10 Ağustos 2009 Pazartesi

Coşkun Büktel


9. GÜNCELLEME 10 Ağustos 2009

24 Mart 2007'de yayınladığım aşağıdaki satırların, 1100 iftiracı bağlamında bir kez daha okunmasını öneriyorum.

Büktel'in "Utanma Eşiği" başlıklı yazısından

(...) Bilinçli irademizle ve iyi niyetle yaptığımız bir eylemin bizi utandırması, o eylemin başkalarına (özellikle hemcinslerimize) zarar verdiğini fark etmemizle başlar. Yanlış karar vermiş, sonuçları iyi hesaplayamamış, hata etmişizdir. Örneğin, bir ceza yargıcı ya da savcı olduğumuzu düşünelim. Kanıtları iyi niyetle ama yanlış değerlendirdiğimiz için masum bir insanı mahkum etmişsek; yıllar sonra hakikatin ve gerçek suçlunun ortaya çıkmasıyla duyacağımız utanç, iyi niyetle yapılan hataların utancına örnek verilebilir. Doğru sanılan yanlışlığı yaparken taşıdığımız iyi niyet ne kadar gerçek ve samimiyse, hakikatin (yanlışlığın) ortaya çıkmasıyla duyacağımız utanç da o denli gerçek ve samimi olacak; böylesi bir utanç, yanlışlığı olabildiğince adil biçimde tazmin edinceye kadar da yakamızı bırakmayacak, kendimizi bağışlamamıza olanak tanımayacaktır. Hatanın ardında kötü niyet yoksa, yani hata gerçekten hataysa, hatanın sahibi, hatayı düzeltmedikçe vicdanen rahatlamayacak, hatayı düzeltmek için elinden ne gelirse yapacaktır.

Sonuçları ne kadar vahim olursa olsun, yaptığımız yanlışlık gerçekten bir hata ise, hatadan mutlaka dönmek, hatayı tazmin etmek ve özür dilemek isteriz. Özür dilemeyi istemek için, yaptığımız yanlışlığın başkalarınca mutlaka fark edilmesi ve bizim başkalarınca mutlaka ayıplanmamız gerekmez. Eğer o yanlışı gerçekten iyi niyetle ve gerçekten hataen yapmışsak, eğer (örneğin "Suç ve Ceza'nın kahramanı Raskolnikov gibi) bilinç ve vicdan sahibi bir insansak; yaptığımız yanlışlığı yalnızca kendimizin fark etmesi bile o hatadan acı ve utanç duymamız, tazmin ve özür çabasına kalkışmamız için yeterli olacaktır. Eğer vicdan ve bilinç sahibi bir insan isek, hatamızın ortaya çıkması, başkalarınca fark edilmesi asla mümkün olmasa bile, hatamızın yalnızca kendimiz tarafından fark edilmesi bile, bizi utanma eşiğine getirecektir. Utanma eşiğimiz onurlu ve şuurlu bir insana yakışacak kadar alçak ya da düşükse, başkalarınca ayıplanmamız ihtimali sıfır bile olsa; bu durum kendimizi bağışlamamıza, vicdanımızı rahatlamamıza yetmeyecektir. Çünkü utanma eşiği onurlu ve şuurlu bir insana yakışacak düzeyde olan insanlar, kendilerini başkalarının ayıplamasından daha çok, kendi kendilerinin ayıplamasından utanç duyar ve utanç duymalarını gerektiren nedenler konusunda kendilerini asla kandırmaz ve bağışlamazlar.

Peki yaptığımız yanlışlıkta iyi niyet yoksa, yani yanlışı (yanlış olduğunu ve başkalarına zarar vereceğini önceden bilerek ve başkalarının faili öğrenemeyeceklerine güvenerek) kasten yapmışsak, ne olur? Böyle bir yanlışlık, doğaldır ki, bir hata olarak değil ancak bilinçli bir "suç" olarak nitelenebilir. Bu suçun faili, suçu hataen değil de, suç olduğunu bilerek ve suç olduğuna inanarak, kasten işlediğine göre; suç işlemekten utanmayan, utanma eşiği oldukça yüksek bir insan olmalıdır. Böyle bir insanın vicdanı suçlu olduğunu bilmekten dolayı rahatsız olmaz; başkaları bilmedikçe suçlu olmayı sorun saymaz. Böyle insanların rahatsızlığı, ancak suçları başkalarınca öğrenildiği zaman başlar. Utanma eşikleri, ancak suçları açığa çıktığı zaman aşılmış olur. Böyle insanlar, suçları, başkalarının öğrenemeyeceğine güvenerek, failin gizli kalacağına inanarak işler.

