Orhan Aydın
17 Kasım 2008
Değerli okur,
Aşağıda okuyacağınız yazı, TİYATRAL dergisi için, Ağustos 2007’de kaleme alındı ve 1 Eylül 2007 günü aynı dergide yayımlandı. İçerdikleri açısından tartışmalar oluşturan bu yazıyı, biraz kısaltarak yeniden sunmak istedim. Bugün yaşananların değerlendirmesi ise haftaya.
Arınma…
Paslı çiviyi, keseri tersinden tutarak çıkarmaya çalışıyoruz.
Birileri istiyor bunu. Tiyatro dünyasında bir alt-üst oluştur gidiyor.
(...)
Yaratıcılar sustukça, “söyleyecek şeyi yok, nasıl konuşsun” diyerek sistem bekçilikleri yapılıyor. Taraftarlar oluşturuluyor. Kulislerde dedikodu pazarları kuruluyor. Mesleğimizde ahlak, ayaklar altına alınmıştır. Alan, birkaç bildik çıkar ilişkisi içindeki ismin dudakları arasından çıkan sözcüklerin esiri olmuştur. Türkiye tiyatrosunun hak ettiği bu değildir. Olmamalıdır.
Dünyanın hiçbir ülkesinde yaşanmayan bu seviyesizlik son bulmalıdır.
(...)
Siyasi gerilik sansürcü ve yok edicidir. Bu, dünden bugüne böyle olagelmiştir.
Kültür ve sanatla hiçbir ilgisi, ilişkisi olmayan zatlar, bu alana bakan yapılmışlardır.
Kültürel çürümeye önderlik eden bakanlık uygulamalarına tanıklık edilmiştir.
Yönetimleri altındaki kurumlar, programlı bir biçimde etkisiz ve görev yapamaz hale getirilmiştir.
Bakanlar, her dönemde tiyatro yaratıcıları ve uygulayıcıları ile kavgalıdır. Yazarları ile kavgalıdır.
(...)
Son otuz yılda mesleğimiz bilerek ve isteyerek karalanmış, insan yaşamından uzaklaştırılması için politik çabalar harcanmıştır.
Sadece rant düşünen gerici ve çıkarcı zihniyetler en sonunda salonlarımıza göz dikmişlerdir. Yıkarak yok etmeyi programlı bir biçimde örmüşlerdir.
Kabaran iştahlar saygısızdır. İşbirlikçidir. Ülkeyi parsellere bölüp, pazarlamak isteyenlerin meslek alanımıza yönelmesi ise akıl alıcıdır.
Ancak bu beklenen bir durumdur!
AB programlarını uygulayanların yapacakları elbette bu kadarı ile kalmayacaktır.
Önümüzdeki süreç, Devlet Tiyatrosu’nun özelleştirilmesine ya da yerel yönetimlere peşkeş çekilmesine kadar uzanacak amansız bir yoldur.
2010 ise, alanımızdaki yok edilişin yeni kapı aralığı olarak karşımıza konmuştur.
Kültür Başkenti ilan edilen İstanbul, AB’nin popüler sanat ve kültür pompalayacağı bir düzlük haline getirilmek istenmektedir.
İstanbul surları, zindanları, müzeleri ve tüm tarihi kalıtları ile satılmak üzere pazarlanmaya çıkartılacaktır.
Bu anlaşmalar yapılmıştır ve iştahla 2010 beklenir olmuştur.
Bu can sıkıcı gerçekler ne zaman yaşamımızda yer bulacaktır? Ne zaman ülke satıcılarına karşı set olunacaktır?
Alanımız arınmalıdır.
Bunu başarabileceğimizi düşünüyorum.
Bu durumun, temel sorunsalının adını ‘örgütsüzlük’ olarak tanımlayabiliriz.
Örgütlü sanat alanları, sistemle olan hesaplaşmalarını ortak bir dil ve tavır oluşturarak daha ahlaki yaparlar.
(...)
Dünya pratiklerinin ortaya çıkardığı gerçek tam da budur.
Duruma iyi bir örnek, geçen yıl Fransız tiyatrosunun kalbi Paris’te yaşandı. ‘Gerekçesiz’ görevinden alınan bir sahne teknisyeni için tüm Fransa’daki tiyatro yaratıcılarının ayağa kalkması ve perde kapatmaya kadar uzanan direniş, teknisyenin görevine dönmesini ve haklarının verilmesini sağladı.
Benzeri bir direniş, dünya tiyatrosunun çoğul merkezi olan Londra’da oldu. Sözleşme gereklerine uymayan bir tiyatro sahipliğine karşı, Aktörler Sendikası ayağa kalkmış ve üç gün içinde, tam da perdelerin kapanacağı akşam sahiplik, gereğini yapmak zorunda kalmıştır.
Birçok dünya ülkesinde yaratıcılar, özgürlük alanlarını genişleterek, anti-demokratik yasalar ve uygulamalar karşısında örgütlerini korur duruma gelmişlerdir.
Üretme erginliğini ve ustalığını gösteremeyen ülkelerin sahnelerine baktığınızda, bizden farklı bir durumla karşılamazsınız.
