BASIN BİLDİRİSİDİR
'Kutsal devlet'in hukuku adalete karşı...
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Baskın Oran ve İbrahim Kaboğlu’nun ağır hakaret, küfür ve sinkafa maruz kaldıkları için açtıkları davayı 20’ye karşı 23 oyla hakaret, küfür ve sinkafcılar cephesi lehine bozarak bir defa daha ‘şanına yaraşır’ bir karara imza attı... Gerekçe evlere şenlik: Düşünce açıklaması... Velhasıl Yargıtay küfür, hakaret, sinkaf ve aşağılama içeren sözleri ve ifadeleri bir ifade özgürlügü kategorisi sayıyor. Acaba haysiyet sahibi insanların utanmadan ağzına alamayacağı söz ve ifadelerin düşünce açıklama özgürlüğü sayılması hangi temel hukuk ilkesinin, hangi insan vidanının gereğidir? Bu ibretlik ama istisna olmayan karar, Türkiye’deki ‘hukuk sisteminin’ kutsal devletin hukukundan başka birşey olmadığını gösteren sayısız örnekten sadece biridir... Devletin kutsal sayıldığı yerde hukuktan, adaletten söz etmek abestir. Elbette bu kutsal sayılmayan ‘modern devletin’ adaletin tecellisi olduğu anlamına gelmez. Zira hukuk her zaman devletin hukukudur ve bu niteliğinden ötürü de adalete karşıdır. Adalet insan vicdanını angaje eder, hukuk da devleti... Türkiye’de hukuk, devleti korumak içindir. Bu yüzden devletin kadrolu katillerinin peşine düşmez ama katillerin peşine düşen Şemdinli Davası savcısı Ferhat Sarıkaya, 12 Eylül cuntacıları hakkında fezleke hazırlayan savcı Sacit Kayasu gibi istisnaları linç edercesine cezaldırmakta tereddüt etmez... Bu alanda ‘yargının’ en büyük suç ortağı hiç süphe yok, hiçbir etik kaygı unsuru taşımayan ‘devlet medyasıdır’... Eğer medyanın suç ortaklığı ve desteği olmasaydı, medya kendi etiğine uygun davransaydı, adaletsizlik, devlet cinayetleri ve hoyratlık bu boyutlara varmazdı... Türkiye’de geçerli ‘hukuk sistemi’ devleti, halka karşı korumak içindir... Oysa hukunun asıl varlık nedeni ve misyonu devleti değil, insanı korumaktır...
Türkiye’deki ‘hukuk’un hak ve adaletle ilgisinin düzeyi ve kimilerinin ‘yüce yargı’ demeyi pek sevdiği ‘kendinden menkûl’ yargının sefil halleri hakkında fikir edinmek için, insan vicdanını yaralayan sayısız örnekten bir kaçını hatırlamak yeterli... İlk akla gelen Hrant Dink davasıdır. Hrant Dink devlet tarafından “bizzat” ve “taamüden” katledildiği için ve herşey apaçık ortada olmasına rağmen dava iki yılda bir arpa boyu yol alınmış değil. Hukuk adalete karşı olduğu için... Oysa hukuk Arapça hakk’ın çoğuludur... Benzer bir durum Zirve Kitabevi katilleri davası için de geçerli... Uğur Kaymaz 12 yaşındaydı, körpe bedenine 13 kurşun saplandı, katilleri ‘yüce yargının’ vicdan yoksunu yargıçları tarafından beraat ettirildi... Elbette terörist sayılan sadece 12 yaşındaki Uğur Kaymaz değil. Şimdilerde yüzlerce ‘terörist’ çocuk’ demokratik, laik sosyal hukuk devleti’ denilen TC’nin hapisanelerini dolduruyor. Eğer cunta anayasasında ‘tevatür edildiği gibi, TC ‘demokratik, laik bir hukuk devleti’ olsaydı, 17 binden fazla insanın devlet tarafından katledildiği apaçık ortadayken ‘faili meçhul’ safsatasıyla geçiştirilebilir miydi? Çocukla terörist kelimelerini yan yana getirecek kadar insanlık ve vicdan yoksunu bir toplum, ahlâka, hak kavramına ve vicdana bunca düşman, bu ölçüde yabancılaşmış bir ‘yargı sistemi’ olabilir mi? Çocuk terörist olur mu? Eğer söz konusu olan düşünme yeteneği dumura uğramış, vicdanı kirlenmiş ‘modern Türkiye’ toplumu ve onun ‘kutsal devletiyse’ oluyor...
