FOTOĞRAFIN ETKİSİ[*]
Temel Demirer
7 Ekim 2009
"Başarının sırrı,
uğraşılan konuya
hâkim olmaktır."[1]
“Fotoğraf” deyip geçmeyin…
“Fotoğrafın efsane ismi” Ara Güler, “Fotoğraf icat olduğundan bu yana tarihi foto muhabirleri yazıyor” diyor Nezih Tavlaş’a; “örneğin, Vietnam Savaşı sırasında tarihe tanıklık ederken yaşamını yitiren 98 gazeteciden 96’sı foto muhabiri, ikisi yazardı. Diğer yazarlar, evlerinde, işyerlerinde rahat koltuklarında oturmaktaydı. Biz foto muhabirleri, yaşadığımız çağın tarihi anlarını ölümsüzleştiriyoruz. Bu anları saptayıp gelecek kuşaklara bırakıyoruz.”[2]
Gerçekten de Henri Cartier-Bresson’un, “Sokaklarda saatlerce dolaşırdım, yaşayan, canlı zamanı tuzağa düşürüp kesin sonuca götüren ‘an’ı dondurmak için,” dediği fotoğraf hakkında James Nachwey de ekler: “Fotoğraflar değişim için bir dürtü yaratır. Bir fotoğrafçı olarak amacım değişimi etkilemektir”.
Bilmeyen var mı? Her fotoğraf patlamalı bir duygu yaratır.
Hayatımızın kilit olmuş bir yerini Molotofkokteyli gibi önümüze fırlatır.
Fotoğraflarından biriyle karşılaştığımız an fiziksel bir değişim yaşamamız bundandır.
Dolaşımımız hızlanır.
Bir ünlem. Bir işaret. bir ipucu. Bir kanıt. Bir çığlık.
Her fotoğrafın ardında görünmez bir ünlem işareti vardır.
Sesli fotoğraflardır bunlar.
Avaza bağırmayanı bile birilerine seslenir.
Fotoğraflar sözü, örtmeye, saklamaya, çarpıtmaya çalışan her sözü yalancı kılar.
Hakikâtin olabilecek en çıplak resmidir.
Hırçın, gerilimli, nefes nefese bir anın peşindedir.
FOTOĞRAF/ FOTOĞRAFCI NE(DİR) Mİ?
Ali Öz’e göre fotoğraf, gücüne inandığı ve toplumsal yararı en üst düzeyde sağlayabildiği bir araç. Kötülüklere, olumsuzluklara karşı bir nevi mücadele aracıdır.
Hem de müthiş bir mücadele aracı; hem de, “Yalan olmayan şey fotoğraftır. Hayatta olanı bir yerinden yakalayıp ölümsüzleştiriyorsun. Geçmişten koparıyorsun. Gerçeği donduruyorsun, o da artık hayatın devamının bir fotokopisi olarak kalıyor,” diyen Ara Güler’in vurguladığı üzere: “Moda fotoğrafçısı para kazanmak için fotoğraf çeken, mal satmaya çalışan fotoğrafçıdır. Ben dünyanın tarihinin bir parçasını yapıyorum. O hiçbir şey yapmadan cebini doldurmaya bakıyor. Ha kuyudan su içmiş, ha fotoğraf çekmiş...”
Yine “Fotoğraf düşündürmeli, gülümsetmeli, karşı tarafa bir mesaj aktarmalı ve kolay anlaşılmalı… Anlaşılmalı ki, insanlar mesajı alıp hemen harekete geçmeli,” der Ali Öz; sonra da kendini, “Sıtkı Fırat objektifiyle resim yapan hassas bir ressamdır,” diye tanımlayan Onun için “Fotoğraf belgedir.”
