5 Haziran 2009 Cuma

Coşkun Büktel ve Hilmi Bulunmaz'ın, Demirkanlı ve şebekesi tarafından linç edilmek istendiği bir süreçte Demirer, âdeta linç edilen Su'yu unutturmuyor

TÜRKÜLERİ(MİZİ)N CAN SU’YU[*]


Temel Demirer
5 Haziran 2009


.................................................."Alkışı en sessiz karşılayan,
..................................................alkışı hak etmiş demektir."
[1]


İçimizi titreten, gür sesiyle O, “Sabahın sahibi var” der ve eklerdi: “Dirliğim, düzenim, dermanım, canım/ Solum, sol tarafım, imanım, dinim/ Benim beyaz unum, ak güvercinim/ Bilirim, bilirim kardeş, gelen gündedir…”

O; Melih Cevdet Anday’ın, “Yeni Türkiye’nin yarattığı, geleceğe dönük bir sanatçıdır. Onun önemi buradadır,” dediği Ruhi Su’ydu…

Hani Hasan Hüseyin’in dizelerindeki:

“bir kocaman sesli adam ruhi su/ yüklenmiş sesine anadolu’yu/ bir öfkeli/ bir sevecen ses kervanı/ çekip gider dağlar dağlar/ bir kahkaha gibi girmektir kavgaya/ ruhi su’yu dinlemek/

pişkin bir kısrağı kıraçta/ dört nala kaldırmaktır/ öpüşerek yüzmektir temmuz denizlerinde/ dutu daldan yemektir/ meyvelerle kuzularla kuşlarla sevişmektir/ ruhi su’yu dinlemek/

ve açıp elvan elvan/ gül gül gülmektir seherde/ yumruk olup direnmektir/ ruhi su’yu dinlemek...”

BİZDEN BİRİ

İstanbul’da 20 Ekim 1985 tarihinde öldü, Mehmet Ruhi Su... Kanserdi ve hastalığı ilerlemişti. Doktorları yurtdışında tedavi olanaklarını araştırıyordu. Bütün sevenleri seferber olmuşlardı. Ancak, yaşamı boyunca onun türkülerinden korkanlar bir kez daha yasaklarla dikildiler karşısına. “Sakıncalı” olduğu için pasaport verilmedi. Ülkemizin ve dünyanın duyarlı aydınları, hep birlikte karşı çıktılar bu yasağa. Sonunda “bir kereliğine, tedavi için” yurtdışına çıkışına izin verildi. Ama iş işten geçmişti. Ruhi Su, 73 yaşında yaşama veda etti. Ne güzel demişti, İsmail Cem: “Ona hasta yatağında bir pasaportu fazla görenlerin ismini duyanınız var mı?”

Ruhi Su, Pir Sultan Abdal’dan Dadaloğlu’na, Karacaoğlan’dan Yunus Emre’ye halk türkülerini yeniden seslendirdi. Nâzım Hikmet’in Kuvayi Milliye Destanı’ndaki “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan...” diye başlayan şiirini “Süvarinin Türküsü” adıyla ilk o besteledi. 1951 TKP Tevkifatı’nda; “Bu Nasıl İstanbul Zindan İçinde” ile “Mahsus Mahal”ı besteledi. 1968’de öldürülen Vedat Demircioğlu için “Bir Sabah Uykusunda”yı, 1 Mayıs 1977’de öldürülenler için “Şişli Meydanı’nda Üç Kız”ı o söyledi. “Semahlar” döndük, “Zeybekler” oynadık onunla...

Onlar onu, türkülerini susturmaya çalıştılar ama inanın başaramadılar. Ruhi Su, türkülerde nefes alıp veriyor hâlâ... Nasıl bitirmişti, 1952 yılında Sansaryan Han’ın “tabutluk”larında bestelediği “Bu nasıl İstanbul Zindan İçinde” türküsünü: “Yattığımız yerde güller bitecek/ Gün ışıyıp gelir sabret, bu bizim/ Yattığımız yerde güller bitecek/ Bavo bave...”

