6 Ağustos 2009 Perşembe

7. GÜNCELLEME 7 Ağustos 2009

Ahmet Cevdet Paşa — Tarih-i Cevdet
Orhan Pamuk — Cevdet Bey ve Oğulları

Cevdet Bey ve Oğulları'nın yazarı Orhan Pamuk, Ahmet Cevdet Paşa'nın "Tarih-i Cevdet"ini biliyor muydu?

Orhan Pamuk, Ahmet Cevdet Paşa'nın "Tarih-i Cevdet"ini bilmediğini açıklarsa onun beyanına inanmak zorundayız.


Diğer masum ve maksatsız çalıntı imalarını okumak için lütfen...

TIKLAYINIZ!



6. GÜNCELLEME 6 Ağustos 2009

Hayali iddialarımızın amacı, alçaklık etmek değil, yalnızca eğlenmek...


Masum, maksatsız ve hayali çalıntı iddiaları


Yaşar Kemal — İnce Memed
İsmail Kadare — Mehmet


İnce Memed'in yazarı Yaşar Kemal, İsmail Kadare'nin Mehmet'ini biliyor muydu?

Yaşar Kemal, İsmail Kadare'nin Mehmet'ini bilmediğini açıklarsa onun beyanına inanmak zorundayız.


— Ya saçmalama, kardeşim! İsmail Kadare'nin Mehmet diye bir eseri yok ki...

— Evet ama "Successor" diye bir romanı var. Ne demek "Successor"?

— "Halef" demek.

— Kim bu "Halef"?

— Arnavutluk başkanı Enver Hoca'nın başbakanlığını yapmış ve onun halefi unvanını almış Mehmet Şehu.

— Hah işte, kendi ağzınla ele verdin Mehmet'i?

— İyi de biri Mehmet, diğeri Memed.

— Ne farkeder ikisi de aynı kapıya çıkar.

— Peki niye okurlara sanki İsmail Kadere'nin Mehmet diye bir romanı varmış gibi bir izlenim veriyorsunuz? Niye okurları aldatıyorsunuz?

— Ee, onlar da gözlerini açsınlar, aldanmasınlar, kardeşim. Ortam kötü, kolla götü. Di mi ama!

— Ortam değil, sizsiniz kötü!

— Niye?... Bir benzerliği ortaya çıkarmak kötü mü? Edebiyata hizmet ediyoruz.

— Saçmalamayın! Benzerlik filan yok ortada. Benzerliği siz uyduruyorsunuz.

— Ne yani Mehmet'le Memed arasında benzerlik bile yok mu?

— Kardeşim, siz aptal mısınız, tipiniz mi öyle gösteriyor, yoksa okurları kandırmak için aptal numarasına mı yatıyorsunuz? Dünyada bin tane Memet var. Yaşar Kemal'in ve İsmail Kadare'nin Memetleri arasında isim benzerliğinden başka benzerlik yok ki!... İki karakterin hikayeleri birbirine hiç benzemiyor ki!

— Sonları benziyorsa, her şeyleri benziyor demektir.

— Ne alaka yahu, sonları da benzemiyor.

— İnce Memed'in sonu ne oluyor?

— Bilinmiyor. Yaşar Kemal "İmi timi bellisiz oldu" diyor.

— Peki Enver Hoca'nın halefi Mehmet Şehu'nun sonu ne oluyor?

— İntihar ettiği söyleniyor.

— İntihar ettiği kesin mi?

— Nerdeyse etmediği kesin!

— Yani biri mi öldürmüş herifi?

— Büyük ihtimalle, evet.

— Peki kim öldürmüş?

— Belli değil.

— Yani "bellisiz"?

— Evet, herif kim vurduya gitmiş.

— Bir başka deyişle "İmi timi bellisiz olmuş", öyle mi?

— Yani... Evet, öyle de yorumlanabilir.

— İşte kendi ağzınla söyledin: Memed de, Mehmet de, sonunda "İmi timi bellisiz" olmuş.

— İyi de bu yöntemle ve ille bulmak için ararsam, ben karıncayla timsah arasında bile bin tane benzerlik bulurum.