Cezaevlerinden muhalif hasta tutuklu ve hükümlülerin ölüsü ‘tahliye edilirken’, ‘devletin sahipleri’ cephesinden birileri söz konusu olduğunda mekanizma farklı ve hızlı işliyor... Ergenekon Davası sanıklarının ‘kalbur üstü’ olanları söz konusu olduğunda Adli Tıp gereğini yapmakta gecikmiyor. 80 yaşındaki Ruhi Su kanserden yurt dışında tedavi olmak üzere tahliye edildiğinde artık çok geçti... 79 yaşındaki Ali Çekin, Ring arabasıyla 36 saatlik yolculuğa çıkarılmasına rağmen [geri dönüşle birlikte 72 saat], cezaevinden ölüsü çıkmıştı. Güler Zere, Balcalı Tıp Fakültesi’nin: “cezaevi koşullarında ve hastanelerin mahkûm koğuşlarında tedavisi mümkün değildir...” diyen raporuna rağmen, önce rapor, sonra da avukatının tahliye talebi sümenaltı ediliyor... ve bu tesadüfen olmuyor. HSYK üyesi, cezaevi katliamlarının baş mimarı, asıl devlet partisi’nin vazgeçilmez adamı Ali Suat Ertosun’la Adli Tıp Kurumu uzmanı Nur Bilgen’nin “ortak gayretleri’ sayesinde mümkün oluyor... Kamuoyu baskısı karşısında 56 saatlik Ring yolculuğu işkencesine maruz bırakılmasına rağmen Güler Zere tahliye edilmiyor... Mesane kanseri olan Erol Zavar sayısız ameliyattan sonra bile hâlâ cezaevinde. Ergenekon davasının ‘sahipsiz’ sanıklarından Kuddusi Okkır’ı görmezlikten gelen Adli Tıp Kurumu, darbeci generaller Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’u, şimdilerde de Albay Arif Doğan’ı sağlık nedeniyle jet hızıyla ve tahliye ediyor...
İnsan olmak vicdan sahibi olmaktır. Unutulmamalıdır ki, hukuk adına hukuku iğfal edenler, misyonlarına ve varlık nedenlerine ihanet edenler, katilleri koruyanlar insanlık suçu işlemektedirler ve er ya da geç teşhir olmaktan ve insanlık vicdanı tarafından mahkûm edilmekten kurtulamayacaklardır. Zira, gerçek inatçıdır denmiştir...
Biz aşağıda imzası bulunanlar bu sefil duruma karşı olduğumuz ilân ediyor ve ekte sunulan Baskın Oran’ın yazısını imzalıyoruz. Aynı duygu ve düşünceyi paylaşanları da bize katılmaya çağırıyoruz...
Not: lütfen bu metinleri olabildiğince geniş bir çevreye ulaştırmakta bize yardımcı olunuz...
Fikret Başkaya, İsmail Beşikçi, Sait Çetinoğlu, Ayhan Çınar, Sibel Özbudun, Emine Özcan, Merdan Özüdoğru, Mahmut Konuk, İsmet Erdoğan, Jale Mildanoğlu, Temel Demirer, Şevki Çelikçi, Paşa Öztürk, Engin Bayramoğlu, Özgür Başkaya, Barış Alparslan, Celal Deniz, Cafer Solgun, Cihan Şenoğuz, Hüseyin Çakır, Attila Tuygan, Oktay Etiman, Ayşe Günaysu, Erol Özkoray Erdal Karayazgan, Zeki Demirhisar, Recep Maraşlı...
Bazı yargıçlara açık mektup
Baskın Oran
Sayın Yargıçlar, meseleye hemen gireceğim.
Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu üyesiyim. Kurul Yönetmeliğinin 5. maddesinin amir hükmü gereği 2004’te Azınlık Raporu’nu yazdım. Bazı şahıslar, benim ve Kurul Başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu’nun, adlı adınca söyleyeceğim sakın utanmayınız, anamıza babamıza sinkaf ettiler. Utanmayınız, çünkü bu sinkaflar mahkeme kararlarıyla teker teker aklandı.