Fotoğraf belgedir; hem de öyle bir belge ki, 27 yıldır fotomuhabirliği yapan Ali Öz’ün, özetlediği türden: “Biz fotomuhabirler işimizi iyi yapmak zorundayız. İyi fotoğrafın ikinci bir karesi olmaz çoğu zaman. Çok sıradan ya da artık üzerinde durulmayan bir konuyu fotoğraflarla öne çıkarmak, ona önem kazandırmak da bizle mümkün…”
Çoğunlukla “sadece bir fotoğraf” diye bakılan fotoğrafların aslında çoğu zaman yazıdan bile etkili olduğunu bir sır değil. “Her şey unutturulmak isteniyor bu toplumda ama biz fotomuhabirler, gelecek kuşaklara olayları aktarıyoruz, bir anlamda geleceğin gözü kulağı beyni oluyoruz, hataları öne çıkarıyoruz. Savaşa karşı durabilmek için savaşın ne kadar kötü olduğunu gösteriyoruz ya da deprem ve başka birçok şey. Asık suratlı bir anlatım yerine çoğu zaman esprili bir fotoğraf da amacına ulaşabilir, çelişkiler ve zıtlıklar da anlamı yüceltebilir,” der Cizre’de çatışmalardan, maden ocaklarındaki göçükler de, 1 Mayıs’lardan, Cumartesi Anneleri’ne, YÖK eylemlerinden, savaş karşıtı eylemlere geçtiği her olaydan emeğinin izini bırakan foto muhabiri Ali Öz ve ekler:
“Bir foto muhabirinin görevi çektiği fotoğrafla toplumun gözü kulağı olmaktır. Çektiği fotoğraflar aracığıyla insanları düşündürmeli, eğitmeli, tokat atmalı ve gülümsetmeli. Karşısındakine bir sözü, bir mesajı olmalı. Çünkü fotoğraf savaşa, açlığa, haksızlığa karşı harekete geçirmeli, duyarlılık kazandırmalı. Fotoğrafın gücü o kadar derindir ki bir döngünün değişmesini bile sağlar. O yüzden bir foto muhabiri çok dikkatli olmalı, iyi bilgilenmeli ve sürekli hareket hâlinde olmalı. Büyük-küçük olay ayrımı yapmamalı. En basit olay da önemlidir çünkü fotoğrafın nerede çıkacağı belli olmaz; o yüzden hep uyanık olmalı, her zaman fotoğraf makinesi yanında olmalı.”
Fotoğraf belgedir; hem de öyle bir belge ki, Ara Güler’e fotoğrafçı ve foto muhabiri arasındaki farkı sorduklarında, “Fotoğrafçı bombayı gördüğünde kaçar ama foto muhabiri gider bombayı en önde çeker. O yüzden benim için fotoğrafçı yoktur foto muhabiri vardır” diye yanıtladığı türden…
GÖRÜNTÜYÜ KAVRAMAK: AVCI FOTOĞRAFÇI
Fotoğraf makinesini eline alan kişi bir tür ava çıkmış gibidir. Fotoğrafçı kültürel nesnelerin ormanında izini sürer ve “Kendini, içinde bulunduğu kültürel durumdan sıyırıp ‘kayıtsızca’ avını yakalamaya çalışır.”
Fotoğrafçı her neyi çekiyorsa onu (bir bakıma “an”ı), duruma dönüştürmeli ve makineyi yönlendirmelidir. Bu yönlendirme bilimsel, sanatsal veya politik olabilir. Flusser’e göre bu noktada kavramların görüntüsü olan fotoğrafı yaratan kişi (fotoğrafçı), “sanat, bilim ve politika gibi kavramlara ne atfettiğini bilmelidir.” Fotoğraflama davranışı, özünde “Fotoğrafçı ve makinenin bölünmez bir işlev hâline geldiği avlanmadır.”[3]
Bu davranışın doğal sonucu ise, insanı kuşatan fotoğraflardır. Kısacası fotoğraf, “yeşil” kavramını, “yeşil”in görüntüsüne dönüştürmek için programlanmıştır.