Evet O, tabiri caiz ise, türküleri(mizi)n can su’yuydu…

‘Ezgili Yürek’ de, “Bu türküler halkın hayatının bir ifadesi değil mi? Kitleler hâlinde öldürülmüş ve yok edilmeye çalışılmış zümrelerin hikâyesi bu türkülerde anlatılmıyor mu? Asırlardan beri bir lokma ekmek için memleketi bir uçtan bir uca dolaşan milyonlarca yurtsuz yuvasız insanların garipliği ızdırabı bu türkülerde anlatmıyor mu? Madem ki bu türküler bu kadar hazindir, o hâlde halkın hayat şartları tahammül edilmeyecek kadar hazindir,” diyen Ruhi Su, 1968’de de şunları eklerdi:

“Bir düzen türkülerden korkmaya başladı mı artık o düzeni kimse ayakta tutamaz. Nesimi’nin derisini yüzmüşler, Pir Sultan asılmış, fakat bütün bu asmalar kesmelere rağmen ne o düzen kalmış, ne de debdebeli sultanlar…”

Ayrıca şunları da derdi Ruhi Su: “Batı müziği, bizim halkımızın çoğunluğunca daima bir yabancıdır, anlaşılması güç bir dildir. Kültürümüzün kökleriyle başka dünyalarda oluşumuz bunun nedenlerinin başında gelir. Bizim geleneğimizde çokseslilik yoktur. Biz bu aşamaya Batı kültürüne yöneldiğimiz bir anda geldik. Batı kültürüne yönelişimizin tarihi de 200 yılı bulur. Yalnız müzik değil, bir uygarlık yaratılabilirdi bu süre içinde. Demek ki giysilerin ya da faydası kolayca anlaşılan diğer araçların değiştirilmesi gibi kolay olmuyor, müzikte değişiklik. Onun gelişebilmesi daha köklü dönüşümlerle ilgili. Bir toplumun müziği, konuştuğu dil kadar hayatına bağlıdır. Ve bundan dolayı da konuştuğu dil kadar kendisine anlamlı ve sıcak gelir.

Bunda ayıplanacak bir şey yok: İnsan, tamamıyla yabancılaşmadıkça ne dilinden, ne de müziğinden kopabilir. Toplum ileri bir toplumsa, müziği de ilerlemiş olur. XIII.-XIV. yüzyıl Batı müziği, bizim bugünkü alaturkadan daha yeterli bir müzik değildi. Bugünkü Batı müziği ise bilim ve teknikte Rönesans’la uzay çağı arasındaki gelişmeyle orantılıdır. Bilimin ve tekniğin yalnız ürünlerini alıp da dünyada uygar olabilmiş bir toplum yok. Marifet, bu ilerici bilimin ve tekniğin içinde olabilmekte...”

Ruhi Su devam etmiş: “Edebiyatımızdaki gelişmeyi düşünelim: Destandan, masaldan, halk hikâyelerinden ve halk şiirinden bugünkü Batı romanına, Batı hikâyesine ve Batı şiirine geçerken Batı’dan neler aldığımızın bir okuyucu olarak farkında mıyız? Batı tekniği ile işlenmiş müziğimizi dinlerken de kendi dilimizi ve kendi yaşantılarımızı bula bula çoksesliliğin tadını anlamaya alışacağız ve böylece Batı müziği içindeki yerimizi alacağız…”

HAYATI/ MÜCADELESİ

Bir adı da Mehmet olan (Ermeni kökenli) Ruhi Su, 1912’de Van’da doğdu. Annesiyle babasını küçük yaşında yitirmiş, böylece “Birinci Dünya Savaşı’nın, belki de soykırımın ortada bıraktığı çocuklar”ın arasına karışmıştı.

Van’dan Adana’ya getirilen Mehmet, yoksul bir aileye verildi. Bir süre amcası ve yengesi sandığı bu kişilerin evlerinde hizmet etti. Yaşının küçük olmasına karşın türkü söylemeye de başlamıştı.

