12 Ekim 2009 Pazartesi

İSVİÇRE MEKTUBU

Midi Mermer
8 Ekim 2009


İşten saat beşte çıkmayı başarmış ve Uzwil'deki beş buçuk trenine yetişebilmiştim. Bindiğim tren, St.Gallen'e doğru yol alırken, elim cep telefonuma gitti.

"Eşim Heidi'yi arayayım, tren istasyonuna gelirse, belki eve gitmeden önce şehirde biraz dolaşır, bir şeyler içeriz."

Düşünürken, birden vazgeçtim.

"Son zamanlarda böyle şeyler hep son anda geliyor aklıma."

Telefonu kullanmadan tekrar cebime sokarken, sitem ettim kendi kendime.

"Aklına geldiğinde aramak istiyorsun, belki kadıncağızın yapmak zorunda olduğu bazı işleri vardır. Sana 'hayır' diyemezse, son anda planlarını altüst edebilirsin."

Kafamdan neler neler geçiyordu.

St. Gallen'de trenden inince, gene de sağa sola bakmadan edemedim.

"Belki Heidi de benim gibi düşünüp gelmiştir."

Gözü kör olmasın şu UMUT denen seyin! Hiç olmadık bir anda, hiç umulmadık bir yerde çıkıyor insanın karşısına ve allak bullak ediyor insanın kafasını. Gelmemişti, görünürlerde yoktu. Kararsız adımlarla postane yönünde bisikletimi park ettiğim yere doğru yürürken, Heidi seslendi arkamdan! Evet o da benim gibi düsünüp gelmişti! Çocuk gibi mutlu olmuştum, yüreğimizin, içimizden geçenlerin birbirine bu denli yakın olduğunu hissederek. Telepatiyle pek aram iyi olmasa da, bu konuda pek bilgiye sahip olmasam da!...

"Bir şeyler içmek istiyorum seninle bir yerlerde. Uzun zamandır sen de ben de fazla çalışıyoruz, birbirimize pek zaman ayıramıyoruz. Ama önce Migros'un elektronik bölümünde birkaç gün önce sipariş verdiğim fotoğrafları almak istiyorum."

"Ne güzel!"

"Ben de oradan Wireless adaptörü almak istiyorum işyeri için, birlikte gideriz ve hallederiz."

Onun resimleri henüz çıkmamıştı, ama ben aradığım adaptörü bulmuştum. Ne var ki kasa kuyruğunda, önümdeki kadının edepsizligi yüzünden 10 dakikadan fazla beklemek zorunda kalmıştım ödemek için. Yanlış aldığı yazıcı kartujlarını değiştirmek istiyordu. Ama kasadaki kişiyi, satıcı gibi kullanıp, kendi yazıcısı üzerine ne kadar sorunu varsa, bilgi almak, amacındaydı. Sabrım tükeniyordu, homurdanmaya başladığımı kasadaki adam da duymaya başlamıştı. Neyse teyze de farketti mağazada ondan başka insanlarin da olduğunu ben sesimi yükseltikçe. Ödememi yaparken kasadaki bey, önce sabrım için, daha sonra da "homurdandığım" için teşekkür etti bana.

Dışarı çıktığımızda, adeta şoka girdi Heidi.

"İnanılacak gibi değil. Daha biz Migros'a girerken güneş vardı. Seninle güneşin vurduğu bir kaldırım kahvesinde bir şey içmek istemiştim. Çok hayal kırıklığına uğradım şimdi!"

Yapılacak bir şey yoktu, batan güneşi tekrar geri döndürmek ne bizim, ne de kendisini bizden çok daha güçlü hisssedenlerin başarabilecekleri bir iş değildi. Bu tartışmanın arasında hangi mevsimin neresinde bulunduğumuz sorusu geldi aklıma. 7 Ekim, yani sonbahar başlayalı bir hayli zaman geçmis aradan. Üstelik geçen sene, eğer yanılmıyorsam, mevsimin ilk karı yağmıştı bu günlerde.

Çok berbat geçen bir yazdan sonra, harika bir geç yaz ve ondan daha da ılıman ve güzel bir sonbahar yaşadık bu sene. Ağustosun ortasına kadar yaz olmamıştı. Zâten burada ağustos geldi mi, yaz bitti sayılır. Ama bu sene yaz, biz ondan umudumuzu kesmisken, hiç ummadığımız bir anda çıkageldi birdenbire, aynı Heidi'nin dün tren istasyonuna gelmesi gibi ve hepimizi çok mutlu etti. O yüzden ben de...