İşte bu kompozisyonda “Neden fotoğraf çekiyoruz?” sorusunu Mehmet Özer şöyle yanıtlar: “Sana bakarak, senden geçerek bana ulaşmalarını, beni anlamalarını, beni bulmalarını sağlamak için;
Senin gözlerinle kendimize bakmak için;
İnsanın bir yüzü, yüzünün içindeki bin bir yüz hâlini gösterdiği için;
Dünyayı gösterip yenidünyalar düşü kurdurduğu için;
İçimizdeki beni bulma serüvenimizde bize yol gösterdiği için;
Hayatımızı anlamlandırıp, yeni anlamlar kattığı için;
İçimizdeki beni herkesle paylaşıp, bizi yaşamla eşitlediği için;
Dokunmadan, konuşmadan iletişim kurabildiğimiz için;
Ölmekten korktuğumuz, yaşadığımızı kanıtlamak ve ardımızda izler bırakmak için;
Bizim ömrümüzden daha uzun olduğu için.
Değişmeye inandığımız ve bizdeki, toplumdaki değişmeyi gösterdiği için.
İtiraz hakkımızı etkin bir biçimde kullanmamıza olanak sağladığı için.
Her insanda kendimizden bir şeyler bulduğumuz için;
Hayata dair söylenecek sözümüz olduğu için;
Bizi dilbaz, düşbaz ve işgüzar yaptığı için;
Olup biteni, akıp gideni anlamak için;
Size dair şeyleri anlamaya, anlamlandırmaya çalışırken; kendimizi anlamamıza yardımcı olduğu için;
Bir başına kalabalık olan fotoğrafın, yalnızlığımızı paylaşıp bizi çoğalttığı için.
Toplumsal belleğimizi diri tutup, tarihimizi ışıkla, zamanla yazdığı için.
Ve sözün tükendiği yerde fotoğraf konuştuğu için...”[4]
BİRAZ TARİH
Her şey gibi fotoğraf/ ile fotoğrafçının da bir tarihi var.
Yaygın deyimiyle, özellikle de bizde “farkına varmadan” gazeteci ya da foto muhabiri olanlar, kendilerini bu mesleğin içinde buldukları andan itibaren tutkulu bir işe karıştıklarını ayrımsar ve dönüşü olmayan bir yola girdiklerini anlamakta gecikmezler. Batı’daki öncüler açısından yaklaştığımızda da durum değişmez. Teknik bir icat olarak fotoğrafın insan yaşamına girdiği ve kullanılır hâle geldiği dönemlerin meraklı öyküsüne indikçe, o zamana kadar kendi çehrelerini resim yüzeyleri üzerinde görmeye alışık olanlar için bu yeni icadın çekimli dünyasının salt teknolojiye duyulan ilgiyle sınırlı olmadığını görürüz.
Örneğin Walter Benjamin, fotoğrafın başladığı dönemleri saran sisin, matbaanın başlangıcına çöreklenmiş sis kadar yoğun olmadığını söylemiş olsa da, Della Porta’nın “camera obscura”yı tanımladığı 1500’lü yıllardan günümüze uzanan deneyimler, özellikle de 1839’da Arago’nun bu icadı bilim dünyasına haber vermesinin ardından yaşanan gelişmeler, oldukça girift ve birbirini tamamlayıcı niteliktedir. İşin heyecanını kavramanın belki de en kestirme yolu, elinde kamerasıyla içinde yer aldığı balondan Paris’i görüntülemeye çalışan Nadar’ın telaşlı tavırlarının yansıdığı Daumier’nin karikatürüne göz atmaktır. Daha 1860’lara varmadan yeryüzünün ilk hava fotoğraflarını bu balondan çektiğinde, foto muhabirliği görevini de başlatmış oluyordu Nadar.
