İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Ayşe Nil Şamlıoğlu
Sahnede 'iyi karılar' isteyen ülkede tiyatro
İstanbul Şehir Tiyatroları yeni sezonu açtı. Tiyatronun Genel Sanat Yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu, yeni oyunlardan tiyatroyu "aç aç gösterisi" sanan izleyicilere uzanan bir köprüde mitolojiye dayanan bu sanatı, sanatçıları ve sorunlarını anlattı.
Nihan Yığın / MİHA - Genç yazarlar tarafından yazılan güncel oyunlardan Shakespeare gibi evrensel oyun yazarlarına kadar, farklı temalarda oyunlar izlemek mümkün. Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu, önceliği 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti’ne verdiklerini söylüyor.
Uzun süredir söyleşi yapabilmek için ardından koşturuyoruz Ayşenil Şamlıoğlu’nun. Hızlı çalışma temposuna ayak uydurmak hiç kolay değil. Sonunda Coriolanus’un galasında karşılaşıyoruz. Oyunu izliyoruz, oyun bitiminde soruyorlar, “Söyleşiyi yapacak mısınız?” “Hayır,” diyoruz. Konuşulacak çok şey var, ama zaman yok. Saat 23.30. Böyle önemli bir konuyu, gecenin bu saatine sıkıştırmak haksızlık olacak. Ama kararlıyız, bu söyleşi mutlaka yapılacak. Ve yapıyoruz da! Günler sonra Şamlıoğlu ile Genel Sanat Yönetmenliği binasındaki ofisinde görüşme olanağı buluyoruz.
Ayşenil Şamlıoğlu, Mayıs ayı sonunda, ani bir kararla Orhan Alkaya’dan görevi teslim alıyor. Bu tür değişiklikleri iyi karşılamıyor. Ona göre Genel Sanat Yönetmenliği, en az Cumhurbaşkanlığı kadar önemli bir görev.
“Görev süresinin belirlenmiş olması gerekir. Örneğin, ‘genel sanat yönetmeni şu kadar yıl görevde kalabilir,’ denilmeli,” diyor. Sadece bunları söylemiyor, Şamlıoğlu. Tiyatroya dair, tiyatronun yarattığı hayata dair ve seyirciye dair pek çok şey paylaşıyor bizimle. Basıyoruz teybimizin düğmesine, başlıyoruz keyifli bir söyleşiye.
Şehir Tiyatroları’nın bu seneki politikasını anlatır mısınız?
İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olması nedeniyle 2010 çok net olarak önümüzde duruyor. Bu nedenle öncelik 2010’a yönelmek olarak gerçekleşti. Geçen sezondan gelen oyunlar var. Hatta devir teslim töreninden bir akşam önce bile asılan oyun var, provada olan. Ben bu oyunların da, yani yeni provaya başlamış olanların da devam etmesi kararını aldım. Geri kalanı zaten provaya girmiş olanlardı. Sonrasında 2010 için hazırlık başladı. Hem 2010’a ilişkin oyunlara hem de evrensel metinlere yer vermek istedik. Çünkü burası bir repertuvar tiyatrosu. Repertuvar tiyatrolarında, evrensel tüm metinlerin, bir kültür ödevi olarak, seyircisiyle, özellikle genç seyircisiyle buluşma görevi vardır.
Örneğin, Tarla Kuşuydu Juliet’in yanına bir de Romeo ve Juliet yapalım diyoruz. Çünkü bir tanesi aşkların ölümle bitişini anlatıyor, öbürü ölmeselerdi ve evlenselerdi ne olacağını anlatıyor. Yani biri tragedya, diğere komedya olarak geçiyor. Bu tür karşıtlıklar beni heyecanlandıran şeylerdir. Hem de seyircinin daha esnek düşünmesini sağlayan çalışmalardır. Bunun dışında bu sezon Antiklerden Bakkhalar girecek. Bunu 2010’un haricinde diye düşünüyoruz, ama Bakkhalar dediğimiz zaman, kadınlar ve Dionysos söz konusu. Bakkhalar zaten Anadolu’dan, bu topraklardan, bu coğrafyadan geçen kadınlardır. Yani İstanbul aynı zamanda bir kültürel beşiktir. Dolayısıyla teması İstanbul olmasa da evrensel olana yer vermek istiyoruz.
Henüz çalışmalarına başlamadığınız fakat gerçekleştirmek istediğiniz projeler neler?