"Canım, bir düşünsene, geçen sene bu zamanlar, arabaya kış lastiklerini taktırmıştık, şimdi ise, kisa kollu bir bluzla beni karşılamaya geliyorsun, daha sonra aksam saat 19 sularında, benimle bir kaldirim kahvesinde bir şeyler icmek istiyorsun, bu da yetmiyormuş gibi, bir de üstüne üstlük güneş bekliyorsun. Biraz fazla olmuyor mu?"

Haklı oldugumu kabul ediyor, ama gene de hayal kırıklığı hâlâ yüzünden okunuyordu. Sanıyorum son günüydü bu yazın, dünkü yaşadığımız. Bugün yağmur yağmaya başladı, hafta sonunda da sıcaklıklarin 10 derece falan aşağı düşeceğini söylüyor hava tahmin raporları.

Aslında başka seylerden sözetmek icin başlamıştım yazmaya. Ama ben yine her zaman olduğu gibi, ağzım burnum derken, ilk sayfayı doldurmusum bile. İşyerindeki S'den sözetmek istiyorum.

Bundan yaklaşık 8 ay önce geldi S benim isyerine. Ve daha ilk geldiği günde...

"Benim Lozan'da ağabeyim var. İlk başvurdugum yerde söyledim, ağabeyimin yanına gitmek istediğimi, ağabeyim de beni istiyor, neden ben buradayım? Ben ağabeyimin yanına gitmek istiyorum."

Başka bir şey demiyordu. Olayın ne kadar zor olduğunu anlatmaya, elimizden gelen herhangi bir şey olursa hiç sakınmadan yapacağımızı, ama su anda resmi kişi ve kuruluşların verdiği karara göre bizim yanımızda kalmak zorunda olduğunu anlatmaya çalıştık. Hafta içinde burada kalmak zorunda olduğunu, ama hafta sonlarında ve okul tatillerinde kardeşini ziyarete gidebilecegini söyledim. Ama S söylediklerimizin hiç birini duymuyordu sanki.

S daha 16 yaşını tam doldurmamış, zayıf yapılı, fazla büyük olmayan bir genç. Psikolojik yapısının oldukça çetrefilli olduğunu daha ilk anlarda farketmiştik, kolları yara izleriyle doluydu. Bu yüzden gençlik psikolojik terapi danışmanlığına telefon açarak, kendisi için randevu aldık. Hatırlıyorum dün gibi, ben gitmiştim onunla beraber ilk konuşmaya. Bir de tercüman gelmişti onun ana dilini konuşan. Gerçi kendisi cok az Türkce konusuyordu, ama böylesi bir konuşmak için, kesinlikle yeterli değildi bu. Sef doktor yaklaşık 3 saat konuştu kendisiyle tercüman aracılığıyla. Her beş dakikada bir "ya beni kardesime gönderirsiniz, yada öldürürüm kendimi" diyordu.

Daha buna benzer oldukça uzun olaylar anlatabilirim S konusunda. Hemen hergün en az bir kere geliyordu büroya, ya başkalarıyla kavga ediyor, ya da aklına gelen ve yapmak istediği herhangi bir olay icin "hayır" yanıtı alınca kendi kollarını ya da bacaklarını kesiyordu bıçak yada jiletle. Daha sonra da büronun kapısını çalıp, boynu bükük bir şekilde kapının önünde dikilerek "kolum ağrıyor" ya da "bacağım ağrıyor“ deyince anliyordum ne demek istedigini. "Beni doktora götür" demek istiyordu. Bütün çabalarımıza karşın, S iki de bir kendini yaralayınca, günün birinde ev doktoru, onun karsi olmasina rağmen, psikolojik klinige gönderdi. Eğer onu ikna edemeseydim, polis zoruyla, eli kolu bağlı olarak götürülecekti.

O kadar dik kafalıydı ki, klinikte bile bu huyundan vazgeçmiyordu. Kendisini el ve ayak bileklerinden yatağa bağlamak zorunda kalmışlardı, iki hafta boyunca, kendisini yaralamaması için. Bir-iki kez ziyaretine gittim. İlk gittiğimde yatağa bağlı durumdaydı, aldığı ilaçlar yüzünden, benimle konuşacak hali bile yoktu. Bayağı zorlanmıştım onu bu halde görmekten.

