29 Kasım 2008 Cumartesi

Fazıl Hüsnü Dağlarca hakkında*


Temel Demirer
29 Kasım 2008


“Kafanda kurduğun
düşünceye benziyorsun.”
(1)


“Büyük Şair” diye anılan bir ulusalcı, Fazıl Hüsnü Dağlarca hakkında yazmak, onu değerlendirmek, zorunlu olduğu kadar da “zor”…

“Zorluk”, akıntıya ve alışılana karşı durmakta; zorunluluk da tam bundan kaynaklanıyor…

O, nasıl bir insandı? Yanıtı Dağlarca’nın kendini tanıttığı dizelere bırakalım: “Su içiyordu kendi/ Ceketini çıkarıyordu kendi/ Yürüyordu kendi/ Yazmasını sürdürüyordu kendi...”

Kendine göre bu olan Fazıl Hüsnü Dağlarca, bu kadar mı? Elbette değil!

O bir şairdi; Kemalist’ti, ulusalcıydı…

Şiirini, şairliğini belirleyen, tam da bu, Kemalist, ulusalcı vasfıydı.

Şiir ne, neye yarar?

Evet, Dağlarca’nın ardından, şiirinden ve şairliğinden, onun politik niteliğini “es” geçerek söz etmek, mümkün değildir.

O hâlde Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirine dair “Neye yarar?” sorusuna verilmesi gereken ilk yanıt: “Kemalizme ve ulusalcılığa” olmalıdır.

Şairi, şair yapan şiirinin üstlendiği politik misyonudur çünkü…

Pablo Neruda’nın deyişiyle, “Şair, her şeyden önce yaşadığı toplumun sorunlarına, giderek tüm dünyaya karşı sorumludur.” Söz konusu “sorumluluk”, bir şeyden yana olurken, kaçınılmaz olarak da bir şeylere karşı olmaktır.

O hâlde Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirinin ne(ler)den yana olduğundan söz edenler, neye karşı olduğunu da belirtmekle mükelleftirler.

Evet, evet Fazıl Hüsnü Dağlarca politik bir şairdir ve politik şiirler yazar.

Ve de “Politik şiir elbet vardır ve yazılmalıdır,” diyen Can Yücel’in ifadesiyle, “Ama politikanın yöntemi başkadır, devrimci şiirin yöntemi başkadır, ikisini birleştiren şey sınıf mücadelesinin tarihî özüdür.”(2)

O hâlde Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dizeleri, “sınıf mücadelesi”nin Kemalist, ulusalcı tarafının (devrimci olmayan) politik şiiri olduğundan söz etmek gerekir.

Uyarı(lar)

Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya dair bu saptama ve kaçınılmaz uzantısı olan uyarı(lar), kimilerini rahatsız etse de, gereklidir.

Çünkü “Askerimizi, askeriyemizi sevmeyenin Türklüğünden şüphe edilmelidir,”(3) diyen bir “Ordu-Millet” projesine denk düşen Türk Ulusalcılığı ve onun resmi ideolojisi olarak Kemalizm, ötekisini yaratan bir dinamik olması yanında; “Türk”ü, “Türkçü”lüğü ve “Türkçe”yi yücelten militarist bir zorlamadan/ dayatmadan malûldür...

Bu tarihsel çerçeve ve zeminde Fazıl Hüsnü Dağlarca “Türkçem benim ses bayrağım” vurgusuyla ekler: “Türkçem bana şiir söyler. Türkçeyi dinliyorum o kadar, ben bir şey katmıyorum, bana yalnızca Türkçemin söylediğini yazmak kalıyor… Türkçem söylüyor ben yazıyorum…”

Tam da bunun için Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirinde Anadolu’nun tarihsel renkleri ve gerçeğine rastlayamazsınız; Ahmed Arif’in ya da yine “Türkçe yazan” öteki şairlerin gür sesinde yankılanan tadı alamazsınız!

Türker Alkan’ın da işaret ettiği üzere, “Asker kökenli büyük sanatçılardan sonuncusu olan Dağlarca’ya… ‘Büyük ozandı, çınardı’ dendi ve hepsi de doğruydu. Gümbür gümbür gelen bir dili, şaşırtıcı imgeleri vardı. İlk şiirlerinde arı Türkçe diye bir derdi olmadı, ama daha sonra arı Türkçe kullanmaya büyük özen gösterdi. O kadar ki, zaman zaman arı Türkçe uğruna şiiri feda mı ediyor, diye düşündüğüm oldu. Ve son nefesine kadar Atatürkçü olarak kaldı. Günlük politikadan da esinlenen şiirler yazdığı oldu.”(4)

Türker Alkan’ın saptaması önemlidir. Çünkü F. R. Jones’in, “Şiirin nesri aştığı noktada, sözcüklerin de anlam ötesi bir varsıllığı vardır,” diye işaret ettiği çerçevede Fazıl Hüsnü Dağlarca, halklar gerçeğine düşman bir asimilasyonun Türkiye’sinde, sadece Türkçe için vardır…

Kaldı ki bu konuda, “Dağlarca benim için Türkçe demektir. Türkçeyi evrenselleştiren şairlerimizin en ön sırasında olanlarından, öncülerindendir. Türkçe kadar büyük ve ölümsüz şairimizdir. Sonsuz gömütü Türkçemizdir,”(5) vurgusuyla Ataol Behramoğlu da bu saptamamızı doğrular!

