ilişki kurmaktır bu hayatla. Demem o ki popülerlik bu kadar yakınımızdayken onun “problemleştirilmesi” bu yoldan yapılırsa bir sonuca varamayız. O kendini 50 kişi takip eden "örtük artizlerin" de derdi, onları tüm Türkiye’nin tanımasıdır aslında. Ancak onları tüm Türkiye tanısa da onlara ne oyunlarımızda rol veririz ne de kapıda bilet kestiririz Yine Haluk Abi oynar, yine İlker oynar. Yani oyuncu oynar arkadaşlar, “artizler” bakar.
Tabii bu "taşlamanın" ardından şu tespiti de yapabiliriz. Günümüz tiyatro algısında “popülerlik” denen kavram bir hayli tavsamış durumda. “Celebrity”lik ve oyunculuk birbirine karışmış durumda. Özel tiyatroların zaman zaman bu “celebrity”lerden medet umması, onlara sığınmasına şahit oluyoruz. Ancak bunların solukları hemen kesiliveriyor.
S.B. - Genelde oyunlarınızda aynı isimlere rastlamamız mümkün, oluşmuş bir hazır kadronuz var mı? Yoksa neye göre ve nasıl görevlendiriyorsunuz?
K.A. – Sabit bir oyuncu kadromuz yok. Her oyunla birlikte yeni bir kadro kuruyoruz. Ancak birden çok oyunda birlikte çalıştığımız oyuncu da azımsanamayacak bir sayıda. Birlikte çıktığımız yolculuklardan “dönebildiklerimizle” yeni yolculuklarda da birlikte olmak istediğimiz seçtiğimiz bir tavır. Örneğin Macbeth on iki oyuncu ile oynanıyor. Dördü yeni sekizi daha önce çalıştığımız oyunculardan oluşuyor kadro. Yetenekleri, tipleri, role uygunlukları belirliyor Oyun Atölyesi’nin oyuncu tercihlerini.
S.B. - Devlet tiyatrolarından (Tiyatroları'ndan) size bir oyun yönetmeniz için teklif gelse cevabınız ne olurdu?
K.A. – Hayır.
S.B. – Kesinlikle hayır mı?
K.A. – Kesinlikle hayır! Orası bu haksızlığı, bu eşitsizliği ürettiği sürece oraya verilen her emek ziyan olmuş bir emektir. Kimse devlet tiyatrosunun bu koşullarda faaliyette bulunmasına seyirci kalmamalı. Koca kurum çöküyor, bunu görmüyor musunuz? Neden sessiz kalınıyor. Orası bizim tiyatromuz. Onun için bu kadar canımız acıyor, o nedenle tepki veriyoruz. Çünkü can çekişiyor ve bunu gören çok az insan var. Bu koşullar Türkiye tiyatrosunun bitmesinin koşullarıdır. Tarih bize bunu gösterecek. Ne yazık ki haklı çıkacağız. Ve ne yazık ki çok geçmiş olacak.
S.B. - Bir ara özelleştirilmesi konuşuluyordu.
K.A. – Özelleştirilmesinden bahsetmiyoruz! Ama mesela nitelikli yapım verme oranı o kadar düşmüş durumda ki yüzde onları geçmez iyi ürünleri. Çünkü tiyatro memuriyete dönüşmüş durumda ve anlaşılıyor ki heves buhar olup uçmuş. Tiyatro yapma hevesi kalmamış durumda. Ama beri yandan büyük bir parasal imkâna sahipler. Mesela Oyun Atölyesi bu yıl en fazla yetmiş bin lira devlet yardımı almışken bir oyunun dekoru İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda iki yıl önce bir trilyondu. Bir trilyon arkadaşlar! Bakın biz burayı yaptık, bir bina yaptık bir buçuk trilyona, şimdi bir dekor yaptılar o paraya. Şimdi buna rağmen bu koşullarda tiyatro yapmıyor olmak tiyatroya yeterince ilgi göstermemek, gelişimini sürdürmemek, oyuncudan yönetmenden çalışandan bahsediyorum ve de çabasızlığı gizlemek bizim tarafımızdan nasıl kabul edilsin. Biri bunu bize izah (izâh) etsin. Hesap soracağız tabii. Çünkü orası Halkın Tiyatrosu’dur, devletin değil.
S.B. - Oyun Atölyesi’nin Avrupa yakasında da bir sahnesinin olacağı konuşuluyor. Böyle bir düşünce var mı, varsa ne zaman gerçekleşir?
K.A. – Var, ne zaman bulursak. Yani yarın bulursak yarın. Arıyoruz hatta (hattâ) başka kentler de var. İzmir’de ve Ankara’da da tiyatro açmak istiyoruz.