Benim gerçekleşmesini çok istediğim, kukla ve gölge tiyatrosu, dans tiyatrosu var. Eğer gençlik tiyatrosuna belli bir oyuncu sunumunda bulunamazsam, bunlar biribirleriyle o kadar çok çatışırlar ki, artık oyunları oynayamaz duruma gelirsiniz. Yeni oyunculara ihtiyaç var. Şehir Tiyatroları’nda, ana kadro dışında 168 kişilik bir hizmet alımı var. Bunun 65’i oyuncu olarak kullanabileceğimiz kadroyu oluşturuyor. Ben layığıyla iki Osmanlı oyunu oynarsam, 65 kişiyi figüran olarak kullanırım. Kısaca şunu söylemeye çalışıyorum, 65 kişinin 25’i figüran, geri kalanı yardımcı oyuncu gibi bir ayarlama yaparsanız, bu büyüklükteki bir tiyatro için, gerçek dışı bir tanım yapmış olursunuz.
Son yıllarda tiyatroların idari kadrolarında görevli olanların çok hızlı bir şekilde değiştirildiklerini görüyoruz. Bunun son örneği de Orhan Alkaya oldu. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunun önüne geçmek için neler yapılmalı?
Bu hiç hoş değil tabii. Bunun düzeltilmesi için öncelikli olarak yeni bir yasanın oluşması gerekiyor. Yasa oluşturulamazsa, hiç değilse yeni bir yönetmelik hazırlanmalı. Bu yönetmelikte diyeceksiniz ki, Genel Sanat Yönetmeni kurumun başına şu kadar yıllığına gelir. Bunun adını koymazsanız olmaz. Yani ne diyoruz biz, Cumhurbaşkanı şu kadar yıllığına gelir, Danıştay Başkanı, Yargıtay Başkanı vb. şu kadar yıllığına gelir. Tiyatroda da, repertuvar kurulu ve yönetim kurulu iki yıllığına göreve geliyorlar, Genel Sanat Yönetmeni’nin süresi ise belli değil. Böyle bir şey olabilir mi? Bu çok saçma bir şey. En azından şunun denilebilmesi gerekiyor, ‘en az üç yıl süreyle…’ Çünkü Batı’da yıllarca genel sanat yönetmenliği yapanlar var. Bu konuda sadece benim görüşüm yeterli olamaz. Hukukçular ve meslekten önemli isimler yan yana gelip, genişletilmiş bir kurulla, en doğru kararların alınacağı bir yönetmelik yapılmalıdır.
Türkiye’deki tiyatro seyircisini nasıl buluyorsunuz?
Batıyla karşılaştırdığımızda çok yüksek bir seyirci potansiyelimiz var. Tiyatroya gitmekten geri durmayan, oyunları takip eden ve sorunları gören bir seyirci kitlesine sahibiz. Ayrıca Şehir Tiyatrosu ve Devlet Tiyatrosu gibi kurumlarla Batı’da karşılaşmak söz konusu değildir. Bizler, kültür hizmeti vermek için harekete geçen kurumlarız. Üstelik bilet fiyatlarımız sinemadan çok daha ucuz. Bizler bir hizmeti sunarken parayı düşünmeyiz. Ama amaç para kazanmak değil, bir hizmeti halka sunmaktır. Her iki kurumun da bizim göremeyeceğimiz uzak gelecekte de var olmasını diliyorum.
Bir de tiyatro konusunda fazla bilgisi olmayan bir seyirci kitlesi var. Örneğin oyunun kara güldürü olduğunu söylediğiniz zaman, oyun boyunca güleceklerini düşünebiliyorlar. Böyle bir seyirci kitlesi, tiyatro konusunda nasıl eğitilebilir?