Evet Hulki Aktunç, “Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın bir ekolü yok gibiydi. ‘Türkçem, benim ses bayrağım’ sözü, onu ‘poetika’sının ilk maddesi. Bayrağı hep dik duracak,” derken; Hikmet Çetinkaya da ekler: “Benim Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı anlatmam zor...

Atatürk devrimlerinin yiğit savunucusu, sosyalist dünya görüşünü benimseyen ender insanlardan birisiydi.

Bir gün sohbet ederken, ‘Bak Hikmet’ dedi, ekledi:

‘Fransız devrimi, Rus devrimi, Çin devrimi ve Küba devrimi... Bir de Atatürk’ün gerçekleştirdiği Türk devrimi vardır, bunu hiç unutma!’…

Türk Devrimi’nin yılmaz savunucusuydu!..

Sevgili Dağlarca, Türkçemizin ses bayrağı, sosyalizmin devrimci yüreği!”(6)

Bu “parlak” sözlere ilişkin geçerken anımsatalım:

Devrimin “Türk”ü, “Kürt”ü olmaz… Devrim enternasyonaldir…

“Atatürkçülüğün yiğit savunucusu” olmak ile, “sosyalist dünya görüşünü benimsemek” taban tabana zıttır ve mümkün değildir; hem devlet destekli bir “milli burjuvazi” yaratmak için çabalayacaksınız, hem de “sosyalist” olacaksınız! Türkiye Türkçülüğüne denk düşen Kemalizm, burjuva ideolojisinin yerel varyantıdır ve enternasyonalist sosyalizm ile uzaktan, yakından bir ilişkisi yoktur, olmamıştır da!

Konuyla bağıntılı olarak çok önemli bir şey daha: “1950 öncesinde Amerikan uçak gemisi Missouri’ye hoş geldin manzumesi yazmıştı Fazıl Hüsnü Dağlarca…”(7)

Devam edelim: Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ruhi Su’nun da bestelediği ‘Almanya’da Çöpçülerimiz’ başlıklı şiirinde “Sığmazken atalarımız, güne yarına,/ Düşmüşüm vay, düşmüşüm ben el kapılarına” derken, yücelttiği Osmanlılıktır; Avrupa’yı işgal eden sömürgeci İmparatorluktur…

Herneyse… Devam edersek; Şükran Kurdakul, Dağlarca’nın değişik dönemlerinde şiirine kaynak olan duyarlılıkların üç yönde geliştiğine dikkat çeker.

Birincisi tek olarak insanın evren karşısındaki şaşkınlığı, yalnızlığını, korkularını ölüm gerçeğine karşın yaşarken bunalımlarını işlediği, daha çok içe dönük şiirler…

İkincisi, insanın doğa ve aykırı toplum güçleri, kurulu düzenin görülen görünmeyen yasaları içinde gündelik yaşamlarını saran sıkıntı ve acıları, buhran ve patlamaları işlediği dışa açık toplumsal şiirler…

Üçüncüsü ise, destanlar ve çocuk şiirleri…

Bir zamanlar Türkiye’de yükselen anti-emperyalist dalgadan doğrudan etkilen ve şiirlerini Kitap Kitapevi’nin vitrinine astığı Karşı Duvar dergisinde sergileyen Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirinde elbette dönemin mücadele ve gerçeği baskındır.

Örneğin 18 Şubat 1969 tarihli ‘Yön’ dergisinde yayımlanan ‘Horoz’ başlıklı şiiri, gençliğe seslenen bir “68 yiğitlemesi”dir… (Bu şiirinden ötürü Ağır Ceza’da yargılanmıştı.)

Daha sonra Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamı ardından, ‘Horoz Ağıdı’ başlıklı şiiri kaleme alır.

Ve de, 15-16 Haziran’ı konu edinen ‘Yürüyen İşçiler Kapılarında İstanbul’u yazdı.