Bu, bütün Orta Avrupa ülkelerinde yaşanmakta olan bir çürümedir.
AB sürecine kendini teslim eden sanat alanları, özellikle tiyatro; popüler emperyalist kültürün saldırılarına karşı teslim bayrağı çekmiştir.
Bulgaristan, Romanya ve Yunanistan’da yaşananlar tam da böyledir. Kurum tiyatroları iflasın eşindedir ve kamu tiyatroları günden güne kan kaybetmektedir. Bu ülkelerdeki işsiz oyuncu sayısı bizdekilerle doğru orantılıdır.
(...)
Cumhuriyet, kuruluş ilkelerindeki anayasal önermelere sahip çıkmayan hükümetlerce yönetilmiş, sanat ve sanat alanlarının tümü en ardıl “iş” olarak ve çoğunlukla düşman olarak algılatılmıştır.
Ülkemizde, tiyatronun bir iş kolu olarak yasalarla güvence altında olmadığı gerçeği de buna ulandığında ortaya çıkan resim daha da iç karartıcıdır.
Aşmamız gereken dağ, aslında ayaklarımızın altında adımladığımız küçük tepelerden oluşmaktadır.
Eğer tiyatromuz başı dik ve onurlu yoluna devam edecekse, tüm yaratıcıları ile ortaklaşmalıdır.
Örgütlü tiyatronun, örgütlü sanatçının sistemin yakasına yapışıp talep edecekleri ise, sistem açısından can yakıcı olacaktır.
Buradan hareketle, bu gün için gündemimizde olması gereken gerçeklik açıktır.
Meslek alanımızın tüm yaratıcılarını aynı eşit şemsiye altında toplayan eşitlik ve özgürlükçü sendikal örgütlülük acilen kurulmalıdır.
Önümüzdeki amansız sürece, güçlü girmenin yolu tam da burada aranmalıdır. Bu artık olanaksız değildir. Siyasilerin altına imza koymak zorunda kaldıkları Avrupa ile ikili anlaşmalar bunun yolunu istemeden de olsa açmıştır. Bu gedik iyi doldurulmalıdır. Alanımızdaki tüm meslek örgütleri, birlikler güçlü bir ortak ses oluşturmalıdır.
Sendikal örgütlenmenin nasıl olması gerektiği, dünyalı dostlarımızın uygulamaları dikkate alınarak değerlendirilmelidir.
İşçi sınıfının kapitalist toplumlardaki emek örgütlülüğünün devrimci ekseni, bizlere de ışık tutacak güçtedir.
Yaşam, örgütlü mücadele geleneği olan toplumların geliştiğinin, değiştiğinin ve yarına ancak böyle erişebildiğinin örneklemeleri ile doludur.
Hak, örgütlü birliktelikle istendiğinde haktır.
İşte o zaman vay haline tiyatro baronlarının, lafazanlarının, emek hırsızlarının, iş bitiricilerin ve hepsinin beslendiği bu kirli sistemin.
İşte o zaman vay haline, böyle aymaz kültür bakanlarının ve onun kapısında el pençe divan duranların, salonlarımızı yıkmak isteyen siyasi geriliğin.
İşte o zaman vay haline, AB fonlarından ya da Soros fonlarından kan parası ile sanat yapmayı marifet sayan işbirlikçilerinin.
Vay haline, oyuncularının ve çalışanlarının sırtından geçinen asalak patronların, yazarlarının parasını ödemeyen tiyatro sahiplerinin.
Vay haline, sendikasız oyuncu ya da tiyatro yaratıcısı çalıştıranların.
Vay haline, alan örgütlenmesine danışmadan uygulamalar yapan bakanların, komisyonların.
Vay haline, salonlar açmayan, tiyatroyu ders kitaplarına koymayan sistemin.
Vay haline yasakçılığın, sansürlü kafaların.
Vay haline, kültürel varlıklarımızı peşkeş çekmeye hazırlanan düzenbazlığın.
Vay haline, mesleğimize saldıran faşist, gerici odakların ve onların beslendiği emperyalist merkezlerin.
Arınmalıyız.
Yaşamı tiyatro ile kuşatmak gibi emeli olanlar, bunu birlikte kotarmalıyız.
21. yüzyıldayız ve çağın sorumluluklarını yerine getirmeli, emperyalist kültür saldırıları ile her gün daha da çok kirlenen alanımızı gün ışığına çıkarmalıyız.
Önümüzdeki süreç, yaşamlarımızı örgütlü davranmaya evirdiğimiz bir süreç olmalıdır.
Alan temsilcileri, zaman yitirmeden bir araya gelerek, ilkeli birlikteliğin yolunu açmalıyız.
Mesleğimizin içinde toparlanmış, dernek, vakıf, birlik gibi oluşumlar ve bunların dışında duran yapılaşmalar, çalışan ya da işsiz oyuncular, tiyatro yazarları, eleştirmenler, sahne, ışık, dekor, kostüm tasarımcıları bu çağrıya güç vermelidirler.
Arınmalıyız.
Paslı çiviyi, ancak keseri doğru kullanarak yerinden çıkarabiliriz.