1924’te Ankara’da açılan Musiki Muallim Mektebi’nden Öksüz Yurtlarına gönderilen yazıda, müziğe yetenekli ve güzel sesli çocuklara sınav yapılması isteniyordu. Mehmet, beşinci sınıfı bitirdiğinde açılan ikinci sınavı kazandı; ancak belgeleri hazırlanırken Milli Savunma Bakanlığı’ndan yazı geldi. Burada, Öksüz Yurtlarını bitiren bütün çocukların zorunlu olarak Askeri Okullara gönderilmesi bildirilmekteydi.

Haltcıoğlu Askeri Lisesi’nde ortam iyiydi; ama Mehmet Ruhi’nin aklı Musiki Muallim Mektebi’ndeydi. İstanbul Öksüzler Yurdu’ndaki arkadaşlar kendisini, müzikle ilgili çevirileriyle üne kavuşan Ahmet Muhtar Bey ile tanıştırdılar. Onun özendirmesiyle isteği daha da güç kazandı ve amacına varma yolunda gerçek bir serüven yaşadı.

Hastanede muayene olmayı isteyerek hekimlerin kendisini çürüğe çıkarmasını sağlamıştı; ama Musiki Muallim Mektebi’ne verdiği dilekçesine yer darlığı nedeniyle red yanıtı aldı. Yeniden Adana Öksüzler Yurdu’na gönderildi. Önce Adana Lisesi’ne, ardından Öğretmen Okulu’na girdi. Adana sinemasında gösterilen sessiz filmlere küçük bir orkestra eşlik ederdi. Burada çalan Avusturyalı müzikçi Ervix, Öğretmen Okulu’nun da keman hocasıydı. Mehmet Ruhi evrensel müziği ilk kez ondan öğrendi. 1936’da Musiki Muallim Mektebi’ni bitirdi.

Ruhi Su, eğitimini tamamladıktan sonra o dönemdeki adıyla Riyaseticumhur Filarmonik Orkestrası’na keman sanatçısı olarak kabul edildi. Aynı zamanda Ankara ikinci Ortaokul ile Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde müzik öğretmenliği yaptı. 1942’de Konservatuvarın Opera Bölümü’nden mezun oldu.

Bas Bariton Ruhi Su, 1940’tan 1952’ye opera sanatçıları arasında yer aldı. 1945-1953 arasında Konservatuvarda öğrenci olan Hikmet Şimşek’e göre Su, operayı çok güzel söylüyordu. Kısacası operaya verdiği emek unutulacak gibi değildir.

Sol görüşlü Ruhi Su, 1946’da, kendisiyle aynı yolda olduğunu sonradan öğreneceği, ayrıca türküleri çok seven Sıdıka Umut Hanım ile tanıştı. Sanatçı o sırada yedek subaylığını yapmakta, operada da oynamaktaydı. Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde de korosu vardı. Sıdıka Hanım, 1945-46 eğitim yılında fakültenin Felsefe Bölümü’ne girmişti. Türküler temelindeki arkadaşlıkları 1950 baharında aşka dönüştü ama ilişkileri gelişirken kapsamlı tutuklamalar başlamıştı.

TKP Tevkifatı kapsamında 1952 yılının sonbaharında bir akşam polisler Sıdıka Hanım’ı Birinci Şube’ye, oradan da İstanbul’a, ünlü Sansaryan Han’a götürdüler. Yine o günlerde Ruhi Su bir akşam operadaki odasına gelmiş; masasını toplamıştı. Tutuklanacağını biliyordu. Evinden gerekli eşyaları aldıktan sonra polise teslim olacaktı; fakat Sıdıka Su’nun anlattığına göre günümüzde çok ünlü olan bir tiyatrocu arkadaşı Ruhi’nin operada bulunduğunu polise bildirdi. (Sıdıka Hanım bu kişinin adını söylememektedir.) Böylece sanatçı, Büyük Tiyatro’dan çıkarken yakalandı ve Sansaryan Han’a gönderildi.

