7 Nisan 2009 Salı

Kendi Gök Kubbemiz


Mehmet Nuri Yardım
7 Nisan 2009



Yahya Kemal’in şiirlerinin yer aldığı kitabının adıdır Kendi Gök Kubbemiz. O şiirlerde serâpâ bizim medeniyetimizin portresi çizilmiştir. Baştan sona bizim sesimiz nefesimiz hissedilir sayfalar boyu. Aslında sadece bu isim değil Yahya Kemal’in bütün şiirlerinin adları çok özeldir, hepsi de mânâ yüklüdür. Çağrışımlarıyla bizi engin ufuklara, uçsuz bucaksız iklimlere alır götürür. Ve biz bu şiirleri okuduğumuzda, kendimizi daha diri, daha iyi, daha sağlam ve güçlü hissederiz. İşte rast gele kitabı açıyorum ve bazı şiir başlıklarını okuyorum: “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, “Açık Deniz”, “Bir Tepeden”, “Akıncı”, “Mohaç Türküsü”, “İstanbul Fethini Gören Üsküdar”, “Üsküdar’ın Dost Işıkları”, “Kar Mûsıkîleri”, “İstanbul Ufuktaydı”, “Sessiz Gemi”, “Rindlerin Akşamı”, “Deniz Türküsü”, “Mâverâda Söyleniş”, “Erenköyü’nde Bahar”, “Güftesiz Beste”... Kitap boyunca bu ahenkli, mûsıkîli, ışıltılı isimler devam eder, gider.

Düşünüyorum da Yahya Kemal yaşamamış olsaydı ve o ölümsüz güzelim şiirleri bize en büyük armağan olarak bırakmasaydı Türk edebiyatı bu kadar güçlü, bu ölçüde zengin, bu denli derinlikli olabilir miydi? Şüphesiz ki hayır! Demek ki tek bir şair bile bir milletin kültürüne, sanatına, medeniyetine çok şeyler katabiliyor; bir sanatkâr mensup olduğu bir toplumu şahikalara eriştirebiliyor. İşte rahmetli Beyatlı, bizim ruh dünyamızı kanatlandıran ve özge âlemlere uçurabilen müstesna edebiyatçılarımızdandır. Işıklı düşünceleriyle bugün bile aydınlarımıza rehber olabilen seçkin mütefekkirlerimizdendir.

Bu konuya niçin girdim, daha doğrusu bu meseleyi niçin devam ettiriyorum? Biliyorsunuz bir önceki yazımın adı “Yahya Kemal’e Şehir Tiyatroları’nda Sansür!” başlığını taşıyordu. Belki biraz sert, belki biraz keskin. Evet ama ne yazık ki bu bilgi doğrudur. İlk yazımı okumamış olanlar, arşivden bakabilirler ama burada ayrıntıya girmeyeceğim. Çünkü İstanbul’umuzda Şehir Tiyatroları’nın bugüne kadar yaptığı en isabetli ve en hayırlı işlerden birisi de, Yahya Kemal’in hayatını sahnelerimize taşımak olmuştur. “Kökü mazide olan âti”yi dünden alıp bugünkü nesillerle buluşturması idarecilerin yürekten alkışlanacak bir davranışıdır. Elbette başka bir çok güzel eser de canlandırılmıştır yıllar boyu, o ayrı bir bahis...

Kendi Gök Kubbemiz’i ilk olarak 29 Ekim 1996 tarihinde Harbiye Cep Sahnesi’nde seyretmiştim. Yani 13 yıl önce... Seyirci olarak dakikalarca alkışlamıştık. Çünkü gerçekten kusursuz bir oyun sergilenmişti. İsterseniz öncelikle, her zaman övgüyle söz ettiğimiz bu muhteşem esere imza atan kadroyu hiç olmazsa isimleriyle tanıyalım. Eseri Sönmez Atasoy kaleme almıştır. Yöneten Engin Uludağ. Sahne tasarımı-illüstrasyon Rıfkı Demirelli’ye ait. Efekt tasarımı Umut Yüzbaşıoğlu, ışık tasarımı ise Vahit Geyik... Ve oyuncu Toron Karacaoğlu... Elbette oyuna emek veren başka değerli teknik elemanlar da var. Hepsi şükran duygularımızı şüphesiz hak ediyor. Hepsi de yürekten alkışlanmalı, takdir edilmelidir. Ama eseri taçlandıran üç önemli isim Sönmez Atasoy, Engin Uludağ ve Toron Karacaoğlu’dur. 13 yıl önce sahnelenen ama o gün bugündür hep gündemde olan ve zaman zaman seyircinin isteği üzerine tekrar tekrar sahnelere taşınan Kendi Gök Kubbemiz, bize Yahya Kemal’in iç dünyasını yakından tanıma fırsatı veriyor. Toron Karacaoğlu âdeta Yahya Kemal’le özdeşmiş, sonra da şairi sahnelerde canlandırıp günümüz seyircisiyle tanıştırmıştır. Evet çok başarılı bir oyun; seyirci yaklaşık bir buçuk saat boyunca nefesini tutarak seyrediyor. Sanırım iki perde yapılmasa ve ara verilmese bile sıkılmadan rahatlıkla seyredilebilecek yegâne oyunlardan biridir. Yazarı, yönetmeni, oyuncusu ve teknik ekibi belli ki oyuna gönüllerini katmış, sevgilerini karmış ve bu başarılı eseri kotararak milletimize sunmuşlardır. Kendi Gök Kubbemiz, baştan sona çağlayan gibi akıveriyor.