S.B. - Turneleriniz hakkında bir soru sormak istiyorum. Turne programını nasıl ayarlıyorsunuz? Yani öncelikleriniz neler oluyor?.
K.A. – Öncelikle İzmir ve Ankara’ya daha çok gidiyoruz. Ama mesela aralık ayının başında Testosteron Adana, Mersin, Antakya, Gaziantep’e gitti. Yani kadronun durumuna göre, onlar izin verdiği ölçüde Türkiye’nin her yerine gidiyoruz. Biz her zaman her yere gittik. Batman’a kadar gitti Oyun Atölyesi. Oyun oynayabilecek nitelikte salonu olan her yere turne yapıyoruz, yapmak isteriz. Ancak tiyatro sanatına uygun bir salon bulmak tüm Türkiye’de bir elin parmağını geçmez.
S.B. – Bugünlerde gazetelerde şöyle bir haber var: Özel tiyatroların yardım alabilmesi için vergi borçlarını ödemeleri gerekir. Sizin, devlet organlarınca yapılan bu açıklamaya dair düşünceleriniz ya da tepkileriniz oldu mu? Bu konudaki düşünceleriniz?...
K.A. – Kuralların -ki bu kurallara katılmayabilirsiniz. O zaman da kendi kurallarınızı, ölçütlerinizi koyabilecek bir ağırlığa sahip olmanız yani örgütlenmeniz gerekir- konmuş olması onların, çalışması yani onlara uyulması standart ve disiplin açılarından bizce çok önemlidir. Çok zor koşullarda, yürekleriyle tiyatro yapanların varlığına hepimiz tanığız. Bu tiyatroların maddi sıkıntılarla boğuşuyor olmaları çok üzücü. Bu tür tiyatrolar bazı müsamahaları hak ediyor olsalar da onlara gösterilen hoşgörüyü kötüye kullanacak bir dolu tiyatro var. Örneğin bu yıl henüz hangi tiyatronun kaç lira aldığı açıklanmadı. Çünkü şaibeli ekipler var yardım alanlar arasında. Örneğin borçları olanlar var. Bunlar tiyatro için değil kendi özel hesapları için bu paraları kullanıyorlar. Bu kamusallık algısının zedelendiği andır. Bu tiyatroların -devlet kurumları tarafından da değil, bizzat özel tiyatroların bir organı tarafından denetlenmesi ve yardımdan men ettirilip, hak edenlerin bu maddi imkânları kullanması sağlanmalıdır. Bu çok acil bir sorundur. Daha fazla vicdanın örselenmesine izin verilmemelidir. Soruya döneyim; at izi ile it izini birbirinden ayırmak için koyulan kurallara harfiyen uyulmalıdır. Ancak birtakım tiyatroların borçlarını maskelemek adına yeni adlarla tiyatro -daha doğrusu şirket- kurup destek almalarına da tüm özel ya da ödenekli tiyatro kamuoyu uyanmalıdır. Ve Kültür Bakanlığı kim ne kadar yardım almıştır ayrıntılı bir biçimde bu bilgiyi kamuoyuyla paylaşmalıdır.
S.B. - Ödül, bir yönetmen olarak sizin için ne ifade ediyor ve neden Oyun Atölyesi ödüllere karşı? Ödüllere olan bu keskin mesafeniz ne zaman ortadan kalkar?
K.A. – Ödül benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Onun için de ödüllere katılmıyoruz zaten (zâten). Oyun Atölyesi ödüllere niye katılmıyor? Çünkü, inanmıyor ölçütlere. Duyduklarımız gördüklerimiz bildiklerimiz o ortamda değerlendirmenin bir türlü nesnel koşullar üzerine oturamadığıdır. Oyun Atölyesi tiyatro yapmaya devam ediyor. Seyircinin oyunlarımıza gelmesi, salonumuzu doldurması bizim için tek ve yeri başka bir ödülle doldurulamaz en büyük ödüldür.
S.B. - Tiyatronuzda çoğu zaman bilet bulmak zor oluyor. Bu, maddi sıkıntınızın olmamasına götürüyor mu sizi? Ayrıca devletten yardım alıyorsunuz, bu durumu nasıl karşılıyorsunuz.