Edebiyat, sanat ve siyaset dünyasının ünlüleri, onun fotoğraf karelerinde yerlerini aldığında, bir eşik daha aşılmıştı. Tuzlu baskı yöntemi ve ıslak kollodion negatifleriyle albümünli baskılar yaptığı bu dönemde, iri bedeninin görüntülenmesi nedeniyle sonuçtan hoşnut olmayan tek kişi Balzac’tır. Paris’te ilk fotoğraf atölyesini açtığında meraklıların akınına uğramakta gecikmez gene de Nadar.
Artık fotoğraf aygıtı (apparatus) çağın simgesel bir buluşu ve onunla tespit edilen görüntüler Vilem Flusser’in deyimiyle hayal gücünün sınırlarını zorlamış ve ilginç sonuçlar alınmasını sağlamıştır.[5]
Kuşkusuz fotoğraf görüntüsünü saptamakla bitmiyor iş. O fotoğrafın geniş kitleyle iletişimini sağlayacak olan yayın dünyasına, gazete ve dergilere de ihtiyaç var. 1890’larda fotoğraflarla resimlenmiş olan ilk dergilerden ‘Illustrated America’ ve onu iki yıl arayla izleyen ünlü ‘Camera Work’ devreye girecek, böylece 1830’larda başlayan fotoğrafın ‘tarih öncesi’ seyahatler ve resimli kitapların arkasından aristokrasinin pabucunu dama atan yeni sınıf, portre fotoğrafının hızlı gelişimiyle gündelik basında foto muhabirliği mesleğinin kapılarını açacaktır.
Fotoğraf tarihine baktığımızda, Joseph Nicephore Niepce’den itibaren Jacop August Riis’e gelene kadar birçok ünlü ve fotoğrafa emek vermiş fotoğrafçı görürüz.
Kuşkusuz ki bu insanların fotoğrafa olan katkıları yadsınamaz. Kiminin çalışmaları daha kaliteli teknikler geliştirmek için, kimi o dönem burjuvalarının portrelerini, kimi savaşı çekmiş -ama nesnel gerçekliğinin dışında sanki piknik yapıyorlarmış havasında- olsun. Bugün hepsi birer belge. Hem de yeni icadın hâkim sınıfların elinde nasıl kullanıldığını da gösteren bir belge olarak tarihteki yerlerini almış.
İşte böyle bir ortamda Jacop August Riis (1849-1914) adında bir fotoğrafçı gözünü başka bir yöne çeviriyor. Artık fotoğraf ötekilerini de göstermeye başlıyor. Daha sonraları bu yolda ürünler veren birçok fotoğrafçı yetişiyor. Fotoğraf tarihinde, belgesel bir bütünlük içinde yayınlanan ilk fotoğraflar olması nedeniyle Jacob Riis önemlidir.
“Çaresiz kaldığım zamanlarda gider, bir taş ustası bulur, onu seyrederim. Adam belki yüz kez vurur taşa. Ama değil kırmak, küçücük bir çatlak bile oluşturmaz. Sonra birden, yüz birincide taş ikiye ayrılıverir. İste o zaman anlarım ki; taşı ikiye bölen o son vuruş değil, ondan öncekilerdir,” diyen Jacob Riis, henüz fotoğrafın icadından (1826) 60 yıl kadar sonra fotoğrafın ne kadar güçlü bir araç olduğunu bizlere gösterir…
FOTOĞRAF: FELSEFESİ VE BETİMLEYİCİ DİLİ
Fotoğrafın güçlü bir araç olması, ancak onun felsefesini ve betimleyici dilini kavramakla mümkündür.
“Nasıl” mı?