Ruhi Su’ya, Sansaryan Han’ın en alt katındaki hücrelerden birinde beş ay boyunca işkence yapıldı; “Tabutluk” adı verilen hücreye bile konuldu. İşkence öylesine ağır olmuştu ki, Harbiye Cezaevi’ne gönderilmeden önce sanatçının iyileşmesi beklendi. Sıdıka Hanımla ilk görüşme izni verildiğinde bile tanınmaz durumdaydı. Görüşmeyi resmi izne bağlayabilmek için nişanlandılar. Ne var ki Ruhi Su, bu olayları yaşamı boyunca dile getirmedi; uğradığı haksızlıktan kendisine pay çıkarmaya yeltenmedi.

Uzun süre Harbiye Cezaevi’nde kaldılar. Haftalık görüşmenin yanı sıra her gün resmi kanallarla yazışıyorlar; gayrı resmi olarak da mektuplaşıyorlardı.

Ruhi Su’ya hapishanede sazını vermediler. Bunun üzerine tutuklulardan Faik Şekeroğlu, tahta paspas parçalarından bir bağlama yaptı. Su onu iki yıl kullandı. Sonunda izin çıktı ve Ankara’dan sazını getirtti. Merkez Kumandanlığı Cezaevi’ndeki koğuş arkadaşlarıyla bir koro kurdu. Onlarla dinletiler verdi; kendilerinden türküler derledi. Günlük ses alıştırmalarını da yapıyordu.

1950 sonrasında tutuklanan solcular için İstanbul’da özel bir mahkeme salonu oluşturuldu. Yargılama sonunda Ruhi Su ile Sıdıka Hanım beşer yıla hüküm giydiler. Su, Adana Erkekler Cezaevi’ne, iki kadın hükümlüden Sıdıka Hanım da Sultanahmet Cezaevi’ne gönderildi. Öte yandan duruşmalar biter bitmez evlendiler. Öyküyü Sıdıka Su’nun sözlerinden okuyalım;

“1954 yılında cezaevinde nikahlandık. Nikah şahitlerimiz Berilce Boran ve eşi Nevzat Hatkoydu. Bir astsubay kanalıyla Rumeli Caddesi’ndeki hükümet konağında, bir cumartesi günü nikahımız kıyıldı. Astsubay ve iki jandarma eriyle birlikte nikah için dışarı çıktık. Nikahtan sonra Ruhi, bizimle beraber gelen astsubaydan rica etti. Cezaevine yürüyerek döndük. Yolda Ruhi bir kitapçı dükkânına girdi ve bana evlilik hediyesi olarak Goya’nın bir albümünü aldı. Orada imzalayarak bana verdi.”

Su çifti, Haziran 1958’de salıverildi. “Ruhi Su, sürgün yeri olan Çumra’ya gönderildi. Sıdıka Hanım mevcutlu olarak Ankara’ya gitti.”

Ucuz bir otele yerleşen Su, Çumra’ya hemen uyum sağladı. Halk ona ilgi duymuştu. Bir yandan iş arıyor, bir yandan da Ankara’ya nakli için uğraşıyordu. Yazdığı dilekçelere red yanıtları aldı. Çumra Savcısı Muharrem İlkez ve yargıç İlhan Somer, Ankara’ya nakli için uğraş verdiler. Ağustos ayının sonunda savcı, sanatçının başkente gönderilmesini sağladı. Ruhi Su, hem savcıya hem de Çumra halkına teşekkür olmak üzere istasyon salonunda gerçekleştirdiği coşkulu dinletiyle ilçeden ayrıldı ve Ankara’da eşine kavuştu.

Dostları Celal Cündoğlu, Su ailesine Etimesgut’a iki kilometre uzak olan bir işçi konutu verdi; elektriği ve suyu olmayan bu kerpiç binaya birkaç parça eşyayla yerleştiler. Cündoğlu ayda 100 lira para yardımı da yapıyordu. Her sabah ve akşam iki kilometre yürüyerek jandarmaya imza vermeleri dışındaki yaşamları olağandı. Sıdıka Hanım hamileydi. Nisan 1959’da oğullan Ilgın doğdu.