— Aslında çalıntı çok açık ama biz yine de Yaşar Kemal'e karşı herhangi bir çalıntı iddiasında bulunmuyoruz, tabii.

— Anlaşılan siz Yaşar Kemal'e fena takmışsınız. Çalıntıyı bulmakta kararlısınız.

— Ne alaka ya? Yaşar Kemal çıkıp "hayır ben İsmail Kadere'nin Mehmet'ini bilmiyorum" diye açıklama yaparsa ona inanmaya hazırız.

— Yahu kardeşim, ortada hiçbir neden yokken, sırf sizin saçma iddialarınız yüzünden, sırf sizin keyfiniz için, Yaşar Kemal niye çıkıp açıklama yapsın?

— Valla kendi bilir. Bu şaibeyle yaşamaya razıysa...

— Yani çamuru atıyoruz işi yoksa temizlemekle uğraşsın, diyorsunuz. Ya ne iğrenç, ne bulaşık adamlarsınız siz, ya!

— Lütfen küfürsüz konuşalım! Terbiye sınırları içinde kalırsak daha kolay anlaşabiliriz.

— Ulan, alçak herifler, ben sizinle anlaşmaya çalışmıyorum ki! Şiddet, tehdit ya da iftira gibi yöntemler kullanmaya karakterim müsait olmadığı için, sizin o alçakça yöntemlerinizi ancak kalemimle cezalandırıyorum. Yaşar Kemal Arnavutça bilmiyor ki, İsmail Kadare'den nasıl çalıntı yapsın?

— Kadare'nin romanı İngilizce'de de çıktı.

— Yahu iki eserin yazılış tarihleri arasında 50 yıl fark var.

— Edebiyatta 50 yıl nedir ki? 100 yıl, 200 yıl, hatta 300 yılı bile görmezden gelen profesörlerimiz ve onların yalakaları var.

— İyi de Yaşar Kemal "İnce Memed"i Kadare'nin "Successor"ından önce yazmış; bu ne biçim çalıntı?

— Olabilir. Hiçbir çalıntı mükemmel değildir. (CB)


Diğer masum ve maksatsız çalıntı imalarını okumak için lütfen...

TIKLAYINIZ!


5. GÜNCELLEME 5 Ağustos 2009

24 Mart 2007'de yayınladığım aşağıdaki satırların, 1100 iftiracı bağlamında bir kez daha okunmasını öneriyorum.

Büktel'in "Utanma Eşiği" başlıklı yazısından

(...) Bilinçli irademizle ve iyi niyetle yaptığımız bir eylemin bizi utandırması, o eylemin başkalarına (özellikle hemcinslerimize) zarar verdiğini fark etmemizle başlar. Yanlış karar vermiş, sonuçları iyi hesaplayamamış, hata etmişizdir. Örneğin, bir ceza yargıcı ya da savcı olduğumuzu düşünelim. Kanıtları iyi niyetle ama yanlış değerlendirdiğimiz için masum bir insanı mahkum etmişsek; yıllar sonra hakikatin ve gerçek suçlunun ortaya çıkmasıyla duyacağımız utanç, iyi niyetle yapılan hataların utancına örnek verilebilir. Doğru sanılan yanlışlığı yaparken taşıdığımız iyi niyet ne kadar gerçek ve samimiyse, hakikatin (yanlışlığın) ortaya çıkmasıyla duyacağımız utanç da o denli gerçek ve samimi olacak; böylesi bir utanç, yanlışlığı olabildiğince adil biçimde tazmin edinceye kadar da yakamızı bırakmayacak, kendimizi bağışlamamıza olanak tanımayacaktır. Hatanın ardında kötü niyet yoksa, yani hata gerçekten hataysa, hatanın sahibi, hatayı düzeltmedikçe vicdanen rahatlamayacak, hatayı düzeltmek için elinden ne gelirse yapacaktır.