(...)

Yanlış olduğunu bile bile, "kasten" işlenen "adi" suçlara milyonlarca örnek bulabilirsiniz. Çünkü adi suçlular, "tüm" insanların sahip olduğu ilkel güdüler (cinsellik, güç, namus, hırs, korku, açgözlülük, vb) tarafından yönetilen ve bu ilkel güdüleri aklın denetiminde tutmayı beceremeyen kişilerdir. Onlar, aç kaldıklarında çalabilen, şehvet duyduklarında tecavüz edebilen, öfkelendiklerinde öldürebilen; kısacası, hayatlarını düşünülmüş/planlanmış, olgun ve ergin davranışlarla değil, daha çok, refleksleriyle sürdüren insanlardır. Akılları, onları suçlardan koruyacak ya da bu suçlardan pişman olacak düzeyde gelişmemiştir. Normal veya tam gelişmiş insanlar olmadıkları için de, utanç duyabilme yeteneğine ya hiç sahip değildirler ya da sırıkla bile aşılamayacak kadar yüksek bir utanma eşiğine sahiptirler.

(En azından görünüşte) ruhsal ya da zihinsel problemi bulunmayan olgun ve ergin insanların, yanlış olduğunu bile bile, "kasten" işledikleri suçlara gelince: Ruhsal ya da zihinsel problemi bulunmayan bir insanın, suç olduğunu bile bile suç işlemesi, yanlış olduğunu bile bile yanlış yapması mümkün olabilir mi? Biraz zor görünüyor: Çünkü normal bir insan, bizim yanlış bulduğumuz, suç saydığımız bir eylemi yapıyorsa; o eylemi yapmadan önce, mutlaka denebilecek kadar yaygın bir genellikle, o eylemi akla (yani kendi aklına) uydurmakla sonuçlanan zihinsel bir süreç yaşamıştır. Yani bizim suç saydığımız eylemi, artık suç saymadığı, yanlış bulmadığı için eylemiştir. Terör yanlısı anarşist Neçayev, hiçbir suçu olmayan masum İvanov'u ideoloji uğruna öldürürken, cinayet (suç) işlediğine değil, devrim için fedakarlık ettiğine inanıyordu. Kız kardeşini namus ya da töre uğruna öldüren feodal ağabeyler de öyle... İşlenen suç, değil cinayet, katliam bile olsa, eğer suçlu (en azından görünüşte) ruhsal ya da zihinsel olarak normal bir insan ise, şu ya da bu biçimde, o suçu (bize inandırıcı gelsin veya gelmesin) savunabilecek, yaptığı eylemden utanmayı reddedecektir. Örneğin, yüz binlerce insanın katlinden sorumlu Saddam Hüseyin, kendisini yargılayan hakimleri aşağılamaktan çekinmeyerek, bağıra çağıra, suçlarını savunmaktadır. İntihar edemeden yakalansaydı, milyonlarca insanın katlinden sorumlu olan Hitler de, hiç kuşkusuz, Nurnberg'deki hakimlere karşı, kendini, üstün ırk idealini ve Yahudi düşmanı görüşlerini bağıra çağıra savunacaktı.