Aradan birkaç gün geçmisti ki, kaldığı şehrin bir başka hastanesinden bir gece yarısı telefon geldi. S'yi gece yarısından sonra psikolojik klinikte hastanenin acil servisine getirmişler, ciğerlerinden sorun olduğu için, durumunun çok ciddi olduğunu söylüyorlardı. Büyük bir olasılıkla, sürekli yatağında sırt üstü bir şekilde bağlı olduğu için, böyle bir sorunun çıkabileceğini söylüyordu doktorlar, ciğere kacan sulardan kaynaklanan ciğer iltihaplanması olabilirmiş. Daha zamanı dolmamış herhalde, kendisini kısa bir süre sonra toparladı ve tekrar psikolojik kliniğe döndü. Daha sonra kendisini orada bağlamak zorunluluğu doğmadı ve bir müddet daha orada kaldıktan sonra, bir daha kendisine zarar vermeyeceği konusunda çok seyler öğrendiği umuduyla çıktı klinikten ve tekrar bizim yanımıza döndü.

Ağabeysinin yanına gidebilmek için, bu kadar sorun yaşadığımız için, onu tedavi eden doktorlardan raporlar alarak, Adalet ve Güvenlik Bakanlığı'na başvuruda bulunduk, ağabeysinin yaşadığı eyaletteki bir yurda verilmesi için. Bu istek reddedildi. Karara Anayasa Mahkemesi'nde itiraz edebilmek için, 30 günlük bir süre tanınıyordu. Düşünüp taşındık, pek umudumuz olmasa bile, karara itiraz ettik.

Bu arada S bayağı gelişme gösteriyordu. Buna dayanarak, kendisini Metal atölyesinde bir şeyler öğrenmesi için, çalışmaya teşvik ettik, sevinerek kabul etti. Gelişmeler olumlu şekilde yürüdüğü için, daha sonra kendisini, St. Gallen'deki, kendi durumunda bulunan gençlerin gittiği bir okula bildirdik. Yaklaşık 2-3 ay içinde büyük gelişmeler kaydetmisti S. Onun bu halini görmek hepimizi mutlu ediyordu.

Gecen Pazartesi posta büroya gelince, zarfların arasında, Bern'den gelen bir zarf gördüm. Açtım, Anayasa Mahkemesi'nden geliyordu. Yaptığımız itirazı kabul etmiş, Adalet ve Güvenlik Bakanlığı'nın verdiği itiraz kararını bozmuştu. S kardeşinin olduğu eyalete gidebilecekti. Bir an ne hissettiğimi anlayamadım, seviniyor muydum, yoksa bir buruk mu oluyordu içim? Bir anlamda seviniyordum onun için, ama bizim icin sanki bir kayıp gibi geliyordu bana. Bunca savasin, bunca ugrasinin sonunda, neredeyse umudumuzu kesmişken çabalarımızın ürün vermeye basladığı bir anda, böyle bir karar gelmisti. Eğer böyle bir karar, bundan 5-6 ay önce gelmiş olsaydı, sanıyorum sevinçten ben ve bütün takım sevincimizden göbek atardık.

Durumu telefonla anlattım kendisine, okullar tatilde oldugu icin ağabeysinin yanına gitmişti. Dünyalar onun oldu.

Bugün işlemlerini yaptım, ödenecek parasını aldı, anahtarları verdi ve cok mutlu bir şekilde terketti bizi. Konuşmamızda, yendiği zorluklardan, edindiği tecrübelerden ve arkasında bıraktığı olumlu gelişmelerden bahsederek, yaşamının bundan sonraki bölümünün hep böyle bir şekilde geçmesini diledim. Yüzündeki mutluluğu yüzlerce metre uzaktan bile olsa farketmemek olası değildi.

Yurttan ayrılan gençleri kucaklamak gibi bir huyum yok; ama S giderken içimden geldiği için kucakladım onu. Ve ilk kez o an farkettim; şimdiye kadar güçlü görünmeye çalışan, kendisine en küçük bir şekilde bile olsa "yan bakanla" kavga etmeye kalkışan S'nin ne kadar hassas, ne kadar yaralanabilir olabileceğini. Kollarının arasında yürek atışlarını duyuyor, titrediğini hissediyordum, yaralı bir kuş yavrusu gibi.

Bir insan daha geçti yaşamımdan; iz bırakarak. Güle güle S. Umarım bundan sonra kendini bir daha yaralamak zorunda kalmazsın.