Sonuçları ne kadar vahim olursa olsun, yaptığımız yanlışlık gerçekten bir hata ise, hatadan mutlaka dönmek, hatayı tazmin etmek ve özür dilemek isteriz. Özür dilemeyi istemek için, yaptığımız yanlışlığın başkalarınca mutlaka fark edilmesi ve bizim başkalarınca mutlaka ayıplanmamız gerekmez. Eğer o yanlışı gerçekten iyi niyetle ve gerçekten hataen yapmışsak, eğer (örneğin "Suç ve Ceza'nın kahramanı Raskolnikov gibi) bilinç ve vicdan sahibi bir insansak; yaptığımız yanlışlığı yalnızca kendimizin fark etmesi bile o hatadan acı ve utanç duymamız, tazmin ve özür çabasına kalkışmamız için yeterli olacaktır. Eğer vicdan ve bilinç sahibi bir insan isek, hatamızın ortaya çıkması, başkalarınca fark edilmesi asla mümkün olmasa bile, hatamızın yalnızca kendimiz tarafından fark edilmesi bile, bizi utanma eşiğine getirecektir. Utanma eşiğimiz onurlu ve şuurlu bir insana yakışacak kadar alçak ya da düşükse, başkalarınca ayıplanmamız ihtimali sıfır bile olsa; bu durum kendimizi bağışlamamıza, vicdanımızı rahatlamamıza yetmeyecektir. Çünkü utanma eşiği onurlu ve şuurlu bir insana yakışacak düzeyde olan insanlar, kendilerini başkalarının ayıplamasından daha çok, kendi kendilerinin ayıplamasından utanç duyar ve utanç duymalarını gerektiren nedenler konusunda kendilerini asla kandırmaz ve bağışlamazlar.

Peki yaptığımız yanlışlıkta iyi niyet yoksa, yani yanlışı (yanlış olduğunu ve başkalarına zarar vereceğini önceden bilerek ve başkalarının faili öğrenemeyeceklerine güvenerek) kasten yapmışsak, ne olur? Böyle bir yanlışlık, doğaldır ki, bir hata olarak değil ancak bilinçli bir "suç" olarak nitelenebilir. Bu suçun faili, suçu hataen değil de, suç olduğunu bilerek ve suç olduğuna inanarak, kasten işlediğine göre; suç işlemekten utanmayan, utanma eşiği oldukça yüksek bir insan olmalıdır. Böyle bir insanın vicdanı suçlu olduğunu bilmekten dolayı rahatsız olmaz; başkaları bilmedikçe suçlu olmayı sorun saymaz. Böyle insanların rahatsızlığı, ancak suçları başkalarınca öğrenildiği zaman başlar. Utanma eşikleri, ancak suçları açığa çıktığı zaman aşılmış olur. Böyle insanlar, suçları, başkalarının öğrenemeyeceğine güvenerek, failin gizli kalacağına inanarak işler.

(...)

Yanlış olduğunu bile bile, "kasten" işlenen "adi" suçlara milyonlarca örnek bulabilirsiniz. Çünkü adi suçlular, "tüm" insanların sahip olduğu ilkel güdüler (cinsellik, güç, namus, hırs, korku, açgözlülük, vb) tarafından yönetilen ve bu ilkel güdüleri aklın denetiminde tutmayı beceremeyen kişilerdir. Onlar, aç kaldıklarında çalabilen, şehvet duyduklarında tecavüz edebilen, öfkelendiklerinde öldürebilen; kısacası, hayatlarını düşünülmüş/planlanmış, olgun ve ergin davranışlarla değil, daha çok, refleksleriyle sürdüren insanlardır. Akılları, onları suçlardan koruyacak ya da bu suçlardan pişman olacak düzeyde gelişmemiştir. Normal veya tam gelişmiş insanlar olmadıkları için de, utanç duyabilme yeteneğine ya hiç sahip değildirler ya da sırıkla bile aşılamayacak kadar yüksek bir utanma eşiğine sahiptirler.