K.A. – Türkiye’nin gişesi iyi olan tiyatrolarından biriyiz ama hiçbir zaman yaz sezonunu rahatlıkla geçirebilmiş değiliz. Bir kere bir salon işletiyorsanız böyle bir salonun günlük sabit gideri bin lira. Yani şu kapı açıldığında burasının bin lira gideri var, bu şu demek; ayda otuz bin lira! Şimdi hal (hâl) öyle olunca burasını işletmek maddi açıdan çok ağır bir yük bindiriyor omuzlarımıza. Aslında dışarıdan böyle bir tiyatronun varlığı hoş görünüyordur. -ayrıca hoş da- Özgür bir ortam, gecenin beşinde bile prova yapabiliyoruz. Ancak bunların bir bedeli var ve biz bunu tiyatro yaparak kazanmak zorundayız. Arkamızda devlet yok maalesef.
S.B. - Bildiğiniz üzere KOÜ GSF Sahne Sanatları Bölümü öğrencisiyiz. Oyun Atölyesi’nin Sahne Sanatları Bölümü öğrencileriyle ortak projeleri olur mu? Böyle bir projeye kapınız açık mı?
K.A. – Değil, olmaz. (Gülüşmeler) Biz sadece buraya stajyerler alıyoruz her sezon yeni oyun yaparken. Provanın başlamasından prömiyere kadar olan süre için. İşte burada bir provayı takip etmeleri, katılmaları için, işin içine onları dahil ediyoruz. Onun dışında herhangi bir projemiz yok yani ne olacağını bilmiyoruz yani ne olabilir ki?
S.B. – Yeni bir oyun yazarının oyununun çıkması mesela oynayanların da öğrenci olması gibi mesela.
K.A. – Ya bunun için Devlet Tiyatroları’na, Şehir Tiyatroları’na gidebilirsiniz. Hem çok paraları hem de çok zamanları var. Özel tiyatrolar çok sınırlı kadrolarla çalışmak zorunda, bakınız yine maddi problemler. Mesela ben burada aynı zamanda tiyatro yöneticisiyim. Bu şu demek gazete ilanından (ilânından) turne organizasyonuna kadar her şeyle uğraşıyor olmak demek. Burada kırk tane iş yapıyoruz biz, her birimiz burada hakikaten kırk iş yapıyoruz. Bir oyun burada oynarken diğeri turneye gidiyor. Bunların hepsi iş ve az buz işler değil. Bu koşullarda kendimize ayıracak vakti bulamazken bir de öğrenci projeleri ile ilişkilenmek bizim için ütopya.
S.B. - Hemen hemen sezonun ortasına geldik, belki şimdiden bunu sormak için biraz erken yine de sormak istiyorum, önümüzdeki sezon hangi oyunu çıkarmayı düşünüyorsunuz.
K.A. – Aaa bilmiyoruz her şey olabilir yani bir Shakespeare de olabilir, Büchner de olabilir ya da adını sanını duymadığımız bir Türk yazar da olabilir. Bilmiyoruz, çok oyun var yapmak istediğimiz. Godot’yu Beklerken’den Perikles’e, Operet’ten ne bileyim Woyzeck’e kadar bir sürü oyun var. Yapmak istediğimiz çok oyun var ama şu an bilmiyoruz ne yapacağımızı. Ama Nisan ayı geldiğinde biliriz. Daha doğrusu karar veririz ne yapacağımıza.
S.B. – İlginiz ve inceliğiniz için çok teşekkür ederiz.
K.A. – Biz teşekkür ederiz, umarım işinize yarar bir söyleşi olmuştur.
Söyleşi: Sinan Beyaz Yeni Tiyatro Dergisi Ocak 2011, Sayı: 25, ss: 37-41
Kemal Aydoğan İle…
1999 yılında perdelerini açan ve bugüne kadar kendi başına ayakta kalabilmeyi başarmış, önemli bir tiyatro: Oyun Atölyesi. Salona girişte de bu başarıyı özetleyen bir yazı bizi karşılıyor: “Sahnemizin yapımında herhangi bir kurumun ya da kuruluşun katkısı olmamıştır.” Bu söz, söyleyemediklerimizi de açıklamaya yetiyor. Oyun Atölyesi bu sene de yeni bir Shakespeare oyunuyla izleyicinin karşısında. Dünyanın en iyi yazarının en iyi oyunu olarak adlandırılan Macbeth, Kemal Aydoğan’ın yorumuyla sahneleniyor. Kendi izleyicisini yaratmış az sayıdaki tiyatrolardan biri Oyun Atölyesi. Tiyatronun böylesi özel bir yere taşınmasında rolü göz ardı edilmeyecek tavrı ve tutumuyla dikkat çeken yönetmenlerden Kemal Aydoğan’la Macbeth ve onun getirdiği tartışmaları konuştuk.