Oyun seyrede seyrede. Ben tiyatroya başladığımda, Adana Devlet Tiyatrosu’nu kuran dokuz kişiden biriydim. Sadece dokuz kişi, koskoca bir tiyatronun, bir sezon boyunca oyun oynamasını sağladık. Oynadığımız ilk oyun, “Ayakta Durmak İstiyorum”. Hiç unutmuyorum, tiyatromuzun müdürü Şakir Gürzumar, bilet satışına bakmak için gişeye gidiyor. Bu sırada gişenin önünde birkaç adam var. Adamlardan biri şöyle diyor: “Kaç para?” Gişe görevlisi fiyatı söylüyor. Bunun üzerine adam yanındakine, “Ya bu pek ucuzmuş,” diyor. Sonra da gişe görevlisine dönüyor ve “Bari bu paraya karılar güzel mi?” diye soruyor. Hemen ardından Şakir Gürzumar lafa giriyor, “Siz paranın azlığına bakmayın, mis gibi karılar var,” diyor. Sonra içeri geldi ve bize durumu anlattı. Oyun da, Tarık Buğra’nın, Çekoslovak işgali altında geçen dehşet bir dramdır. Yani adamların karılar iyi mi diye sordukları, müzikal falan da değil. Oyun bitti, Şakir Gürzumar, “Sözünü ettiğim kişiler sanatçı çıkışında sizi bekliyorlar,” dedi. Biz dışarı bir çıktık ki, başları önlerine eğik, öylece duruyorlar. Ama çok utanmışlar. Bizi görünce, üç cümleyi aceleyle sıralayıverdiler: “Ellerinize sağlık, çok güzel olmuş, özür dileriz,” Yani tiyatro denildiği zaman, “aç aç gösterisi” zannedecek kadar tiyatro bilgisi olmayanlarla bile tiyatro oluşturulabiliyor. Tiyatrodan hiç anlamayan birinin tiyatroyu öğrenmesi, eğer oyunlara gelirse, en fazla iki yıl sürer. Fakat İstanbul’da bir sürü sosyal aktivite var. Öyle olunca da İstanbul’da yaşayanlar tiyatro konusunda tembelleşiyorlar. Eğer ilginizi dağıtacak başka bir alan yoksa sosyal etkinlik olarak tiyatroya geliyorsunuz. Tabii İstanbul’da da kemikleşmiş bir tiyatro seyircisi var. O seyirci asla salonları boş bırakmıyor.
Seyirci genelde tiyatronun mesaj taşıması gerektiğini düşünür. Tiyatronun var olanı eleştirmesini ister. Günümüzde bu mesaja bir sansür uygulandığını düşünüyor musunuz?
Hayır, düşünmüyorum. Yönetmen olarak yaptığım her oyunda keskin şeyleri dile getirdim, kimse bana bir sansür uygulamadı. Belki bir dönem içerikle ilgili bazı sıkıntılar ifade edilmiştir. Ama o da daha çok kurum tiyatrolarında olmuştur. Çünkü kurum tiyatroları her kesimden insana açıktır ve seyirci sizden bilet alırken, ne tür bir oyun izleyeceğini bilir. Eğer seyirci beklemediği tarzda bir oyunla karşılaşırsa, şaşırır. Bu da bir kaygı yaratır ve o kaygıyı kollarken bulursunuz kendinizi.
Kâğıthane’de genç yazarlar için bir çalışma başlatıldı. Bu çalışmadan bahseder misiniz?
Biz çok genç bir nüfusuz ve her geçen yıl bu genç toplum çoğalarak geliyor. Dolayısıyla, gerek çocuk, gerekse genç tiyatrosuna çok özen göstermemiz gerekiyor. Bunun için bir yazım atölyesi açtık. Oyunculuk üzerine de bir çalışma başlatacağım. Buralardaki çalışmalar bize her sene bir yazar kazandırsa, ne mükemmel olur!
Tiyatro ve oyunculuk kavramlarını nasıl tanımlarsınız?
Varoluşun bir kez daha biçimlendirildiği bir sanat türüdür tiyatro. Kendi isteğinizle, kendi seçiminizle, yeniden var edersiniz kurgusal dünyanızı. Tiyatronun böyle bir niteliğinin olması, toplumun ateşleyici unsuru olmasını sağlamıştır. Bunun en tipik göstergesi, savaştan çıkan Almanya’nın ilk olarak opera binası inşa etmesidir. Çünkü tiyatro, yaraları sarmanız için gereken cümleyi kurmanın bir yoludur. Bunun yanında, tiyatroda ‘Şimdi, burada, hep birlikte’ vardır.
Oyunculuk ise, bilinçli bir şizofrenidir. Yani isteyerek, bilerek, planlayarak ve provasını yaparak ve belli kişilerin yardımıyla bir başkası olursunuz. Büründüğünüz karaktere ne kadar inanırsanız, o kadar başarılı olursunuz. Sokakta biri ben Sezar’ım dese, aklını kaybetti diye götürürsün. Bizde biri öyle bir Sezar olarak çıkıyor ki, “Ne Sezar oynadı ama!” diyorsun. Aslında yaptığımız, bilerek ve isteyerek iki parçaya ayrılmak.
(Kaynak: cnnturk.com)