DALİ: "DAHİ" Mİ, ARRİVİST Mİ, FAŞİST Mİ?[*]
Temel Demirer
24 Ekim 2008
........................................"In the country of the blind,
......................................the one-eyed man is king."[1]
Dali Türkiye’de, Dali, 60 yaşına giren Akbank için İstanbul’a, Türkiye’ye getirildi…
Akbank’ın sponsorluğunda ve Gala-Salvador Dali Vakfı işbirliğiyle hazırlanan sergide konuşan Akbank yöneticisi Zafer Kurtul, bankanın 60. yılını böyle büyük bir sanat etkinliğiyle kutlamaktan gurur duyduklarını söyledi…
Akbank’a “gurur” duyduran Dali kimdi?
Bunu yanıtlamak kolay değil! Ama yine de deneyelim…
***
Salvador Dali, 11 Mayıs 1904’te Akdeniz kıyısındaki küçük İspanyol kasabası Figueras’ta doğdu. Babası noter, annesi ise Barcelonalı seçkin bir burjuva ailesinin kızıydı. İlk büyük travmasını belki de doğar doğmaz yaşayan Dali’ye 21 aylıkken ölen erkek kardeşinin ismi verildi ve ailesi onu ‘kardeşin artık sende yaşıyor’ diyerek büyüttü.
Ortaokul yıllarında resim dersleri alan Dali, ilk sergisini 1918’de belediye tiyatrosunda açtı. Sergiyi gören bir eleştirmen “Herkes bu sanatçıdan söz edecek” demiş ve 14 yaşındaki bu gencin büyük bir yetenek olduğunu söylemişti.
Liseden sonra Madrid’de Kraliyet Sanat Akademisi’ne giren Dali, burada Luis Bunuel, Federico Garcia Lorca gibi öğrencilerle tanıştı ve özellikle Lorca’yla yakın dost oldu.
Franco’yu ve merkezi hükümeti savundu. Ayrıca, diktatör Franco’yu savunmakla kalmadı, Hitler’e de hayranlık duyduğunu sık sık dile getirdi.
Madrid Güzel Sanatlar Okulu’nda metafizik resme ilgi duyan Salvador Dali, 1929’da Luis Bunuel’le senaryosunu yazdı. Sonra sürrealistler grubuna dahil oldu. İşte 1929’dan başlayarak İkinci Dünya Savaşı’na kadar geçen bu Sürrealist yıllar Dali’nin en verimli dönemi oldu...
Şair Paul Eluard’ın karısı Gala ile tanışması Dali için bir başka dönüm noktası. Gala’ya hemen aşık olan Dali, böylece hayatının aşkını bulmuştur. Gala’yla Dali’nin ilişkisi ömür boyu sürer.
Rus kökenli Gala, keskin sanat anlayışıyla sürrealistler arasında etkin bir isimdi. Bu sayede Dali’nin sürrealizmle bütünleşmesinde önemli bir rolü oldu. Yazılarında da sık sık vurguladığı gibi Dali için Gala, yalnızca çoktandır özlediği mükemmel aşkın temsilcisi değil, aynı zamanda yaşamında önemli bir rol oynayan bir terapistti.
1930’larda sürrealistlerin sol siyasal görüşlerinden uzaklaşmaya başlayan Dali, 1933’te tartışma yaratan bir Lenin portresi yaptı ve sonunda bir resminde yer alan Nazi işareti gamalı haçla siyasal görüşlerini açığa vurdu. Gerçeküstücülüğün fikir babası Andre Breton, Dali’nin gruptan atılmasını istedi. Sürrealist yargılamada Dali, Lenin ve Hitler resimlerinde düşlerinden esinlendiğini, Hitler’e olan ilgisinin ise siyasal değil sanatsal olduğunu söylediyse de bu derin anlaşmazlık bir süre sonra gruptan uzaklaşmasına yol açacaktı. Sürrealizme yaptığı en büyük katkı, gerçekliğin sistemli bir şekilde yanlış yorumlanması anlamına gelen ‘eleştirel paronaya’ kavramı olan Dali, gerçeküstücülerin geliştirdiği sanatsal serbest çağrışım tekniği ‘otomatik yazı’yı geliştirerek düşlerindeki, bilinçdışı imgeleri resme aktarır.