Bunları unutmadan, Onun sanat telakkisine göz atarsak…

Derdi ki

Cemal Süreya’nın deyimiyle “Tek. Yalnız” şair Dağlarca’dır. Şiir dışında hiçbir şey yazmadığı gibi, şairin düzyazıyla uğraşmasını da gereksiz, hatta zararlı bulur.

Ve der ki...

“Şiir bir bakıma vahşi hayvandır. İlk şiirlerimde onu dizginleyemezdim. Yıllar geçtikçe nerelerinin daha yumuşak olduğunu, nerelerden kımıldamaz hâle getireceğimi aradım, buldum.”

“Ben taş, toprak, dağ değilim. Sözcükler taşa, toprağa, dağa çarpmıyorlar, bana çarpıyorlar. Bu çarpmadan doğan etkilenişimi yazıyorum ya da söylüyorum.”

“Şiir benim ikinci annem.”

“Şiir yazmakla okuma-yazma birbirine benzemez. Şiir yazmak acıkmak gibidir, öpmek gibidir. Ben okuma-yazma bilmeden şiir denen ‘tansığı’ sezdim. Bu, anne-babaya, kardeşe benzemiyordu. Bu, gökyüzüne benziyordu. Gece denen o birbirine benzemez hayvanlara benziyordu. Birbirinden uzak, birbirine aykırı hayvanlara benziyordu.”

Dağlarca’ya göre “şiir, şairin gerçek öğretmenidir” ve şairler “doğanın bir ağacı gibidirler”:
“Topraktaki binlerce yıl yaşamış güneşin binlerce aşamasından geçmiş o verime, berekete erişirlerken adandıkları ölçüde doğadırlar. Şiir, doğanın sözcüklere dönüşmüş güzelliğidir, açarıdır.”

Ya da, “Ozanlar bilmese de, şiirler, koca gökyüzünden bir ateş parçasının geçmesidir. Şiirler, ozanı bütün ağaçlarla, hayvanlarla, coğrafyayla ortak kılar. Şiirin coğrafyası evrenin oluşumundan bu yana, parça parça bize varan bir başka yazıdır.”

Cemal Süreya, Dağlarca için “Dağların ve ovaların küçük mutasavvıfı. Madde mutasavvıfı” diyordu.

Fazıl Hüsnü Dağlarca kendi şiir serüvenine ilişkin olarak da şunları der: “Bende duyarlıkla matematik iç içedir. Eski duyarlıklar gide gide sayı olurlar, diye düşünürdüm. Bu anlatımın büyük bir gerçeği dile getirdiğini öteki gözlerimle görüyorum. Bana kitaplar bir konuk gibi gelirler.”

“Ben şiir ortamında büyüdüm. Evde şiir yazanlar vardı. Onlardan kısa sözün şiir olduğunu öğrendim. Şiire çok küçük yaşlarda başladım. Şiir yazarak el terbiye edilir. Şiir, bütün ellerden kalan ısıdır...”

Yine devamla Fazıl Hüsnü Dağlarca şunların altını da çizer: “Anlamın doğurganlığı yanıtlarımızı öylesine yeniler ki hangisi bizimdir, hangisi değildir bilemeyiz. Ben çok konuşmak istemem; bir kişi iken bile çok kişilik konuştuğuma göre, çok konuştuğum sürelerde aşırı kalabalık olmak tedirgin eder beni…

“Şiirin bittiği bir yer olamaz!.. Şiirin bittiği yer düşünülemez bile. İnsanın bittiği yer olabilir ama şiirin bittiği yer olamaz!

Çocukluk biter mi peki?.. Kalbi, algısı, duyarlılığı yaşlanmayan biri ne vakit büyür?

Çocukluk, insanın özel ısısıdır; kimisi ekmek kavgasından alır bu ısıyı, kimisi hastalıktan. Mesela evliler, hem evlendikleri zamanki, hem tanıştıkları, hem daha evvelki çocukluklarını yaşarlar evliliklerinde. İnsan her gün bir yaprak çevirir hayattan. Çünkü hayat, insanın tek başına kurduğu bir yapı değil. Mesela, siz mutlusunuz ama diğerleri değil.

Çocuk ve çocuklukta kalalım biraz... kalalım…

“Sözcükler beynimde çiftleşiyor sanki. Bir bakıyorum iç içe çoğalıvermişler. Yazmasam belki bin kişi olacaklar; yazarak azaltıyorum onları. Yolculuk gibi bir şey biraz da: Yola çıkarıyorum onları ve onlar bir yerde, inecekleri durağa geldiklerinde iniyorlar.”