Yalnız, madem bunlar hakaret değildir, o zaman bunları birisi kalkıp da sizlere söylese ne olacak? İki olasılık var:
1) Sineye çekmek; çünkü “hakaret yoktur” kararı verdiniz;
2) Hakaret davası açmak. O zaman da kendinizle çelişeceksiniz, tutarlı olamayacaksınız.
Ama isterseniz önce bir hatırlatayım o lafların neler olduğunu.
“Gerekirse kan dökülür”
1) Aslan Tekin adlı şahıs Yeniçağ’da yazdı: “Bence bu adamlar dövülselerdi, milletin yüreği soğurdu. Sevr’ciler tekme tokadı hak etmişlerdir”.
Şiddeti açıkça savunuyordu. Ankara Asliye 2. Hukuk Mahkemesi’ndeki meslektaşınız bu adamı akladı. “Kendisi şiddetli eleştiri yapan bir kişi veya kurum, zora başvurulmadığı sürece aynı şiddette veya daha şiddetli eleştirilere katlanmak zorundadır” deyip. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı.
2) Bircan Akyıldız adlı şahıs, Türkiye Kamu-Sen Gn. Bşk., İzmir’de konuştu: “Bu Rapor bizi ilmek ilmek bölmeye, parçalamaya yönelik bir düşüncenin sonucudur. Yemin olsun; toprağın bedeli kandır; gerekirse dökülür”.
Bırakın şiddeti, açıkça kan dökmekten bahsediyordu. Ankara Asliye 7. Hukuk Mahkemesi’ndeki meslektaşınız bu adamı akladı. “Tepkinin eleştiri hudutları içerisinde kaldığı anlaşıldığından dava reddedilmiştir” diyerek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı.
3) Emekli General Kemal Yavuz adlı şahıs Akşam’da yazdı: “Ekmek yediğin kapıya ihanet etme, sonra nimet çarpar. Bunlar bir avuç zibididir”.
Ankara Asliye 5. Hukuk Mahkemesi’ndeki meslektaşınız bu adamı akladı. “Rapor hakkında, halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve devletin yargı organlarını alenen aşağılamak’tan dava açılmıştır. Bu nedenle davanın reddine…” diyerek. Yargıtay
4. Hukuk Dairesi de onadı. Oysa biz şimdi o davadan beraat ettik; ne olacak durum?
“Gidin, Avrupanıza sokun!”
4) Eski kültür bakanlarından Namık Kemal Zeybek adlı şahıs Halka ve Olaylara Tercüman’da (HOT) yazdı: “Siz o uydurma azınlıklarınızı alın da gidin Avrupanıza sokun”.
Aile terbiyesi izin verdiği için bu kadar açıkça konuştu. Ama Ankara Asliye 11. Hukuk Mahkemesi’ndeki meslektaşınızın düzeyi de mümasilmiş ki bu adamı akladı. “Bu görüşlerin sert eleştirilere tabi tutulması olağandır” diyerek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı.
5) Sırrı Yüksel Cebeci adlı şahıs HOT’da yazdı: “Bunlara Türkiyeli demek, Türkiyeli yılanlara, kurbağalara, çakallara haksızlık oluyor”.
Ankara Asliye 15. Hukuk Mahkemesi’ndeki meslektaşınız bu adamı akladı. “B. Oran yazılacak olan eleştirilere katlanmak zorundadır” diyerek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı.
6) Selcan Taşçı adlı şahıs Yeniçağ’da yazdı: “Şu toprağa küfrederek basanlar var. Hain desen, işbirlikçi desen var. Köpek gibi, bir kemikle susan var”.
Ankara Asliye 1. Hukuk Mahkemesi’ndeki meslektaşınız bu adamı akladı. “Yazının kaleme alındığı yayında kamu yararı bulunması nedeniyle hukuka aykırı olmadığı kanaatine varıldığından” diyerek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de onadı.