Dali, yaşamının ve bilinçaltının imgelerini Gerçeküstücülerin “otomatizm”iyle ve eleştirel paranoya olarak adlandırdığı yöntemiyle tuvaline yerleştirdi. Figureas kenti resimlerinde başroldeydi; çocukluğu ve gençliği de. Psikanaliz’den, Freud’un çalışmalarından esinlenerek düşsel mekânlarda düşlerin yorumunu yaptı. Salvador Dali’nin resimlerinde sık sık karşımıza çıkan dolaplar ve çekmeceler Freud’un psikanaliz kuramının görsel bir dille aktarımıydı. Freud ile ilk kez 1938 yılında karşılaşan Dali, onun kuramlarını çekmece imgeleri kullanarak anlatmaya çalışıyordu.
Londra’da Gerçeküstücülerin açtığı bir sergiye dalgıç kıyafetiyle gelip boğulma tehlikesi geçiren Dali, Time’a da kapak oluyordu aynı yıllarda. Ve tabii önlemez yükselişi ve popülaritesi çoktan başlamıştı. Dali’nin kurumlarla olduğu kadar otorite figürleri ile de hiç bir zaman arası iyi olmadı. Akademiden atılması gibi, Gerçeküstücülerin babası sayılan Andre Breton ile de Hitler üzerine yaptığı açıklamalardan çok önce ilişkileri bozulmaya başlamıştı. Hatta günlüklerinde “Beni dünyaya getiren babaya karşı vicdani kaygılarım yokken yeni babam Breton’a neden olsun ki?” diyordu.
Yeteneği kadar günümüzün moda tabiriyle “hikâyesi” olan ve “sansasyon” yaratmayı en az sanatı kadar başarıyla gerçekleştiren bir sanatçıydı Dali. Kendine hem deli, hem de dahi sıfatını yapıştıracak kadar açıkyürekliydi; aynı zamanda da narsist. Dali’ye göre kendisine Salvador (İspanyolca el Salvador kurtarıcı anlamına geliyor) adının verilmesi bile bir rastlantı değildi; resim sanatını; soyut resim, Akademik Gerçeküstücülük, Dadacılık ve bütün öteki karmaşacılıkların yarattığı ölüm tehlikesinden kurtarması alnında yazılıydı...
Dali, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle 1940’ta birçok Avrupalı sanatçı gibi ABD’ye gitti. 1941’de New York MoMA’da bir retrospektif sergi açan Dali, ABD’de hayli ilgi gördü. Bu dönemde mücevher tasarımı ve zengin ünlülerin portresini yapmak gibi pek çok ticari işe imza attı. Dali, ABD’de Avrupalı gerçeküstücülerin öncü ismi görülüyordu ama kendi reklamını yaptığı ve ticari etkinlikler içinde olduğu için Parisli sanatçılar tarafından dışlanıyordu.
Bilime ve özellikle atom kuramına ilgi duyan Dali’nin resimleri yavaş yavaş gerçeküstücülükten uzaklaşıp “nükleer gizemcilik”e doğru kaydı. 1948’de Amerika’dan Avrupa’ya döndüğünde resimlerinde iki izlek göze çarpıyordu; birincisi atomik resimler, ikincisi ‘Port Lliget Madonnası’ gibi klasik ve dinsel konuları ele alan resimler. Papa XII. Pius tarafından kabul edilen Dali, bundan sonra Katolik anlayışta resimler yaptı.
Yaşlandıkça yapıtlarındaki anlatım olanaklarının sınırlandığını gören Dali, 1960 sonrasında yeni teknikler bulmaya çalıştı ve bilimle metafizik arasındaki ilişkiyi tarihsel konular aracılığıyla betimlemeye çalışan anıtsal resimler yapmaya başladı.