(En azından görünüşte) ruhsal ya da zihinsel problemi bulunmayan olgun ve ergin insanların, yanlış olduğunu bile bile, "kasten" işledikleri suçlara gelince: Ruhsal ya da zihinsel problemi bulunmayan bir insanın, suç olduğunu bile bile suç işlemesi, yanlış olduğunu bile bile yanlış yapması mümkün olabilir mi? Biraz zor görünüyor: Çünkü normal bir insan, bizim yanlış bulduğumuz, suç saydığımız bir eylemi yapıyorsa; o eylemi yapmadan önce, mutlaka denebilecek kadar yaygın bir genellikle, o eylemi akla (yani kendi aklına) uydurmakla sonuçlanan zihinsel bir süreç yaşamıştır. Yani bizim suç saydığımız eylemi, artık suç saymadığı, yanlış bulmadığı için eylemiştir. Terör yanlısı anarşist Neçayev, hiçbir suçu olmayan masum İvanov'u ideoloji uğruna öldürürken, cinayet (suç) işlediğine değil, devrim için fedakarlık ettiğine inanıyordu. Kız kardeşini namus ya da töre uğruna öldüren feodal ağabeyler de öyle... İşlenen suç, değil cinayet, katliam bile olsa, eğer suçlu (en azından görünüşte) ruhsal ya da zihinsel olarak normal bir insan ise, şu ya da bu biçimde, o suçu (bize inandırıcı gelsin veya gelmesin) savunabilecek, yaptığı eylemden utanmayı reddedecektir. Örneğin, yüz binlerce insanın katlinden sorumlu Saddam Hüseyin, kendisini yargılayan hakimleri aşağılamaktan çekinmeyerek, bağıra çağıra, suçlarını savunmaktadır. İntihar edemeden yakalansaydı, milyonlarca insanın katlinden sorumlu olan Hitler de, hiç kuşkusuz, Nurnberg'deki hakimlere karşı, kendini, üstün ırk idealini ve Yahudi düşmanı görüşlerini bağıra çağıra savunacaktı.

Milyonlarca insanın ölümünden sorumlu olan Hitler bile, eminim ki, kendini suçlu hissetmiyor; o milyonlarca kişinin ölümünü, inandığı "yüksek idealin" bir gerekliliği olarak görüyor ve savunuyordu. Kalabalıklar önünde bile en kanlı tasarruflarını savunabilen Hitler, masum insanların kitleler halinde gaz odalarında katledilmesinin dahi, meşru ve savunulabilir olduğuna inanıyor; en azından yakın kurmaylarına karşı (Makyavelizmin en caniyane bir yorumuna baş vurarak da olsa) savunamadığı hiçbir karar almıyordu. Hitler'in, İkinci Dünya Savaşı sonunda intihar etmesi; bence, kendini suçlu hissetmesi yüzünden değil, o "yüksek ideal" uğruna ve dünyayı yakmak pahasına girdiği savaşı kaybetmesi yüzündendi; Hitler'e göre Hitler, üstün ırk teorisinde yanılmamıştı; o yalnızca Churchill ve Stalin'e karşı yürüttüğü savaş taktiklerinde yanılmıştı. İntiharıyla yalnızca o yanılgının/yenilginin bedelini ("yüksek ideale" ve "üstün ırka" yaraşır biçimde) ödemişti. İntihar, yalnızca şartların dayattığı bir zorunluluk değil, Hitler'in onur anlayışına uygun bir eylemdi. Yemeği yiyince hesap pusulasını itiraz etmeden ödemek gibi "soylu"(!) bir eylem. Saddam, aynını yapamadı. Hitler de yapamasaydı (yani intihar edemeden yakalansaydı) hiç şüphe yok ki, o da Saddam gibi, suçlu olduğunu reddedecek, tüm kanlı suçlarını savunacak ve asla utanmayacaktı. Ta ki, bir mucize gerçekleşip de, vicdanı uyanıncaya ve dünyayı kana bulayan üstün ırk teorisini samimi olarak reddedip fikir değiştirinceye kadar.

İnsanlar, zihinsel ya da duygusal bir takım engelleri veya ekonomik zorunlukları bulunmadığı (yani çocuk, deli veya ihtiyaçları inançlarını bastırmış, ideallerini kaybettirmiş, birer "adi suçlu" olmadıkları) sürece; meşruiyetine/masumiyetine inanmadıkları, suç olduğunu bildikleri (suç olduğuna vicdanen de inandıkları) eylemlere tevessül etmezler. Yani "genellikle" etmezler.