Hapishaneden çıkan bazı arkadaşlar bir nakliyat ortaklığı kurmuşlardı. Ruhi Su’ya biraz para koyarak ortak olmasını önerdiler. Celal Cündoğlu yine yardım yaptı; ancak arkadaşlar sözlerinde durmamıştı. Yazıhanede oturacağını söyledikleri sanatçıya eşya taşıttılar. Bunların arasında bir de piyano oluşu güldürücü bir tragedyaydı; ama Ruhi Su yakınmadı. Koşullar ne olursa olsun evine ekmek parası götürebiliyordu.

Öte yandan Su tam bir yalnızlık İçindeydi. Komünizmden hüküm giymesi yüzünden operadaki arkadaşları ondan uzaklaştılar. Bu durum yaşamına önemli bir değişiklik getirdi ve değerli bir türkü sanatçısını kazandırdı…

Arkadaşlarıyla birlikte Ankara’ya gelen Atıf Yılmaz, Ruhi Su’nun eşya taşıdığını görünce çok üzülmüştü. Nezaret süresi bittiğinde onu Adana’ya çağırdı ve çekeceği “Karacaoğlan’ın Kara Sevdası” filminin müziğini derlemesini istedi. Çığşar Yaylasında kırk gün çalışan sanatçı yaptığı derlemenin ozanımızla ilgili türkülerini anılan filmde söyledi.

Ruhi Su, film çekiminin ardından Taksim gazinosunda çalışmak üzere İstanbul’a gitti. Mart 1960’ta ailesini de oraya aldı. Bu olaydan sonraki yaşamını kulüplerde türkü söyleyerek, dinletiler vererek ve plaklar yaparak geçirdi. Sanatçının dinleti yaşamı özellikle ilginçti. Sıdıka Su şöyle diyor:

“Ruhi, halkın nabzını çok iyi ölçmesini bilen bir sanatçıydı. Ankara’da farklı fraksiyonların konserlerine giderdi. Sahneye çıkmadan önce salonda kıyamet kopar, sloganlar atılır; Ruhi sakinliği ile bu heyecanlı kalabalığı yatıştırmasını bilirdi. Sahneye çıkıp türküsünü söylemeye başladığında, sesler kesilir; o heyecanlı kalabalık durulurdu.”

Sanatçı ilk 45’liğini 1964’te doldurdu. Onu 15 tane daha 45’lik izledi. Daha sonra “Karacaoğlan”, “Pir Sultan Abdal”, “Yunus Emre”, “Seferberlik Türküleri”, “Şiirler-Türküler” gibi yoğun çalarları ortaya koydu. Bunlar da 11 tanedir. Ölümünden sonra ise eşi Sıdıka Su ile oğlu Ilgın Su, dinleti kayıtlarından derledikleri on dolayındaki Ruhi Su albümünü çıkardılar. Böylece sanatçının yaptığı müziğin gerçek bir arşivini oluşturmaya çalıştılar.

Ruhi Su, türkü besteciliği alanındaki en yoğun çalışmalarını hapishane yıllarında yapmıştır. Ankara’dan İstanbul’a Sansaryan Hanı’na getirilişini anlatan türkü, (Bu Nasıl İstanbul Zindan içindedir) başta gelen çalışmasıdır, İstanbul’dan Adana’ya götürülürken ikişer kişi bileklerinden zincire vurulurlar. “Hasan Dağı, Hasan Dağı, Eğil Eğil Bir Bak”, bu kötü yolculuğun ağıtıdır. Örnekler daha da çoğaltılabilir.

Ruhi Su her fırsatta türkü derlemişti. Adana’da Çığşar Yaylasında yaptığı çalışmadan söz etmiştik. İstanbul’a geldikten sonra Yapı Kredi Bankası’ndan Kazım Taşkent, sanatçıya kendi adına bir kulüp kurmasını önermişti. Ruhi Su öneriye soğuk baktı; ama bu bankanın düzenlediği halk oyunları şenliklerini banda alıp notaya aktararak güzel bir arşiv oluşturabileceğini söyledi. Önerisi kabul edilince de çalışmalara başladı. Arşive beş yılını verdi. Notalar basıldı; kitap olarak yayımlanacaktı.