1982’de Gala öldü. Salvador Dali, hastalıklarla geçen, yatağa bağlandığı yıllar geçirdi, tam sağlığına kavuştuğu sırada, 23 Ocak 1989’da kalp krizi geçirip öldü.
***
Roll Dergisi’nde Komet’in, “Pentür olarak kötü bir ressam; boyası iyi değil, piktüral olarak zayıf. Bir illüstratör aslında, yaptıklarını karikatür ya da tasarım eskizi olarak gösterse kâfi…”
Ya da Argun Okumuşoğlu’nun da, “Muazzam bir bilek olduğunu yadsıyamam, ama teknik anlamda beni içine alan bir konu yok,” diye nitelediği Dali; yine Komet’in deyişiyle “büyük provokatör”. Kendi deyişiyle “büyük mastürbatör”.
Breton’un Dali’nin adından bozarak deyişiyle “Avida Dollars” (“Dolar düşkünü” gibi bir şey), Skandallar prensi, kendini beğenmiş bir teşhirci, işbilir bir reklamcı...
Dali, ikinci kuşak Gerçeküstücülerden. Manifestonun yazılışından beş yıl sonra gruba dahil oluyor, Eluard’ın eşi Gala’yla tanıştığının ertesi günü sevgili oluyor ve hayatını ona vakfediyor, Gala da onda herhâlde bir dâhi yaratmayı kuruyor. Otobiyografisinde yazdığına göre, Gala’ya “Sana ne yapmamı istediğini söyle, olabilecek en kaba, en erotik kelimelerle, öyle ki ikimiz de büyük bir utançla kavrulalım” demiş, Gala da cevap vermiş: “Öldür beni!”
Dali muhafazakâr bir ailenin oğlu sayılır, annesine de düşkün. Ama yıllar sonra bir resminin üstüne ‘Bazen annemin portresine zevkle tükürüyorum’ yazınca babasıyla arasındaki ipler iyice kopacaktır. Normalde böyle yapmıyordu herhâlde, ama şok yaratmaya eğilimi daha çocukluğundan barizdir, babasından başlar. “Küçükken aşçı olmak isterdim” diyor, “Bir sene sonra Napolyon olmak istedim, böyle böyle artarak devam etti olmak istediklerim.”
Madrid’deki akademisinin eğitimi onu kesmeyince gözünde Paris’i büyütüyor. Babasıyla gittikleri bir sefer Picasso’ya uğruyor, “Louvre’dan önce size geldim” diyor, Picasso da “İyi etmişsin” diyor şaşırmadan. Ustası böyle olanın istikbali malum...
Paris’e postu serince elinden memleketlisi Miro tutuyor. Çok geçmeden anlaşılıyor ki, Birinci Dünya Savaşı’nın bıraktığı beyhudelik duygusunu o saçmanın üzerine giderek, aklın ve bilincin hâkim olunamayan alanlarında dolaşarak atmaya çalışılan Gerçeküstücüler arasında en delisi Hakikâten o. Sergi açılışında dalgıç kıyafetiyle konuşmalar, abartılı davranışlar, orada burada soyunup durmalar, yerinde durmayan kaşlar gözler, sürekli el altında tutulan bir baston, yüzüne baktığınız anda müşerref olunan özenle kesilmiş ve havaya dikilmiş bıyıklar, sansasyon, skandal, sükse... Giderek bir “life-style” olarak işinin önüne geçen bir Dali...
O hayat tarzı ki, deli dolu olacak, kudretli, muktedir, hem sefih hem aristokrat olacak, Marki Sade baharatlı bir ‘hür faşizm’e varacak, Lorca’yla, Aragon’la, Eluard’la dostluğuna rağmen Franco’ya açık destek verecek ve Breton tarafından Gerçeküstücüler arasından şutlanacak... Hâlbuki vaktiyle anarşist gösterilere katılmışlığı, yandan da olsa İspanya İç Savaşı’nda cumhuriyetçileri desteklemişliği de var, ama Hitler’in, Franco’nun iktidarına, monarşinin göz boyayışına da bigâne kalamıyor. Kendi deyişiyle, “anüsü temiz olan sivil muhafızları anüsü kirli olan Çingenelere tercih ediyor”du...