Çağımızda, bu genellik, yavaş yavaş genel olmaktan çıktı. Çağımız "masumiyet çağı" değil. Çağımızın "sivil" toplumları, masumların çoğunlukta olduğu, suçluların istisna sayıldığı toplumlar olmaktan hızla uzaklaştı/uzaklaşıyor. Artık (diploma, unvan, statü sahipleri dahil) pek az insan kendini genel doğruların kurallarıyla (hatta kendi vicdanının kurallarıyla) sınırlamak ve erdemli bir hayat yaşamak gereğini duyuyor. Peki ne oldu da böyle oldu? Doğruluk ve erdemin evrensel ölçütleri değiştiği için mi, doğruluk ve erdemin modası geçtiği için mi, insanlar artık masumiyeti ve erdemi önemsemiyor? Hayır, doğruluk, erdem, hakikat, adalet, masumiyet, vb. kavramların modası geçmedi. Hukuk, politika, bilim, ideoloji, sanat, ticaret büyük ölçüde hâlâ o evrensel kavramlar öne sürülerek yapılıyor. Ama insanlar kalabalık önünde o kavramları öne sürerek o kavramlara uygun bir imaj sergilemeyi hâlâ gerekli görseler bile, kapalı kapılar ardında, o kavramların pabucu çoktan dama atılmış gibi davranıyor/yaşıyor. Hitler kötüydü ama (savaş taktikleri gerektirmedikçe) olduğu gibi görünüyor, göründüğü gibi oluyordu. Bugün bırakın sıradan insanları, pek çok "aydınımız" bile, oldukları gibi görünüp göründükleri gibi olamıyorlar. Hitler kadar bile tutarlı davranamıyorlar. Hitler'in işlediği suçlar kadar büyük suçlar işlemek için yeterli psikolojik ve politik güçleri yok ama, aslında Hitler'den bile daha kötüler. Çünkü yaptıklarını savunamıyor, savunduklarını yapmıyorlar. Utanma eşikleri öylesine yüksek ki, tutarsız olduklarını kendilerinin bilmesinden utanmak şöyle dursun, söyledikleri ile yaptıkları arasındaki tutarsızlıklar ortaya çıkarılıp belgelendiğinde bile, utanmıyorlar. Belgeler Hürriyet'in ana sayfasında yayınlanmadıkça, onların utanma eşiği aşılmış olamıyor.

İnsanları kaplayan "nasır tabakasını" delerek, duyarlı bölgeye, "insani olana" varmaya çalışıyorum. Nasır tabakasının kalınlığına göre, bazen "incecik" iğneler yeterli olabiliyor; bazen de "asfalt delen matkaplar" gerekiyor.

("Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları", Dramatik Yayınlar, 1998. Sayfa 65-66.)

Yazımızın tamamını okumak için, aşağıdaki başlığı tıklayınız:

UTANMA EŞİĞİ


4. GÜNCELLEME 4 Ağustos 2009

Hayret: 1100 iftiracı içinden bir tek "adam" çıkıp da, şu vicdan muhasebesini yapabilecek zekâ ve erdemi gösteremiyor:

"Madem ki Nutku'nun 'var' olduğunu söylediği, 'Fransa'da 16. Yüzyıl'da yazılmış Theope diye bir oyun'un (hatta Nutku'nun varlığından söz etmediği Theope adlı bir romanın veya operanın veya balenin) kendisini ya da belgesini gösteremiyoruz; madem ki, hiçbirimiz 'işte ikinci Theope oyununun belgesi!' diye karşısına çıkıp Büktel'den sözünü yerine getirmesini ve Taksim'de 'iftiracıyım' diye bağırmasını talep edemiyoruz; madem ki, kendimizde Büktel'den sözünü yerine getirmesini isteme hakkını bulmak için gerekli belgeye sahip değiliz; o halde soytarılığa gerek yok; belgeleri umursamamak, belgelere ve mantık verilerine aldırmaksızın bildiğini okumak ve iftiraya uğrayan (ve iftiracının özür dilemeye bile tenezzül etmediği) bir insanı, sırf daha "güçsüz" bir konumda saydığımız için) iftiracı diye suçlayarak asıl iftiracıyı (sırf daha "güçlü" bir konumda saydığımız için) korumak, haksız olduğu halde "güçlüden" yana çıkıp, haklı olduğu halde "güçsüzü" linç etmeye kalkışmak, değil bir sanatçıya, insan olmanın bilinç ve onuruna sahip en sıradan bireye bile yakışmayacak bir alçaklıktır; yanılmışız; Coşkun Büktel'e (ve Hilmi Bulunmaz'a) iftiracı demekle alçakça davranmış, haksızlık etmişiz; bu haksızlığı göz göre göre daha fazla sürdürmek, namussuzluk ve kalleşlik olur. Büktel ve Bulunmaz'dan özür diliyorum."