Hakkında denilen(ler)

Fazıl Hüsnü Dağlarca hakkında denilenler, akıl almaz bir “yüceltme” ve “mistifikasyon”la malûldür…

İşte bunlara birkaç örnek:

Zeynep Oral’ın, “O dev çınarı altında asla ezilmezsiniz, ancak hayran olursunuz… Onun gölgesinde kendinizi güvende hissedersiniz, rahatlarsınız. Onun gölgesinde dünyayı kavramaya çalışırsınız…”

Haydar Ergülen’in, “Dağlarca şairliğin de şiirin de ötesinde bir konuma sahip... Dağlarca bir ‘düşünce şiiri’ yazar…”

Mustafa Şerif Onaran’ın, “Bir dağa uzaktan bakıyor gibiyiz. Doğasıyla, börtü böceği, yamaçları, koyakları, uçurumlarıyla o dağı tanımıyoruz...”

Egemen Berköz’ün, “Musluğunu açınca şiir akan bir çeşme sanki…”

Müslim Çelik’in, “Türkçenin süt dişleri…” betimlemelerindeki üzere!

Bunun yanında İlhan Selçuk’un, “Fazıl Hüsnü, evrensel ozanıdır, yeryüzü yurttaşıdır, insanlığın vatandaşıdır, sınır tanımayan sanatsallığın pasaportunu yüreğinde taşır,” dediği ozan; Turgay Fişekçi’nin ifadesiyle, “Kurtuluş Savaşından Cezayir ve Vietnam savaşlarına dek çağın toplumsal hareketleri üstüne ürünler vermiş, dahası, kurduğu kitabevinin vitrinine, gelip geçenlerin okuması için güncel olaylara ilişkin şiirler yazıp asmış bir şair…” olmasına karşın yıllardır içinden geçtiğimiz ateş ve kan günlerine, “fail-i meçhul”lere, köylerinden yurtlarından sürülenlere, yani “Kürt Sorunu”na dair tek bir dizesi yoktur!

Evet Yücel Kayıran’ın ifadesiyle, “Onun şiiri, sanki Türk şiirinin moda eğilimlerinden bağımsız olarak gelişip ilerledi. Şiirini, Türk şiirinde olup bitenden bağımsız kurmuştur, çağının dışında kalan bir şair değil tam tersine kendisini çağının dışına almış bir şair olmuştur.”

Yani Dağlarca şiirinin temel kurucu özelliği Türkçülüğü, Türkçeciliğidir. Onun şiiri bunun üstüne oturtmuştur.

Zaten hayatının önemli bir kesimi de bu doğrultuda yaşanmıştır.

“Son söz”

“Ak kâğıtlarda/ Yazıyım ben/ O beni okurken/ Görürüm gözlerindeki nemi/ Ona yurt derler/ Yurttaş derler/ Anne derler/ Kalkındıracağım artık/ Karanlık gölgelerden kurtaracağım artık/ Atalardan bana kalan/ Güzel annemi,” dizeleriyle karakterize olan Fazıl Hüsnü Dağlarca hakkında -ister “milliyetçi”, isterse “yurtsever” olarak sunulsun! - düşünürken, Victor Hugo’nun, “İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmak,” sözü kulaklara küpe edilmelidir…

Edilmelidir çünkü, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “ulusalcılığı” adil olmadığı gibi, haklı da değildir!

Ve nihayet Fazıl Hüsnü Dağlarca hakkında yazdıklarımıza “son söz” yerine, ulusalcı-Kemalist sanat ve sanatçılara Suat Hayri Küçük’ün şu satırlarını nakletmekle yetinelim şimdilik:

“Burjuva modern uygarlık ve onun aklınca örgütleniş akıl ve gerçeklik; politik, etik ve estetik bir sorgulanmaya ve mahkûmiyete muhtaçtır. Ölü gömülmelidir, ceset kokmakta, yaşayanlar ölü parodisi oynamaktalar”!(8)

22 Ekim 2008 12:32:16, Ankara.

Notlar
[*] Çoban Ateşi, Yıl:2, No:70, 20 Kasım 2008…
[1] Goethe.
[2] Röportaj: Murat Belge “Can Yücel’le Konuşma”, Birikim Dergisi, No:2, s.19.
[3] Kadir Yaman, Kültür Bakanlığı Milli Seferberlik Direktörü, 1938.
[4] Türker Alkan, “Uğur’lar Ola Dağlarca”, Radikal, 18 Ekim 2008, s.5.
[5] Ataol Behramoğlu, “Türk Şiirinin Ulu Çınarı Devrildi”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2008, s.17.
[6] Hikmet Çetinkaya, “Türkçemin Ses Bayrağı...”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2008, s.5.
[7] Sennur Sezer, “Dağlarca Öldü”, Evrensel, 16 Ekim 2008, s.12.
[8] Suat Hayri Küçük, “Ütopyan Hakikâtin Sanatsal İnşası”, Başka, No:4, Ekim 2008, s.24