Ruhi Su, türküler üzerinde de çalışıyordu. Halk müziğimizin çoksesli söylenmesi amacıyla 1936’da “Müzik Öğretmenleri Korosu”nu kurmuştu örneğin. Dönemin belgelerinde “Ses ve Tel Birliği Korosu” olarak geçen bu topluluğun başına Ahmed Adnan Saygun getirilmişti.

Su, daha sonra 1944-1947 arasında Ankara Üniversitesi Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde koro oluşturdu. Zaman zaman kapatılan topluluk, 1950’ye dek çalıştı.

1975’e gelindiğinde Dostlar Tiyatrosu’nun bünyesinde aynı adı taşıyan koroyu kurdu, ilk üyelerini sınavla seçtiği topluluk, türkü çalışmalarına başladı. Dinletilerde iki sesli türküler söyledi. 1976’da “El Kapıları”, 1977’ de “Sabahın Sahibi Var”, 1978’de de “Semahlar” uzunçalarlarında sanatçıya eşlik etti. Ayrıca İstanbul’da, Ankara’da ve Bursa’da Ruhi Su yönetiminde dinletiler verdi.

12 Eylül yönetiminin ağır koşulları yüzünden çalışmaları duran koro, 1986’ da, özellikle Ruhi Su’yu anma gecelerinde görev yapmak üzere yeniden toplandı. Timur Selçuk, Sarper Özsan, Hüseyin Tutkun, Cenan Akın, Öcal Öcalan, Refik Koksal, Cengiz Ünal gibi müzik adamlarının yönetiminde çalışarak Ruhi Su’nun söylediği türkülerden yapılan düzenlemeleri artık iki değil dört sesli olarak seslendirdi. Topluluk, sanatçıya olan sevgiyi, saygıyı ve bağlılığı belirtmek üzere 1987’de “Ruhi Su Dostlar Korosu” adını aldı.

Ruhi Su ilk kez 1977 yılında pasaport alabilmişti. Yine ilk kez olmak üzere yurt dışına çıkarak bazı sanatçılarla birlikte Berlin’de yapılan Nâzım Hikmet Haftası’na katıldı. Ardından, sosyal ve siyasal kuruluşlardan gelen çağrılarla Almanya’nın çeşitli kentlerine gitti. Ayrıca Hollanda’da, Belçika’da, İngiltere’de ve Fransa’da dinletiler verdi. Avustralya’deki dinletisi ise büyük bir coşkuyla karşılandı. Aldığı pasaportun süresi 1977 yılının sonunda doldu.

1980’lere gelindiğinde Ruhi Su artık yaşlanmıştı. Yakalandığı hastalığa prostat kanseri tanısı kondu. Sağaltım amacıyla yurt dışına gitmesi için girişimler yapıldı; ama dönemin yönetimi hiçbir gerekçe öne sürmeksizin kendisine pasaport vermemekte direndi. Yurt içindeki ve dışındaki aydınlarla sanatçıların yoğun tepkisi sonunda yurtdışına çıkmasına izin verildi; ama artık çok geçti. O ancak ölüm yolculuğuna çıkabilecekti. 20 Eylül 1985’te yitirdik Onu…

Sonuç olarak diyebiliriz ki Ruhi Su, komünist inançlarından ve sanat ilkelerinden ödün vermeyen, karşılaştığı bütün güçlüklere direnen, türkülerimize getirdiği yeni yorum biçimini dünyaya kabul ettiren bir sanatçımızdır.

Bu konuda Sıdıka Su şunları derdi: “Aşık Veysel Ruhi Su için ‘Köylüyü şehirlilere sevdiren adam’ demişti. Hayatı boyunca zorluklarla savaştı. Türk halkına bağlılığını, yine bu halkın müziğini evrenselleştîrerek kanıtladı. Düşünsel ve sanatsal eylemleriyle ülkesine hizmet etti. Daima insandan, emekten barıştan yana yaşadı. Hayatını sosyalizme adadı. O, çağının ve ülkesinin sorumluluklarını yüklenen ileri görüşlü bir aydındı."[2]