Geçen akşam Fatih Reşat Nuri Sahnesi’nde oyunu tekrar seyrettim. Başka gazeteci yazar dostlar da vardı. Âdeta nefes almadan izledik. Salonun tamamen dolu olmasını arzu ederdim, ama ne yazık ki yarısı boştu. Seyircilerin büyük çoğunluğu genç, öğrenci... Hepsi de sessizce, sükunetle seyrettiler. Toron Bey’le birlikte bazen hüzünlendik, bazen neşelendik. Okuduğu güzel şiirlerle coştuk arada, anlattığı nüktelere ise güldük. Düşünceleri, zihinlerde beyin fırtınası estirdi. Dolu dolu bir zaman geçirdik. Yahya Kemal’in çocukluk yılları bizi alıp o masum çağlara bizi götürdü. Fırtınalı gençlik mâceralarını dinledik. Üsküp’ten İstanbul’a geldik, İstanbul’dan Ankara’ya taşındık, sonra Madrit, Paris ve diğer dünya şehirleri... Bohem, isyankâr ve mümin/mütevekkil cepheleri, gerçekçi biçimde yansıtıldı. Bütün bu dolu dolu geçen hayat içinde, serazat bir şairin iç dünyasına, mâceralı bir film seyredercesine şahit olduk. Şairin dostlarıyla, yakınlarıyla, siyasilerle, edebiyatçılarla, sevdikleriyle, aydınlarla, gazetecilerle velhasıl çevresini kuşatmış bütün insanlarla olan ilişkilerine yakından tanık olduk. Ümitlerini ve umutsuzluklarını, hasretini ve hayal kırıklıklarını gördük. Çıktığımız o rengârenk yolculukta aslında Beyatlı’nın kişiliği eşliğinde koca bir dönem önümüzden gelip geçti. Bu bir bakıma, Türkiye’nin yakın tarihine zevkli bir seyahatti. Osmanlı’nın son dönemi, savaş yılları ve Cumhuriyet... Yahya Kemal’e âşina çehreler: Ahmet Hamdi Tanpınar, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Haşim, Necip Fâzıl, Nâzım Hikmet, Orhan Veli Kanık ve daha bir çok kişi... Elbette Mustafa Kemal Atatürk... Ve Ankara’dan İstanbul’a hasret dolu bakış: “Paşam ben Ankara’nın İstanbul’a giden yolunu severim...” Atak, muzip, nüktedan, duygulu, zeki, coşkulu ve rahat bir mizaç...

Evet bütün bu anlattıklarım, Yahya Kemal’in hayatı, fikirleri ve eserleri, şiirleri ve nükteleri sahneden taştı, seyircinin gönlüne akıverdi. Oyun biterken alkışlar sürdü gitti. Toron Karacaoğlu seyirciyi selâmlayıp çekildiği halde alkışlar devam etti. Seyirci Yahya Kemal’i de, Toron Karacaoğlu’nu da, bu oyunu da çok sevdi. Bu bakımdan oyuna lâf yok. Tek kelime ile kusursuz. Müziğiyle, dekoruyla eksiksiz. Sahne tasarımıyla mükemmel. Peki neydi bizim sıkıntımız, diğer yazımızda eleştirdiğimiz husus neydi? İşte bu güzel oyuna uygulanan yakışıksız sansür...