Ve Amerika! Vaktiyle Bunuel’le sinemada açtığı çığırı dozunu azaltarak Hitchcock gibilerle sürdürdü, Walt Disney’le çalıştı, satılabildiğini görünce mücevher tasarımına yöneldi, ününe ün, kârına kâr kattı, cüzdanını tutup “Benim tanrım bu” dedi… Bir çikolata reklamında boy gösterecek kertede fütursuzca pazarlamacı ve ticariydi. Tamı tamına modern zamanları insanı oldu; bu da Amerika’nın müstakbel sanatçı tipiydi...
Sonraları kendini Katolikliğe verdi, monarşinin erdemlerini sıraladı, teknoloji sayesinde ölümsüzlüğünün mümkün olabileceğine inandı, Beatnik’lere, hippilere sevgiyle yaklaştı, kibirli bir kral ve haylaz, haşarı bir çocuk gibi dolaşıp durdu...
***
Bunlar, “Dali kimdi”nin yanıt olabilir mi?
“Olsa da” altını bir kez daha çizelim: Dali bir faşisttir![2]
Merve Erol’un, “İpince, upuzun, çıta gibi bacaklarıyla bir fil... Eriyen, akan, bir sürü resimde sürekli eriyip akan duvar saatleri... Orada burada uçuşan kelebekler, kelebek değirmenleri... Bomboş bir arazide öylece duran bir ağaçla bakışan kocaman bir bulut-kafa... Tarifi gayrıkabil bir plastik etin kendini yedirişi... Vücuttan fırlayan çekmeceler, çürük eti saran karıncalar... Büyük bir piyanonun üstünde, gözleri çıkmış, dişleri fırlamış, ölü eşekler... Bir şemsiyenin yanıbaşında, bir ince dala asılı telefon ahizesinin damladığı Hitlerli tabak... Bir narı yırtan balığın ağzından fırlayan kaplanların saldırdığı çıplak kadın: Narın etrafında uçan bir arının yol açtığı düş... pek çok resmi, fakat ‘Vay anasını’ dedirtiyor…”
Ya da Esra Aliçavuşoğlu’nun, “Resimden şiire, çizgi filmden dekora kadar sanatın pek çok alanında yapıtlarının içeriği ile tam da döneminin insanı olduğunu kanıtlıyor aslında. Onun resimlerinde çağdaş insanın korkuları, hayal gücü ve istekleri somutlaşıyor…”
Veya Zeynep Oral’ın, “Dikkat! Dali’nin yaşam öyküsüne ya da ‘çılgınlıklarına’ saplanıp, ‘deliliğinin’ daha doğrusu ‘ilginçliğinin’, eserlerinin, yaratıcılığının önüne geçmesine izin vermeyin!.. Tüm önyargılardan sıyrılıp, sanki ilk kez karşılaşıyormuşsunuz gibi bakmaya çalışın sanatçının eserlerine de, yaşamına da. Yarım kalmış bir mektup, Lorca’nın bir tümcesi, ‘Endülüs Köpeği’nin bir imgesi size yeni ufuklar açabilir...” demesine aldırmayın!
Onun bir faşist olduğunu, sakın ola sakın unutmayın ve unutturmayın!