Sinan Beyaz - Öncelikle Oyun Atölyesinin (Atölyesi'nin) oyun seçme yöntemi hakkında konuşalım istiyorum. Pek çok kez Shakespeare sahnelediniz ve sahnelemeye de devam ediyorsunuz. Peki, sahnelenmek üzere seçilen oyunlarda izleyicinin herhangi bir faktörü oluyor mu? Ve neden klasik oyunlar?
Kemal Aydoğan - Parasal beklentiler açısından seyircinin beğenilerini düşünerek hareket etmiyoruz. Öyle olursa “seyircinin parasının” avcılığı yapılır. Oyun Atölyesi kendi sanatsal ve dünya görüşü çerçevesinde oyun seçimleri yapıyor. Biz hem kendimizi hem de seyircimizi evrensel kültür değerleriyle karşılaştırmayı amaçlıyoruz. Shakespeare’de kendimizi anlamak, kendimizi onun aracılığıyla gözden geçirmek isteğiyle tiyatro yaşantımızı sürdürüyoruz. Sevdiğimiz şeyleri yapıyoruz. Tiyatro ve hayat problemleriyle uğraşmayı seviyoruz. Bu problemleri taşıyan oyunları seyirciyle buluşturmayı seçiyoruz. Klasik oyunların üzerinde duran “eskimiş” yaftasına Oyun Atölyesi katılmıyor. Klasik denince bazıları bu eserlerin geçmişte kaldığını bugüne bir sözünün olmadığını savlıyorlar. Bu yargıya katılmıyouz. Klasikleri herkes bildiğini sanır ama çoğunluk klasikleri bilmez, bilmeyi de istemez. Hamlet, Macbeth, Othello, Suç ve Ceza, Hastalık Hastası ne bileyim Goriot Baba hakkında fikrimiz olduğunu sanırız ama çoğunlukla klişe bilgi ya da yargılardır bunlar. Oysa bir eserin yüzyılların ötesinden bize kalması o eserin gücünü, güncelliğini gösterir. Oyun Atölyesi “güncel” kavramını böyle de algılıyor.
S.B. – Yine güncel konuları işliyorlar...
K.A. - Tabii insanı işliyor. “Uygarlık” kuran insanın yaşı toplasan da çıkarsan da on bin yıl. Eee, dünya dört buçuk milyar yıldır var. İnsan da işte bir milyon yıldır oluşmaya başlamış, “uygar” insanın tarihi gerçekten küçümsenecek kadar kısa bir tarih henüz. Onun için biz klasikleri geçmişte kaldı diye küçümsemeyelim. Form önemli! Form senin bu dünyada yaşadığın şu anki zamanla belirlenen bir şey ama anlatılan eskimiyor ki!
S.B. - Oyun, cadıların üzerlerindeki gazeteleri kaldırmalarıyla başlıyor. Oyuncular, katledilen Hrant Dink’in maskesini yüzlerine takarak sürdürdükleri oyuna bir güncellik kazandırmış. Daha önce ‘göstere göstere’ mesaj vermenize doğrusu hiç tanık olmadık. Niçin böylesi bir şey yapmak istediniz? Bu yorum izleyicilerden nasıl tepkiler aldı?
K.A. – İzleyicilerin çoğundan iyi tepkiler alıyoruz. Cadıların net olarak anlaşılmasını istiyorduk yani kimdir bu cadılar bu cümleleri niye kurarlar Macbeth’e. Genelde kötü, Macbeth’i kötülüğe sürükleyenler olarak anlaşılmıştır. Cadılar tarihte de kötü değiller. İktidar sahiplerinin bakışından kötü görünüyorlar. İktidar sahipleri onların lokmasına ortak olmayı düşünen herkesi kötü olarak yaftalamaktan, ona cadı demekten geri durmamıştır. Çok ileri geri gitmeye gerek yok 1950’de ABD’de olan "komünist avı" bile çok taze bir örnek. Bu perspektiften iktidarın işleyişini fark eden ve bu nedenle katledilen Hrant Dink ile kendimizi temsil etmeyi seçtik. Seyirci Macbeth yürüdüğü iktidar yolunu bu perspektiften izlesin ve Macbeth öyküsünü kendi için tarihselleştirebilsin istedik. Macbeth’in bir kahraman(!) gibi anlaşılmasının (en azından oyun kahramanı) önünü kesmekti niyetimiz.