Yukarıdaki gibi bir vicdan muhasebesi yapabilmek için yalnızca zekâ değil, vicdan da gerekiyor. Bu 1100 kişinin gerçekten de "tümü" vicdan ve zekâdan yoksun iftiracılar galiba...

Peki iftiracılardan sanatçı çıkar mı? Hayır! Olsa olsa, en iyi ihtimalle, sanatı ekmek kapısı yapmış ("esnaf" kelimesinin mümkün olan en kirli, en olumsuz anlamıyla söylüyoruz) "esnaflar" çıkar.

Kendinizi kendi imzalarınızla, tiyatro tarihimizin çöplüğüne atmaktasınız, çocuklar.

Ve en acıklısı: Sanatçı değil de (süte su katanlar çeşidinden) "esnaf" olduğunuz için, size para kaybettirmediği sürece, bu durumdan müteessir bile değilsiniz. (Bakınız: "Utanma Eşiği")

Ve hayret : 1100 kişisiniz(?)

Oysa ben, Türkiye tiyatrosunun "şimşek hızıyla" çürüdüğünü söyleyen Hilmi Bulunmaz'ın abarttığını zannediyordum. Ama öyle görünüyor ki, içinde yaşadığımız siyasal düzen bir bebekten katil üretirken; Hilmi'nin "çanak" sözcüğüyle özetlediği "besleme düzeni" de, "sanatçılardan" iftiracı linççiler üretebiliyor... Hem de fabrika gibi üretebiliyor: 1100 tane(?)

Kim bilir, diğer insanların ve yakınlarınızın (belki de çocuklarınızın) yüzüne utanmadan bakabilmek için gerekli pişkinliği (utanma eşiğini) nasıl ve ne kadar zamanda edindiniz.


3. GÜNCELLEME 3 Ağustos 2009

Hakikat, dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar yalnız kalmış olamaz.


TÜRK TİYATROSU GUINNESS REKORLAR KİTABINA HEMEN YARIN GİREBİLİR.


Coşkun Büktel'in yeni yazısı... Lütfen... TIKLAYINIZ!


2. GÜNCELLEME 2 Ağustos 2009

Bir haftayı da geçtik; hâlâ bekliyoruz:

1100 iftiracı içinden bir tek "adam" çıkıp da, "16. Yüzyıl'da Fransa'da yazılmış Theope adlı bir oyun var" diyen Özdemir Nutku'yu iftira suçundan aklamak için, "Evet, ikinci bir Theope oyunu var" deyip, belgesini gösteremiyor.

Gösteremez; çünkü, Fransa'da 16. ya da 17. Yüzyıl'da yazılmış Theope adlı bir oyun yok. Başka herhangi bir yüzyılda yazılmış Theope adlı bir oyun da yok. Hatta bırakın oyunu, Theope adlı bir roman, hikâye, opera ya da bale bile yok.

"Var" diyen, "var" demekle yetinmeyip "işte kaynağı, işte belgesi" diyerek iddiasını kanıtlayabilen ve göğsünü gere gere benden sözümü tutmamı ve "iftiracıyım" diye Taksim'de hoparlörle bağırmamı talep edebilen bir adam (1100 iftiracı içinden bir tek "adam") çıkmadı.

"Çıkmayacak" demiştim, çıkmadı. Rehberi okuyan herkes, çıkmayacağını anlardı.

CB.