Luis Bunuel, ‘Son Nefesim’ isimli biyografik kitabında (önceleri dost, sonra gerek siyasal, gerek sanatsal ayrılıklardan ötürü yolları ayrılır), zamanın diktatörü Franco’ya sempati duyan Dali’ye olan dostluğunun bitmesine işaret eder ve ayrıca da ünlü şair Federico Lorca konusunda ekler: Sadece güzel şiirler yazdığı için kurşuna dizilen Lorca’nın dramatik ölümü sonrasında Dali’nin açıklamalarına Bunuel şu yanıtı verir kitapta; “-Dali- alçakça, onun bir eşcinsel cinayete kurban gittiğini söylemiştir. Bu tamamen saçmadır. Şurası açıktır ki, Federico Lorca ozan olduğu için öldü…”
Evet, “…‘Dahi’ ressamın tarihe geçen bir başka yönü de; İspanya iç savaşında cumhuriyetçi, komünist, ilerici binlerce insanın ölümüne yol açan General Francisco’yu desteklemesi oldu. Ayrıca Franco’nun beş anti-faşist genci idam ettirmesinden sonra kamuoyu önünde faşist diktatörün yanında yer aldığını belirtti...”[3]
Dali… deyince; sakın ola sakın unutmayın ve unutturmayın o bir “dahi” değil; olsa olsa, “dahi1 kılığındaki paradüşkünü bir ikbal avcısı (arrivist) ve siyaseten de faşisttir!
***
Biliyorum…
Gustave Flaubert gibi, “Sanatçının kendini değil insanı, kendi benini ve içindeki geldi geçti duyguları değil, dünyayı anlatması gerekir,” diyenlerden birisi olarak bu ele alış tarzım kimilerinin hoşuna gitmeyecektir!
Eğer Oscar Wilde’ın, “Kamuoyu son derece hoşgörülüdür. Dahiler dışında her şeyi unutur,” sözlerindeki üzere Dali’nin “dahi”liğini, unutan/ unutturan bir “hoşgörü”yle öne çıkartanlardansanız; Boileau’nun, “Her aptal onu beğenen başka bir aptal bulur,” ve Stanislaw Jerzy Lec’in, “Sanatta gerçekçilerden çok, yalan söyleyenler boldur,” saptamalarının bir muhatabı da -kuşkusuz- “sizsiniz”!
Çünkü resimden diğer disiplinlerine dek “Sanatın tek bir muhalif olma hâli varsa, o da meta ortamının içinden alternatif bir gerçeklik, yani pratik dışı bir gerçeklik kurabilme gücüdür”![4]
Notlar
[*] Güney, No:47, Ocak-Şubat-Mart 2009…
[1] “Körler ülkesinde tek gözlü adam kraldır.” (İngiliz Atasözü.)
[2] İspanya tarihiyle yüzleşiyor: Ünlü şair Lorca’nın yakınlarının itirazlarını kaldırmasıyla 1936 yılında kurşuna dizilen 3 bin civarında kişinin gömüldüğü toplu mezarın açılması gündeme geldi. Yargıç Garzon, onlarca toplu mezarın açılması ve faşizm kurbanlarının tam listesinin belirlenmesi için kiliselerin, yerel yönetimlerin ve diğer devlet kurumlarının kayıtlarını bekliyor. İspanya, 1936-1939 İç Savaşı ve 1975’e kadar süren General Francisco Franco diktatörlüğü döneminde katledilen on binlerce sosyalist militanın ve Cumhuriyet hükümeti taraftarının anılarıyla yüzleşmeye hazırlanıyor.
Söz konusu dönemde öldürülen Cumhuriyetçilerin sayısı konusundaki tahminler, 55 bin ile 180 bin arasında farklılık gösteriyor. İç savaşta ölen toplam kişi sayısının 500 bine yaklaştığı tahmin edilirken seçilmiş hükümeti darbeyle deviren Franco elinde hayatını kaybedenler anıt mezarlıklarda yatıyor. (“Yargıç Garzon’a İç Savaş ve Faşizm Döneminde Katledilen 130 Bin Kişinin Listesi Verildi”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2008, s.11.)
[3] Deniz Ezgi Sürek, “Dahi Gibi Davran, Öyle Sansınlar”, Evrensel Genç Hayat, No:65, 8 Ekim-21 Ekim 2008, s.13.
[4] Şenol Yorozlu, “Özgürlüğün Hakkını Arayan Sanat”, Başka, No:4, Ekim 2008, s.51.