Örneğin Platon, ‘Devlet’ diyaloglarında suya girerken kırılmış gibi görünen nesnenin, gerçeğin ne olduğu konusunda büyük bir şaşkınlık uyandırdığına değiniyor, buradan ruhun ölçmeye ve hesaplamaya güven duyan bölümünün en iyi bölüm olduğu sonucunu çıkarıyordu. Burada göz yanılsamasına olanak veren ve bu yanılsama yoluyla gerçekliğin tuzağına düşmenin, sanatçıya özgü bilinçli bir seçim olduğu yolundaki görüşlere ayrıcalık tanırken, ölçme ve hesaplama yöntemleriyle ulaşılacak sonuçların kökeninde her şeyden önce düşünme eyleminin bulunduğu sonucuna varabiliriz biz de. Aristoteles de formlar kuramını çifte kökene sahip bir kuram olarak tanımlarken, bu düşünme eyleminin yolunu açmış oluyordu bir bakıma.
Bir görüntüleme eylemi olarak fotoğraf üzerine yapılan yorumların çokluğuna bakılırsa, bu yorumların her şeyden önce bir “felsefe” ihtiyacından kaynaklandığı açıktır. Fotoğraf için de geçerli olan “betimleme” dili, kişinin fotoğrafa bakış biçimiyle derinlemesine bağlantılı olduğunu düşündürür. Fotoğrafın kullanımıdır bu anlamı belirleyen. Walter Benjamin gibi çok kişi fotoğrafın icadını “çarpıcı bir gerçek” olarak görürken, bu gerçeğin arka planını sorgulama gereğini de duymuş olmalıydılar.
Fotoğraf kuramcısı Susan Sontag, bizde fotoğrafın temel kaynaklarından biri olarak bilinen kitabının bir yerinde şöyle diyordu: “İnsanlar, çağlar öncesine dayanan alışkanlığıyla hâlâ gerçeğin basit görüntüleriyle oyalanarak akıl almaz bir şekilde Platon’un mağarasında oturmaya devam ediyor. Oysa fotoğraflarla eğitilmiş olmak daha eski, daha el emeği değmiş görüntülerle eğitilmiş olmaya benzemez.”
Aynı yazar, bir başka yerde fotoğrafın doğuştan gerçeküstücü olduğunu söyleyerek, ona bir felsefe dağarcığı aracılığıyla bakmak gerektiğine işaret etmiş oluyordu. Bir Çin atasözü de bir görüntünün bin kelime olduğuna vurgu yaparken, dolaylı olarak soruna felsefe bağlamında yaklaşır.
Bir fotoğraf felsefesinin gereği üzerinde durduğu kitabında Çek asıllı yazar Vilem Flusser, görüntülerin “anlamlı yüzeyler” olduğu gerçeğinin altını çiziyor haklı olarak. Ayrıca bu yüzeylerin, birçok hâllerde “dışarıda” olan bir şeyi gösterdiklerini belirtirken, resim sanatında olduğu gibi fotoğrafta da görüneni kabaca algılamakla “dışarıda” olanın kavranamayacağı gerçeğine işaret ediyor.
Görüntü yüzeyi üzerindeki örtülü anlamın inceliklerine göz taramasıyla varılabilecektir. Çünkü tarama, imgenin öğeleri arasında anlamlı ilişkiler geliştirmenin yoludur. Görüntülerin “büyüsel anlamlar” içerdiğine, “dondurulmuş olaylar” olmadığına ilişkin “keşif” bunu gerekli yapar. Böyle bir keşif sonucunda varılacak kavramsal düşünce, görüntüsel düşünceden daha “soyut” bir yapı içerdiğine göre, öncelikle bu yapı üzerinden yola çıkılacaktır. Yazar, görüntü kavramından yola çıkarak fotoğraf için söz konusu olan teknik görüntü üzerinde duruyor.
Geleneksel görüntüler tarih öncesine ait olduğu hâlde, bir aygıtla saptanan teknik görüntüler tarih sonrasına (post-historical) aittir. Bunlar birer “pencere” değil, yalnızca “görüntü”dür. Teknik görüntülerin içerdiği “büyüsellik” ötekinden çok farklıdır. Tarihsel bilincin yerini alan bu görüntüler, o nedenle de soyut büyüsellik sınıfına girer yazara göre. Fotoğrafın bulunması doğrusal yazının bulunmasından bu yana süren “metinperestlik”e karşı bir mücadeleyi de başlatmış olur.[6]
Böylece fotoğrafla başlayan teknik görüntü dönemi, aynı zamanda bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu yolla görüntüler, yeniden güncel yaşamın içine sokulduğu gibi, büyüsel metinler görüntüleştirilmiş olur.