S.B. - Bir röportajınızdan öğrendiğim kadarıyla; oyun sürerken bir çocuk oyuna patenle giriyormuş, izlediğimde böyle bir şey yoktu, bir değişiklik mi oldu? Neden böyle bir ‘postmodern’ yaklaşımda bulunuyorsunuz…
K.A. – Yani postmodern mi bilmiyorum, bu laflar çok büyük laflar. Ben anlamıyorum postmodern cümlesinden ya da kavramından. O şuydu; şimdiki zamanı temsilen, yani günümüzü temsilen oyunun içine giren öğeydi. Seyircinin şimdiki zaman bağlantısıydı. Yani olay günümüzde Türkiye’de ve Moda’da sergileniyor. İcra zamanını göstermesi için konulmuş bir ögeydi. Fakat birden seyirciden aldığımız tepkiler bu göstergenin çok fazla okumaya, anlamlandırmaya kapı araladığını ve seyircinin zihninin çok fazla kurcalandığı, bu basit şimdiki zaman algısı yerine bunun seyirci için oyunu fazladan karmaşıklaştıran bir öge olduğunu gördük. Onun için de bundan vazgeçip bunun yerine çocuğu Banquo’nun oğlu olarak konumlandırdık. Bizim için birincil şey seyircinin anlamasıdır.
S.B. - Ferhat Uludere, Taraf gazetesinde oyunu hakarete varacak ölçüde ‘Siyasete yeni bulaşmış çocuk şaşkınlığıyla mesaj verilmeye çalışılmış.’ diyerek eleştirdi. Ve siz buna aynı gazetede ‘ağır’ cevap verdiniz. Bu karşılıklı yazışmalar nasıl karşılandı? Neler söylersiniz?
K.A. – Karşılıklı yazışmadık biz, Ahmet Altan'a bu durumu bildirdik. Ferhat Uludere haddini aşan, bize göre bir kötülük yazısı yazmıştır. Bir kişi eleştirmense oyuna bakışı beğenmek beğenmemek düzleminde kurulamaz. O oyunu "şerh" eden açıklayan, çatışmalarını, çelişkilerini, olmazlarını "yetkin" bir biçimde söyleyen olmalıdır. Böyle olduğu halde katılınması gerekmez onun yargılarına. Ama eleştirmenin faaliyeti bu biçimde ortaya çıkmalıdır. Tiyatro ortamı, oyunun öyküsünü anlatıp oyunculara görevini yaptı cümlesiyle hitap eden, beğendim beğenmedin sansasyonundan bir adam öteye gidemeyenlerle dolu maalesef şu sıralar. Bu ortamda Ferhat Uludere’den de fazlasını beklemek ona haksızlık olur. Ama be kardeşim keşke dilinin altındakini daha net söyleseydi. “Oyun Atölyesi 11 yıllık birikimini bitirdi” saptamasını yapan Ferhat Bey’in Oyun Atölyesi’nin oyunlarını izlediğini dair herhangi bir “delil” ortada yokken, böylesine ağır bir tespitte bulunmasını onun “magazin merakına” vermekten başka yapacak hiçbir şeyi yok Oyun Atölyesi’nin. Hal (Hâl) böyleyken bizi de başka bir magazin merakı sarıyor tabii ki: O “Oyun Atölyesi 11 yıllık birikimini bitirdi” lafının (lâfının) gerçek nedenini bilmeden ben ölmeyi düşünmüyorum, umarım Ferhat Bey de bunu bize açıklamadan aramızdan ayrılmak "nezaketsizliğini" yapmaz
Altının da doldurulması gerektiğini düşünüyorsunuz yani…
K.A. – Evet altını doldurmadan eleştiri yazabilmek epeyce bir maharet günümüz Türkiyesi’nde (Türkiye'sinde). Çünkü eleştiri konusunda söz sahipleri artık söz almıyor ve ortamda görünmüyorlar. Küsmüşlerdir belki de. İnsan Sevda Şener’i, Ayşegül Yüksel’i, Metin And’ı çok arıyor. Onların çok yetkin öğrencileri vardı, onlar da uzak duruyorlar şimdi. Ortam hatta (hattâ) piyasa, internet (Internet) sitelerinde altını dolduranlardan geçilmiyor (güleyim de gocunan iyice gocunsun). Magazinle eleştiri birbirine karışmış durumda. Müptezel magazin algısı her ortamı çok fena sarmış durumda. Bu Taraf gibi bir gazete bile oluyor gördüğünüz gibi.
S.B. - Bazı tiyatrolar kadrolarına tanınmış isimleri alarak ‘gişe yapma’ mücadelesi içerisine girmiş gibi gözüküyor. Son oyununuzda Macbeth’i İlker Aksum canlandırmış TV’deki dizilerden tanıdığımız bir oyuncuyu kadroya almak böyle bir kaygının sonucu mu? Bir de şu dikkatimi çekti, siz manken foto model (fotomodel) olan popüler isimleri tercih etmiyorsunuz. Ama buna karşın seçtiğiniz oyuncular, ‘tiyatro kökenli olsa da’ popüler isimler. Böylesi bir tercih içinde olmanızın nedenini öğrenebilir miyim?