“Etli kemik vaadi duyan köpek”
7) Servet Kabaklı adlı şahıs Tercüman’da yazdı:
“Çanağına yal konulunca ve etli kemik vaadini duyunca yaltaklanan, kuyruk sallayan kanişler, uyanık geçinen şapşallar, salak, tescilli hain, zavallılar. TC devletine-milletimizin birliğine kalleşçe ihanet hançeri sokanlar”.Ankara Asliye 2. Hukuk Mahkemesi’ndeki meslektaşınız bu sözleri hakaret kabul etti, tazminata mahkûm etti. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’ndeki meslektaşlarınız kararı bozdu. “Dava konusu sözlerde kişiliğe saldırı amacı yok. Sözler, rapora yönelik düşünce açıklaması niteliğindedir” diyerek.
İlk mahkeme direndi. Böyle mahkemeler de olabiliyor şükür. Dosya Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’na gitti. Oradaki meslektaşlarınız, birkaç gün önce 20’ye 23, bu adamı akladılar. Sadece “Usul ve esas yönünden yerinde olan 4. Hukuk Dairesi kararına uyulması uygundur” diyerek.
Şimdi düşünüyorum da, bütün bu kararlar sonuna kadar normaldi Sayın Yargıçlar. Çünkü meslektaşlarınız Milletvekili Süleyman Sarıbaş’ı akladıktan sonra, bunlar haydi haydi aklanırdı.
“Babanız kimmiş, ananıza sorun”
Hatırladınız mı bu Sarıbaş’ı? Yanaklarınız kızarmasın, ellerinizle tutun iki yandan, aynen yazacağım:
“Bu Rapor’u yazanlar her kimse, yazdıranlar her kimse, millet bunları tükürüğüyle boğar. Azınlık arayanlar, ANALARINA BABALARININ KİM OLDUĞUNU BİR KEZ DAHA SORSUNLAR”.
Yani bize piç, annelerimize orospu (utanmayın, utanmayın lütfen!), babalarımıza deyyus diyordu. İlk ikisini bilirsiniz de, Deyyus’u bilir misiniz; pezevenk’in bizzat kendi karısını satan türü demektir. Utanmayın lütfen. Ben bunları gelip yemek odanıza yüksek sesle okumuyorum ki. Size yazıyorum sadece bilgi olarak. Etrafınızda çoluk çocuğunuz, eşiniz falan varsa yalnız başınıza sessizce okursunuz, gazeteyi de gizlersiniz, olur biter.
Hatırlıyor musunuz ne yaptı meslektaşlarınız, Sayın Yargıçlar, bu davada? Ankara Asliye 3. Hukuk Mahkemesi bu Sarıbaş’ı tazminata mahkum etti. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi bu hükmü de bozdu. Gerekçe göstermeden. İlk mahkeme de ona uydu, bitti, gitti.
Size söylense aynı şeyler?
Sayın Yargıçlar,
Tekrar başa dönelim.
Aynı hakaretleri, yukarıda adını saydığım şahısların sizlere yapmasına izin verir miydiniz? Çok iyi düşünün.
Elbette vermezdiniz. Kıyametleri kopartırdınız. Davalar açar, mahkûm ettirirdiniz. Çünkü onurlu insanlarsınız siz.
Ama, ben de öyle, başkaları da öyle.
Hakarete izin verince şu oluyor; insanlar diyorlar ki bu nasıl memleket, bu nasıl adalet. Bunları bir halka asla söyletmemek lazım değil mi sizce?
Bendenize gelince. Hayır. Sizin o “ifade özgürlüğüdür” dediğiniz adi kelimeleri hiç kimseye kullanmam ben, çünkü haysiyetli bir insanım. Size değil, hiç kimseye böyle rezillikler yazmayı aklımdan bile geçirmem. İnsanlığımdan utanırım, vicdanımdan korkarım.
Sayın Yargıçlar,
Bütün bu adlî süreçten sonra, ben kendimi daha az güvende hissediyorum artık. Bu tür melânetlerin rahatça yapılabildiği bir ülkede yaşamak o kadar hoş bir his değil. Eğer bir vatandaş, üstelik saçları ağarmış emekli bir profesör, bu tür bir huzursuzluk duyuyorsa, bitmiştir o ülke.
Çaresizim. Sizi, her insanda doğuştan mevcut vicdanlarınızla baş başa bırakmaktan başka çare yok elimde bu ülkede.
Tek çare, AİHM’ye başvurmak. Bu da bizatihi bir hüzün unsuru zaten.
(Prof. İbrahim Kaboğlu da bu yazının altına imzasını koymaktadır)