***


1. GÜNCELLEME 1 Ağustos 2009:

Bir haftadır bekliyoruz:

Büktel'i iftiracılıkla suçlayan linç bildirisine imza atmış 1100 kişi içinden bir tek "adam" çıkıp da, "işte ikinci Theope oyununun belgesi" diyerek, Özdemir Nutku'yu iftira suçundan aklamaya ve asıl iftiracının Coşkun Büktel olduğunu kanıtlamaya kalkışmadı.

Neden acaba?

Belgeyi mi bulamıyorlar yoksa belge ellerinin altında ama göstermeye tenezzül mü etmiyorlar? Büktel'e iftiracı diyen 1100 iftiracıdan bir teki bile, asıl iftiracının Büktel olduğunu belgelemeye nedense tenezzül etmiyor.

Merak ediyoruz: İftiraya tenezzül edip de, iftirayı belgelemeye veya yanıldığı için özür dilemeye tenezzül etmeyen bu 1100 tuhaf kişi, acaba insan mı, karikatür mü?


***


Yalnızca Mustafa Demirkanlı'ya değil; linç imzacısı 1100 vandalın tümüne açık, "büyük fırsat":

"16. Yüzyılda Fransa'da yazılmış Theope adlı bir oyun var" diyen Özdemir Nutku'yu iftira suçundan aklamak için, "Evet, ikinci bir Theope oyunu var" diyecek; ama bunu yalnızca dedikodu gibi söylemekle kalmayıp arslanlar gibi "belgeleyecek" herhangi bir vandal çıkarsa; o vandalın imzaladığı linç bildirisinde yer alan "iftira" suçlamasını kabul edecek ve asıl iftiracının Özdemir Nutku ve linç imzacıları değil, ben olduğumu Taksim meydanında avaz avaz bağırarak ilan edeceğim!

Madem Hilmi Bulunmaz ve Coşkun Büktel'i kepaze etmek için Genco Erkal dahil 1100 kişi imza verebiliyor; 1100 kişilik bir ekip için, ikinci Theope oyununun kendisini ya da belgesini bulmak o kadar zor olmasa gerek. İşte fırsat: İçlerinden bir tane, 1100 kişiden bir tane "adam" çıksın da, ikinci Theope oyununun belgesini göstererek, imzaladığı bildiride bize (Bulunmaz ve Büktel'e) yönelik iftira suçlamasının iftira olmadığını (ve dolayısıyla kendisinin bir iftiraya imza atmadığını) belgelesin bakalım.

Ama ben baştan söylemiş olayım: İçlerinden böyle bir "adam", (1100 kişiden bir tek "adam") çıkacağına inanmıyorum. Çünkü belgelemek, iftira atmak kadar kolay değildir. Belgelemek, "bizim" işimiz.

COŞKUN BÜKTEL


NOT: Kendileri linç bildirisini imzalamadıkları halde, dergisine çarşaf çarşaf ilanlar vererek linç kampanyası elebaşısı Mustafa Demirkanlı'nın yalan ve iftiralarını destekleyen ve "suni yemle" besledikleri Demirkanlı'yı üstümüze salan kültür bakanı Ertuğrul Günay ile DT genel müdürü Lemi Bilgin de, ya bizzat kendileri araştırarak ya da kuracakları ekiplere araştırtarak, sunduğumuz bu "büyük fırsatı" değerlendirip ikinci Theope oyununun belgesini bulabilir; böylelikle, hem bizim iftiracı olduğumuzu, hem destekledikleri linççilerin iftiracı olmadıklarını, hem de kendilerinin (vatandaş parasıyla) iftiracı beslemediklerini kanıtlamış olabilirler.

Evet, sevgili linççiler, hodri meydan:

Bulun Özdemir Nutku'nun söylediği ikinci Theope oyununu, "Lemi Bilgin ve Ertuğrul Günay iftira destekçisi değildir; Mustafa Demirkanlı ve linç imzacıları iftiracı değildir; asıl iftiracı benim!!!" diye anırayım Taksim'in göbeğinde... Hem de hoparlörle.

Ama ikinci Theope oyununu ya da belgesini bulamazsanız, size artık yalnızca, bizi iftirayla suçlayan o bildiriyi ve o bildiriye attığınız imzaları nerenize sokacağınızı bulmak kalıyor.