O BİR KOMÜNİSTTİ

Ve nihayet Aziz Nesin’in, “İşte tarihin her zamanında ve dünyanın her yerinde gereğinden çok bulunanlar, dünyaya pek seyrek gelen (ne mutlu bize ki yurdumuza gelen) Ruhi Su’ya tedavisi amacıyla yurtdışına çıkması için hiçbir neden de olmadan, hiçbir bahane de uydurulmadan pasaportunu vermediler. Uygar ülkelerin sanatçıları, bilimcileri, aydınları, Türkiye’nin her zaman gereğinden pek çok bulunan yetkililerini Ruhi Su’ya pasaport verilmesi için başvuru yağmuruna tuttuktan sonradır ki Ruhi’ye pasaportunun verilmesi zorunda kalındığında, Ruhi Su ölüm yolcuğuna, dönüşü olmayan göçe hazırlanıyordu. Artık hiç kullanmadığı ve kullanamayacağı pasaportu ile öldü. O kullanılamayan pasaport özenle saklansın. Çünkü bizden sonraki kuşaklar bu günü öğrenmek ve anlamak için kullanılamayan pasaportu müzede görmelidirler. (…) Sesi güzel, işi güzel, kendi güzel, içi güzel bir insanı yitirdik. Kendisinden geriye dünyamızda durmadan su gibi akacak güzellikler kaldı. Tevfik Fikret’in Nef’i için söylediği ‘Eyvah ki bir çorak vadide akıp gitmişsin’ dizesindeki gibi Ruhi Su da çorak yönetimlerin çölünde akıp gitti. Ama gönüllerimizde yerini alarak. Bütün bir Türkiye halkının, hepimizin sesi olduğu için dünyanın da sesi olmuştu,"[3] diye betimlediği O bir TKP’liydi; komünistti…

Ruhi ve Sıdıka Su çifti, burjuvaların gözaltılarına, ağır işkencelerine, yasaklara birlikte göğüs gerdiler… 1952 yılında Ruhi Su ve Sıdıka Umut da tutuklanarak İstanbul’da Sansaryan Han’a kapatılır. Her ikisi de burada ağır işkencelerden geçirilirler…

İki yoldaş daha gözaltı günlerinde birbirleriyle iletişim kurmakta ilginç yöntemler geliştirirler. İşte Ruhi Su ürünleri içinde en bilinenlerden biri olan “Mahsus Mahal”i Sıdıka Umut için böylesi bir ortamda yazar ve besteler.

Ve yine böylesi koşullarda, elleri kelepçeli olarak Harbiye’de, kendileri gibi aynı davadan tutuklu Behice Boran ve Nevzat Hatko’nun tanıklığında evlenirler. Artık Umut Su olmuştur ve bir ömür boyu debisi yüksek nehirler gibi birlikte akacaklardır…[4]

Bu öylesine engellemez bir akıştır ki, “Dinleyin arkadaşlar/ Bir atasözümüz var/ Biri yer biri bakar/ Kıyamet ondan kokar/

Kıyamet dedikleri/ Ha koptu, ha kopacak/ Yoksuldan, halktan yana/ Bir dünya kurulacak/

Görmüşler ileri/ Atalarımız demek/ Herkese yeter dünya/ Herkese yeter ekmek,” diye haykırır ve milyonların kulağında, beyninde, yüreğinde çınlar Ruhi Su’yla…

13 Şubat 2009 14:20:02, Ankara.

N O T L A R
[*]
Güney Dergisi, No:48, Nisan-Mayıs-Haziran 2009…
[1] Emerson.
[2] Önder Kütahyalı, “Ruhi Su’nun Yaşamına ve Sanatına Bakış”, Ünlem Dergisi, No:19, Eylül-Ekim 2006, s.14-23.
[3] Aziz Nesin, “Sesi Güzel, İşi Güzel, Kendi Güzel, İçi Güzel Bir İnsan…”, Milliyet Sanat Dergisi, 1 Ekim 1985.
[4] Sönmez Targan, “Bir Anıt Mezarda İki Yoldaş”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2007, s.7.

***

(Ayrıca bakınız: Yalan makinesi ve küfürbaz Mustafa Demirkanlı'nın sözde küfre karşı kampanyasına alet olanların imzaladıkları metni ve alet olanları teşhir ediyoruz!)