K.A. –Haluk Bilginer de popüler isim. Yani Oyun Atölyesi’nin kurucusu Haluk Bilginer de popüler bir isim. Bir yanlışlık mı var. Yani Haluk Bilginer’in tiyatro faaliyeti sorgulanabilirse İlker Aksum da sorgulanabilir öyleyse. Birilerinin popüler olması bir suç değildir. Birilerinin kötü oyuncu olması suçtur. İlker eğer sahnede Macbeth’i oynayamıyorsa denir ki arkadaşım siz neden Macbeth’i oynayamayan birine Macbeth rolünü verdiniz? Popülerliğinden mi faydalanıyorsunuz? Ama oyuncu oynuyorsa problem nedir? Popülerliğin düzeyleri var. Örneğin kendine twitter ya da facebook’ta sayfa ya da bir blog açıp “takip edilmeyi” talep etmek de popülerliktir. Yani İlker’i, Haluk Abi’yi tüm Türkiye tanıyor, ipe sapa gelmez yazılar yazan bir tiyatro heveslisini de 50 kişi tanıyor. Birinin aracı TV, birinin aracı internet (Internet). Aynı türden bir ilişki kurmaktır bu hayatla. Demem o ki popülerlik bu kadar yakınımızdayken onun “problemleştirilmesi” bu yoldan yapılırsa bir sonuca varamayız. O kendini 50 kişi takip eden "örtük artizlerin" de derdi, onları tüm Türkiye’nin tanımasıdır aslında. Ancak onları tüm Türkiye tanısa da onlara ne oyunlarımızda rol veririz ne de kapıda bilet kestiririz Yine Haluk Abi oynar, yine İlker oynar. Yani oyuncu oynar arkadaşlar, “artizler” bakar.
Tabii bu "taşlamanın" ardından şu tespiti de yapabiliriz. Günümüz tiyatro algısında “popülerlik” denen kavram bir hayli tavsamış durumda. “Celebrity”lik ve oyunculuk birbirine karışmış durumda. Özel tiyatroların zaman zaman bu “celebrity”lerden medet umması, onlara sığınmasına şahit oluyoruz. Ancak bunların solukları hemen kesiliveriyor.
S.B. - Genelde oyunlarınızda aynı isimlere rastlamamız mümkün, oluşmuş bir hazır kadronuz var mı? Yoksa neye göre ve nasıl görevlendiriyorsunuz?
K.A. – Sabit bir oyuncu kadromuz yok. Her oyunla birlikte yeni bir kadro kuruyoruz. Ancak birden çok oyunda birlikte çalıştığımız oyuncu da azımsanamayacak bir sayıda. Birlikte çıktığımız yolculuklardan “dönebildiklerimizle” yeni yolculuklarda da birlikte olmak istediğimiz seçtiğimiz bir tavır. Örneğin Macbeth on iki oyuncu ile oynanıyor. Dördü yeni sekizi daha önce çalıştığımız oyunculardan oluşuyor kadro. Yetenekleri, tipleri, role uygunlukları belirliyor Oyun Atölyesi’nin oyuncu tercihlerini.
S.B. - Devlet tiyatrolarından (Tiyatroları'ndan) size bir oyun yönetmeniz için teklif gelse cevabınız ne olurdu?
K.A. – Hayır.
S.B. – Kesinlikle hayır mı?
K.A. – Kesinlikle hayır! Orası bu haksızlığı, bu eşitsizliği ürettiği sürece oraya verilen her emek ziyan olmuş bir emektir. Kimse devlet tiyatrosunun bu koşullarda faaliyette bulunmasına seyirci kalmamalı. Koca kurum çöküyor, bunu görmüyor musunuz? Neden sessiz kalınıyor. Orası bizim tiyatromuz. Onun için bu kadar canımız acıyor, o nedenle tepki veriyoruz. Çünkü can çekişiyor ve bunu gören çok az insan var. Bu koşullar Türkiye tiyatrosunun bitmesinin koşullarıdır. Tarih bize bunu gösterecek. Ne yazık ki haklı çıkacağız. Ve ne yazık ki çok geçmiş olacak.
S.B. - Bir ara özelleştirilmesi konuşuluyordu.