Milyonlarca insanın ölümünden sorumlu olan Hitler bile, eminim ki, kendini suçlu hissetmiyor; o milyonlarca kişinin ölümünü, inandığı "yüksek idealin" bir gerekliliği olarak görüyor ve savunuyordu. Kalabalıklar önünde bile en kanlı tasarruflarını savunabilen Hitler, masum insanların kitleler halinde gaz odalarında katledilmesinin dahi, meşru ve savunulabilir olduğuna inanıyor; en azından yakın kurmaylarına karşı (Makyavelizmin en caniyane bir yorumuna baş vurarak da olsa) savunamadığı hiçbir karar almıyordu. Hitler'in, İkinci Dünya Savaşı sonunda intihar etmesi; bence, kendini suçlu hissetmesi yüzünden değil, o "yüksek ideal" uğruna ve dünyayı yakmak pahasına girdiği savaşı kaybetmesi yüzündendi; Hitler'e göre Hitler, üstün ırk teorisinde yanılmamıştı; o yalnızca Churchill ve Stalin'e karşı yürüttüğü savaş taktiklerinde yanılmıştı. İntiharıyla yalnızca o yanılgının/yenilginin bedelini ("yüksek ideale" ve "üstün ırka" yaraşır biçimde) ödemişti. İntihar, yalnızca şartların dayattığı bir zorunluluk değil, Hitler'in onur anlayışına uygun bir eylemdi. Yemeği yiyince hesap pusulasını itiraz etmeden ödemek gibi "soylu"(!) bir eylem. Saddam, aynını yapamadı. Hitler de yapamasaydı (yani intihar edemeden yakalansaydı) hiç şüphe yok ki, o da Saddam gibi, suçlu olduğunu reddedecek, tüm kanlı suçlarını savunacak ve asla utanmayacaktı. Ta ki, bir mucize gerçekleşip de, vicdanı uyanıncaya ve dünyayı kana bulayan üstün ırk teorisini samimi olarak reddedip fikir değiştirinceye kadar.

İnsanlar, zihinsel ya da duygusal bir takım engelleri veya ekonomik zorunlukları bulunmadığı (yani çocuk, deli veya ihtiyaçları inançlarını bastırmış, ideallerini kaybettirmiş, birer "adi suçlu" olmadıkları) sürece; meşruiyetine/masumiyetine inanmadıkları, suç olduğunu bildikleri (suç olduğuna vicdanen de inandıkları) eylemlere tevessül etmezler. Yani "genellikle" etmezler.

Çağımızda, bu genellik, yavaş yavaş genel olmaktan çıktı. Çağımız "masumiyet çağı" değil. Çağımızın "sivil" toplumları, masumların çoğunlukta olduğu, suçluların istisna sayıldığı toplumlar olmaktan hızla uzaklaştı/uzaklaşıyor. Artık (diploma, unvan, statü sahipleri dahil) pek az insan kendini genel doğruların kurallarıyla (hatta kendi vicdanının kurallarıyla) sınırlamak ve erdemli bir hayat yaşamak gereğini duyuyor. Peki ne oldu da böyle oldu? Doğruluk ve erdemin evrensel ölçütleri değiştiği için mi, doğruluk ve erdemin modası geçtiği için mi, insanlar artık masumiyeti ve erdemi önemsemiyor? Hayır, doğruluk, erdem, hakikat, adalet, masumiyet, vb. kavramların modası geçmedi. Hukuk, politika, bilim, ideoloji, sanat, ticaret büyük ölçüde hâlâ o evrensel kavramlar öne sürülerek yapılıyor. Ama insanlar kalabalık önünde o kavramları öne sürerek o kavramlara uygun bir imaj sergilemeyi hâlâ gerekli görseler bile, kapalı kapılar ardında, o kavramların pabucu çoktan dama atılmış gibi davranıyor/yaşıyor. Hitler kötüydü ama (savaş taktikleri gerektirmedikçe) olduğu gibi görünüyor, göründüğü gibi oluyordu. Bugün bırakın sıradan insanları, pek çok "aydınımız" bile, oldukları gibi görünüp göründükleri gibi olamıyorlar. Hitler kadar bile tutarlı davranamıyorlar. Hitler'in işlediği suçlar kadar büyük suçlar işlemek için yeterli psikolojik ve politik güçleri yok ama, aslında Hitler'den bile daha kötüler. Çünkü yaptıklarını savunamıyor, savunduklarını yapmıyorlar. Utanma eşikleri öylesine yüksek ki, tutarsız olduklarını kendilerinin bilmesinden utanmak şöyle dursun, söyledikleri ile yaptıkları arasındaki tutarsızlıklar ortaya çıkarılıp belgelendiğinde bile, utanmıyorlar. Belgeler Hürriyet'in ana sayfasında yayınlanmadıkça, onların utanma eşiği aşılmış olamıyor.

..........İnsanları kaplayan "nasır tabakasını" delerek, duyarlı bölgeye, "insani olana" varmaya çalışıyorum. Nasır tabakasının kalınlığına göre, bazen "incecik" iğneler yeterli olabiliyor; bazen de "asfalt delen matkaplar" gerekiyor.

..........("Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları", Dramatik Yayınlar, 1998. Sayfa 65-66.)

Yazımızın tamamını okumak için, aşağıdaki başlığı tıklayınız:

UTANMA EŞİĞİ