Hemen şunu söyleyeyim ki sansürün her türlüsü çirkindir. Kime yapılırsa yapılsın. Nâzım Hikmet’e de uygulayamazsınız Necip Fazıl’a da... Tevfik Fikret’e de yapmamalısınız bu çirkinliği Mehmet Âkif’e de... Eserini beğenmiyor musunuz, sahnelemezsiniz olur biter... Kimse size “Niçin şu edebiyatçının eserini veya hayatını tiyatroya taşımadın?” diyemez. Şayet sorulursa “Eseri veya hayatı sahneye uygun değil” der, işin içinden çıkarsınız. Ama Bir metne bir şairin (Hele Yahya Kemal gibi milletin sevgilisi olmuş bir şairin) şiirini alırsanız, yıllarca o şiiri seslendirirseniz, sonra bir anda bir suçlu gibi çıkarıp atarsanız işte o zaman size sorarlar: “Bu şiiri niçin kaldırdın? Milli birlik ve bütünlüğümüzü mü zedeliyordu, sözlerinde düşmanlık tohumları mı saçılıyordu, mısralar yabancı güçlere yarayacak unsurlar mı taşıyordu?” Vesaire... Sorular peşpeşe gelir ve kuşkular yakanızı bırakmaz. Bunun izahını, imkânı yok yapamazsınız. Peki şairimizin hangi şiiri sansürlendi bu güzelim oyunda. Söyleyeyim: “26 Ağustos 1922”... Merak ettiniz değil mi? Mutlaka duymuşsunuzdur bu kısa fakat muazzam şiiri. Dinlerken duygulanmış, anlamını düşündükçe de hayranlığınız artmıştır eminim. Ama yine de hatırlatalım.

..........Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbî
..........Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbî
.........Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın
..........Galib et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın

İzah gerektirmeyecek kadar açık bir metin değil mi?.. Ama gerekirse makaleler yazılır bu mısralar için. Geniş ve derinlemesine tahlili, bir kitabın hacmini aşabilir. Bu kadar kısa söz içinde âdeta bizim bütün kâinatımız, dünya görüşümüz, dünümüz ve bugünümüz özetlenivermiş.

Oyunu seyrederken bu sansürün bir rüyaya dönüşmesini, gerçek olmamasını nasıl da istedim bilemezsiniz. O ümit içinde nefesimi tutarak sonuna kadar da takip ettim. Hep Toron Bey’in o gür, ahenkli ve tok sesini şiiri yorumlarken duymak istedim: “Şu kopan fırtına...” Ama hayır. Bu şiir bir suçlu gibi atılıvermiş, kenara itilivermiş, metinden çıkarılmış ve okunmamıştı.

Sansür uygulayanlar genelde kıyıma uğrattıkları şiir, yazı, eser, film ve tiyatro eserini “zararlı” kabul ederler. Toplumu o tür tehlikelerden kurtarmak istediklerini söylerler. Vicdanlarını bu şekilde rahatlatırlar sanırım. Peki bu şiirde hangi zararlı unsurlar var Allahaşkına? İstiklâl savaşında kopan o fırtınayı estiren bizim anlı şanlı ecdadımız, dedelerimiz değil miydi? Milli Mücadele’ye katılanlar Allah yoluna, vatan uğruna, bayrak ve istiklâl davasına başlarını koymamışlar mıydı? O amansız ve destansı mücadele, bizi biz eden ezan seslerinin, yani inancımızın yükselmesi, yayılması ve güzelliğiyle bütün cihanı kaplaması gayesine yönelik değil miydi? Peki “İslâm’ın son ordusu” tâbiri mi yanlış? Bütün İslâm devletleri, Müslüman topluluklar, mazlum ve mağdur milletler sindirilmişken, korkutulup ezilmişken istilacı güçlere karşı şahlanan ordu bizim değil miydi? Şairin bu orduyu galip etmesi için Rabbine yalvarması kabahat midir?

Şehir Tiyatroları yönetimi bu oyuna daha önce okunan “26 Ağustos 1922” isimli şiiri ekleterek sahneletmelidir. Aksi takdirde oyunun o pırıl pırıl, göz kamaştırıcı başarısına bu iğreti ve çirkin sansür, kara bir leke gibi düşecek ve ebediyen silinmeyecektir. Müdahaleciler de “sansürcübaşı” olarak anılacaklardır. Her türlü sansüre karşı durduğunu, düşünce özgürlüğünden yana olduğunu, hadi daha açık söyleyeyim sosyal demokrat kimliğiyle bilinen ve aydın tavrıyla tanınan Şehir Tiyatroları Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya’ya da, değerli ve usta yönetmen Engin Uludağ’a da yakışan budur. Sansürü hemen kaldırmak ve şiiri okutmak... Bu erdemli davranış yücelticidir, onurlandırıcıdır. Aksi takdirde gereksiz inat etmek, hatada ısrarcı olmak Uludağ’a da Alkaya’ya da, Şehir Tiyatroları’na da, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne de hiç bir şey kazandırmayacaktır. Umut ediyor ve bekliyoruz.

(Kaynak: Tiyatro Dünyası)