K.A. – Özelleştirilmesinden bahsetmiyoruz! Ama mesela nitelikli yapım verme oranı o kadar düşmüş durumda ki yüzde onları geçmez iyi ürünleri. Çünkü tiyatro memuriyete dönüşmüş durumda ve anlaşılıyor ki heves buhar olup uçmuş. Tiyatro yapma hevesi kalmamış durumda. Ama beri yandan büyük bir parasal imkâna sahipler. Mesela Oyun Atölyesi bu yıl en fazla yetmiş bin lira devlet yardımı almışken bir oyunun dekoru İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda iki yıl önce bir trilyondu. Bir trilyon arkadaşlar! Bakın biz burayı yaptık, bir bina yaptık bir buçuk trilyona, şimdi bir dekor yaptılar o paraya. Şimdi buna rağmen bu koşullarda tiyatro yapmıyor olmak tiyatroya yeterince ilgi göstermemek, gelişimini sürdürmemek, oyuncudan yönetmenden çalışandan bahsediyorum ve de çabasızlığı gizlemek bizim tarafımızdan nasıl kabul edilsin. Biri bunu bize izah (izâh) etsin. Hesap soracağız tabii. Çünkü orası Halkın Tiyatrosu’dur, devletin değil.
S.B. - Oyun Atölyesi’nin Avrupa yakasında da bir sahnesinin olacağı konuşuluyor. Böyle bir düşünce var mı, varsa ne zaman gerçekleşir?
K.A. – Var, ne zaman bulursak. Yani yarın bulursak yarın. Arıyoruz hatta (hattâ) başka kentler de var. İzmir’de ve Ankara’da da tiyatro açmak istiyoruz.
S.B. - Turneleriniz hakkında bir soru sormak istiyorum. Turne programını nasıl ayarlıyorsunuz? Yani öncelikleriniz neler oluyor?.
K.A. – Öncelikle İzmir ve Ankara’ya daha çok gidiyoruz. Ama mesela aralık ayının başında Testosteron Adana, Mersin, Antakya, Gaziantep’e gitti. Yani kadronun durumuna göre, onlar izin verdiği ölçüde Türkiye’nin her yerine gidiyoruz. Biz her zaman her yere gittik. Batman’a kadar gitti Oyun Atölyesi. Oyun oynayabilecek nitelikte salonu olan her yere turne yapıyoruz, yapmak isteriz. Ancak tiyatro sanatına uygun bir salon bulmak tüm Türkiye’de bir elin parmağını geçmez.
S.B. – Bugünlerde gazetelerde şöyle bir haber var: Özel tiyatroların yardım alabilmesi için vergi borçlarını ödemeleri gerekir. Sizin, devlet organlarınca yapılan bu açıklamaya dair düşünceleriniz ya da tepkileriniz oldu mu? Bu konudaki düşünceleriniz?...
K.A. – Kuralların -ki bu kurallara katılmayabilirsiniz. O zaman da kendi kurallarınızı, ölçütlerinizi koyabilecek bir ağırlığa sahip olmanız yani örgütlenmeniz gerekir- konmuş olması onların, çalışması yani onlara uyulması standart ve disiplin açılarından bizce çok önemlidir. Çok zor koşullarda, yürekleriyle tiyatro yapanların varlığına hepimiz tanığız. Bu tiyatroların maddi sıkıntılarla boğuşuyor olmaları çok üzücü. Bu tür tiyatrolar bazı müsamahaları hak ediyor olsalar da onlara gösterilen hoşgörüyü kötüye kullanacak bir dolu tiyatro var. Örneğin bu yıl henüz hangi tiyatronun kaç lira aldığı açıklanmadı. Çünkü şaibeli ekipler var yardım alanlar arasında. Örneğin borçları olanlar var. Bunlar tiyatro için değil kendi özel hesapları için bu paraları kullanıyorlar. Bu kamusallık algısının zedelendiği andır. Bu tiyatroların -devlet kurumları tarafından da değil, bizzat özel tiyatroların bir organı tarafından denetlenmesi ve yardımdan men ettirilip, hak edenlerin bu maddi imkânları kullanması sağlanmalıdır. Bu çok acil bir sorundur. Daha fazla vicdanın örselenmesine izin verilmemelidir. Soruya döneyim; at izi ile it izini birbirinden ayırmak için koyulan kurallara harfiyen uyulmalıdır. Ancak birtakım tiyatroların borçlarını maskelemek adına yeni adlarla tiyatro -daha doğrusu şirket- kurup destek almalarına da tüm özel ya da ödenekli tiyatro kamuoyu uyanmalıdır. Ve Kültür Bakanlığı kim ne kadar yardım almıştır ayrıntılı bir biçimde bu bilgiyi kamuoyuyla paylaşmalıdır.