Toparlayarak özetlersek: Vilem Flusser ‘Bir Fotoğraf Felsefesine Doğru’da, fotoğrafı yalnızca “teknik” bir imaj biçiminde tanımlamıyor; ona, temsili imaj ile “teknik” imaj dediği şey arasındaki farkı gözeterek yaklaşıyor ve buradan hareketle bir fotoğraf felsefesinin neden gerekli olduğunu anlatıyor.
Fotoğraf ile felsefe arasında bir bağ kurulabilir mi? İnsanlığın görüntü çağında yaşadığı hatta görüntüler tarafından kuşatıldığı düşünülürse, çoktan kurulması gereken bu ilişki için zamanın geçmekte olduğu bile söylenebilir.
Vilem Flusser, bu ilişkinin kuruluşuna önayak olmaya çabalıyor; insani ve toplumsal yapı değişikliğini tetiklediğini iddia ettiği kültürel krizin aşılması adına fotoğrafın önemli bir yer tuttuğuna inanıyor.
Haksız da değil…
Çünkü!
“Ellerimizde zamana ve ışığa hükmeden kalbimizle, kalabalık caddelerin, ırmak gibi akıp giden yürüyüş kortejlerinin, vitrinlerden yansıyan yoksulluğumuzun fotoğrafını çekiyoruz…
Kuşun bile yuva yaptığı bu dünyada evsizlerin, yurtsuzların büyük yoksulluklarının fotoğrafını çekiyoruz…
Adına fotoğraf makinesi dediğimiz göğsümüzün üstünde sallanıp duran kalbimiz, aklımızın süzgecinden geçen kalbimizin de onayladığı ayrılıkların, acıların, kederlerin fotoğrafını çekiyoruz…
İşgalcilerin kül ve enkaza çevirdiği kentlerin ve külün içindeki közün fotoğrafını çekiyoruz…
Serin dağ başlarında konuklarını bekleyen rüzgârın, kayalarda ağlayan suların, bize birlikte yaşamayı öğreten ağaçların fotoğrafını çekiyoruz…
Anne acılarının, çocuk sevinçlerinin ve açlıktan küçülen bedenlerin fotoğraflarını çekiyoruz…
Dışlanmışların, ötekilerin, renklilerin fotoğrafını çekiyoruz…
Hayatın ve aşkın, vefanın ve vicdanın fotoğrafını çekiyoruz. Yolların, yolculukların, bir sırt çantasına sığdırılan bir ömrün fotoğraflarını çekiyoruz...”[7] diye haykıran bir fiil; Vilem Flusser’in altını çizdiği ihtiyacı gerçekleştirebilir…
17 Eylül 2009 20:15:35, Ankara.
N O T L A R
[*] Esmer, No:55/10, Ekim 2009…
[1] Benjamin Disraeli.
[2] Nezih Tavlaş, Foto Muhabiri Ara Güler’in Hayat Hikâyesi, Fotoğrafevi, 2009.
[3] Vilem Flusser, Bir Fotoğraf Felsefesine Doğru, Çev: İhsan Derman, Hayalbaz Kitap, 2009, s. 34-37-41.
[4] Mehmet Özer, “Önsöz”, Adil Okay, Konuşan Fotoğraflar, Ütopya Yay., 2008, s.5.
[5] Pierre-Jean Amar, Basın Fotoğrafçılığı, Çev: İnci Çınarlı, Kırmızı Yay., 2009.
[6] Vilem Flusser, yage, s.l6.
[7] Mehmet Özer, yage, s.6.