S.B. - Ödül, bir yönetmen olarak sizin için ne ifade ediyor ve neden Oyun Atölyesi ödüllere karşı? Ödüllere olan bu keskin mesafeniz ne zaman ortadan kalkar?
K.A. – Ödül benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Onun için de ödüllere katılmıyoruz zaten (zâten). Oyun Atölyesi ödüllere niye katılmıyor? Çünkü, inanmıyor ölçütlere. Duyduklarımız gördüklerimiz bildiklerimiz o ortamda değerlendirmenin bir türlü nesnel koşullar üzerine oturamadığıdır. Oyun Atölyesi tiyatro yapmaya devam ediyor. Seyircinin oyunlarımıza gelmesi, salonumuzu doldurması bizim için tek ve yeri başka bir ödülle doldurulamaz en büyük ödüldür.
S.B. - Tiyatronuzda çoğu zaman bilet bulmak zor oluyor. Bu, maddi sıkıntınızın olmamasına götürüyor mu sizi? Ayrıca devletten yardım alıyorsunuz, bu durumu nasıl karşılıyorsunuz.
K.A. – Türkiye’nin gişesi iyi olan tiyatrolarından biriyiz ama hiçbir zaman yaz sezonunu rahatlıkla geçirebilmiş değiliz. Bir kere bir salon işletiyorsanız böyle bir salonun günlük sabit gideri bin lira. Yani şu kapı açıldığında burasının bin lira gideri var, bu şu demek; ayda otuz bin lira! Şimdi hal (hâl) öyle olunca burasını işletmek maddi açıdan çok ağır bir yük bindiriyor omuzlarımıza. Aslında dışarıdan böyle bir tiyatronun varlığı hoş görünüyordur. -ayrıca hoş da- Özgür bir ortam, gecenin beşinde bile prova yapabiliyoruz. Ancak bunların bir bedeli var ve biz bunu tiyatro yaparak kazanmak zorundayız. Arkamızda devlet yok maalesef.
S.B. - Bildiğiniz üzere KOÜ GSF Sahne Sanatları Bölümü öğrencisiyiz. Oyun Atölyesi’nin Sahne Sanatları Bölümü öğrencileriyle ortak projeleri olur mu? Böyle bir projeye kapınız açık mı?
K.A. – Değil, olmaz. (Gülüşmeler) Biz sadece buraya stajyerler alıyoruz her sezon yeni oyun yaparken. Provanın başlamasından prömiyere kadar olan süre için. İşte burada bir provayı takip etmeleri, katılmaları için, işin içine onları dahil ediyoruz. Onun dışında herhangi bir projemiz yok yani ne olacağını bilmiyoruz yani ne olabilir ki?
S.B. – Yeni bir oyun yazarının oyununun çıkması mesela oynayanların da öğrenci olması gibi mesela.
K.A. – Ya bunun için Devlet Tiyatroları’na, Şehir Tiyatroları’na gidebilirsiniz. Hem çok paraları hem de çok zamanları var. Özel tiyatrolar çok sınırlı kadrolarla çalışmak zorunda, bakınız yine maddi problemler. Mesela ben burada aynı zamanda tiyatro yöneticisiyim. Bu şu demek gazete ilanından (ilânından) turne organizasyonuna kadar her şeyle uğraşıyor olmak demek. Burada kırk tane iş yapıyoruz biz, her birimiz burada hakikaten kırk iş yapıyoruz. Bir oyun burada oynarken diğeri turneye gidiyor. Bunların hepsi iş ve az buz işler değil. Bu koşullarda kendimize ayıracak vakti bulamazken bir de öğrenci projeleri ile ilişkilenmek bizim için ütopya.
S.B. - Hemen hemen sezonun ortasına geldik, belki şimdiden bunu sormak için biraz erken yine de sormak istiyorum, önümüzdeki sezon hangi oyunu çıkarmayı düşünüyorsunuz.
K.A. – Aaa bilmiyoruz her şey olabilir yani bir Shakespeare de olabilir, Büchner de olabilir ya da adını sanını duymadığımız bir Türk yazar da olabilir. Bilmiyoruz, çok oyun var yapmak istediğimiz. Godot’yu Beklerken’den Perikles’e, Operet’ten ne bileyim Woyzeck’e kadar bir sürü oyun var. Yapmak istediğimiz çok oyun var ama şu an bilmiyoruz ne yapacağımızı. Ama Nisan ayı geldiğinde biliriz. Daha doğrusu karar veririz ne yapacağımıza.
S.B. – İlginiz ve inceliğiniz için çok teşekkür ederiz.
K.A. – Biz teşekkür ederiz, umarım işinize yarar bir söyleşi olmuştur.