“MİLLİ YARAR(SIZLIK) SİYASETİ”nin dökümü[1]
Temel Demirer
“Sahtekârlığın evrensel düzeyde
egemen olduğu dönemlerde,
gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir.” [2]
Milliyetçilik hummasının dört bir yanı sarsıp/ savurduğu mevcut koordinatlarda “Milli Yarar”dan söz edip, köklü ve kapsamlı bir eleştiriyi dillendirmek kolay bir iş değil...
Ogünler’den Yasinler’e, Türütler’den Arifler’e olup bit(mey)enler hiç kimse için bir “sır” değil, değil mi?
Hem de Türkiye’de bir “Milli hakikât rejimi” söz konusuyken; “Devleti milletiyle bütünleştirmede, militarizm ve milliyetçilik” büyük prim yaparken; ve de insanlar(ımız)ın büyük bir çoğunluğu hâlâ Platon’un “mağara”sından çıkamamışlarken...
Platon’un -bildik- “mağara” benzetmesi şöyledir:
“Bazı insanlar karanlık bir mağarada, doğdukları günden beri mağaranın kapısına arkaları dönük olarak oturmaya mahkûmdurlar. Başlarını da arkaya çeviremeyen bu insanlar, mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini izlemektedirler. İçlerinden biri kurtulur ve dışarı çıkıp gölgelerin asıl kaynağını görür ve tekrar içeri girip gördüklerini anlatmaya başlar, ama içerdekileri, duvarda gördüklerinin zahiri olduğuna ve gerçeğin mağaranın dışında cereyan etmekte olduğuna inandırması imkânsızdır.”
Mağaraya zincirlenmiş insan, “milli hakikât rejimi”nin militarizm ve milliyetçiliğiyle devleti milletiyle bütünleştirilen insandır.
“Mağara”, giydirilmiş toplumsal önyargıları, “resmi ideolojik” dayatmayı simgeler.
Toplumun (“sürüleştirilmiş”) parçası kılınan insanlar, “resmi ideolojik” prangaların sınırlayıcı kalıpları, dogmaları, kuralları tarafından köleleştirilir.
Bunlar da özgürleşmeyi engeller...
“Kabaca” Platon’un “mağara” benzetmesiyle açıklanması mümkün olan milliyetçilik, nihayetinde “Hiçbir zaman mevcut olmamış ve hiçbir zaman olmayacak bir ‘geçmiş’...”[3] üzerinden kurgulanmış “muhayyel bir inşa”dır.
“Ulusal bilincin kökenleri”nde, burjuvaziye ait “pazar” (“yurt”) yatarken;[4] “Ulusun biçimini tarihsel ve ideolojik”[5] manipülasyonlar oluşturur.
Bu bağlamda, “Milletler ve milliyetçilik alanındaki ciddi tarihçilerin inançlı bir politik milliyetçi olamayacaklarını eklemeden geçmeyelim...
Renan’ın dediği gibi, ‘Tarihin yanlış yazılması bir millet olmanın parçasıdır’.
Tarihçiler meslekleri gereği bir milletin tarihini yanlış yazmamak veya en azından bu doğrultuda çaba harcamak zorundadırlar...”[6]
Devam edelim: “Milliyetçilik, milletle devleti eşitlemeye çalışan bir harekettir.”[7]
“Her din gibi, milliyetçilik de sadece iradeye değil; akla, muhayyileye ve duygulara da seslenmektedir. Akıl, spekülatif bir milliyetçilik teolojisi veya mitolojisi inşa eder. Muhayyileye, kişinin milliyetinin ezeli geçmişi ve ebedi geleceği etrafında gaybi bir alem kurar. Duygular hayr-ı mutlak, hafiz-i mutlak olan milli tanrının tefekküründe bir zevk, bir vecd uyandırır; onun rızasını kazanmaya iştiyak, nimetlerine şükran, ona karşı gelmekten korku; onun kudret ve hikmetinin ihatası karşısında bir huşu ve hürmet duyar; tabii ki duygular ferdi ve cemaat hâlindeki tapınmalarla ifade eder kendisini. Zira, milliyetçilik, yine her din gibi, sosyaldir ve başta gelen ayinleri, bütün topluluğun adına ve kurtuluşu için icra edilen cemaat hâlindeki ayinlerdir.”[8]
“Ulus devletlerde... sorunun kaynağı tektir. O da milliyetçiliktir. Ezenin de ezilenin de milliyetçiliği arasında ilkesel bir fark yoktur.”[9]
Ve “Milli Yarar” denilen şey de “ezenin de ezilenin de arasındaki bir farkın”; sınıfsal, ideolojik, kültürel, politik, toplumsal bağlamda “sıfırlanması”; yani “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” söylencelerinin toplumsal dokuya mal edilmesi girişimidir...
Egemen ideoloji tarafından giydirilmiş bir kimlik olarak, söz konusu girişimin ilk (ve en önemli) adımlarından birisi “muhayyel kuruluş”un “ideolojik harcı”dır...
Milliyetçilik nedir, neye yarar?
Benedict Anderson’un, “Her millette fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, millet daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır,” saptamasının altını; “Milliyetçilik nedir/ neye yarar?” sorusunun asli yanıtı olarak özenle ve defalarca çizmekte büyük yarar görüyorum...
“Nedir/ neye yarar” mı? Sınıflı bir dünyada (ve toplumda) yanıt(lar) muhtelif...
Yukarıda işaret ettiklerimin ışığında yanıtım şu: “Milliyetçiliğin tarihle girift bir ilişkisi vardır. Genel olarak ulusun tarihine dair yorum/ hikâye üretimini teşvik eder.”[10]
“Milliyetçilik modern dünyadaki belki de en zorlayıcı kimlik mitidir ama muhtelif biçimler alır. Milli kimliğe dair mitlerin, siyasi topluluğun temeli olarak ülkeye/ toprağa ve soya (veya her ikisine de) atıfta bulunması manidardır ve bu konudaki farklılıklar ekseriyetle imal edilmiş olmakla birlikte, dünyanın pek çok yöresinde patlak veren çatışmaların ve istikrarsızlığın kaynaklarını oluşturur. En sert ve uzatmalı ‘milletlerarası’ çatışmaların çoğunun milli kimlik konusunda birbiriyle rekabet ve çekişme hâlinde bulunan iddia ve düşüncelerden kaynaklanması bir rastlantı değildir.” [11]
“Ulus inşasının can alıcı öğelerinden biri de, kendi topraklarını gerçekten kontrol edebilen işlevsel bir devlet aygıtının geliştirilmesidir...
Ulus inşasının ana politik öğeleri, ulus-devlete ilaveten, yüksek seviyede toplumsal seferberlik ve politik bütünleşmeyi kapsar. Devlet, sadece ulus inşasının en önemli araçlarından biri olan modern, ulus-devlet erdemiyle merkezi öğe olmakla kalmaz; aynı zamanda çoğu kısımda nihai sözü söyleyen aktördür.”[12]
“Millet, milliyet, ulus, ulusçuluk, milli oluş, milli benlik, millilik hâli gibi kavramsallaştırmaların ve içeriklerinde bulunan vatan, toprak, tarih, kültür, dil, din, kan bağı veya etnisite, gelenek, doğal çevre/ iklim, psikoloji vs yarattığı farklılıklar, mutlaka bir düşmanın sürekli olarak söylemde bulunmasını gerektirir.”[13]
“Milliyetçilik kökeni itibariyle ulusun kendinden çok, devleti yüceltmeye ve yükseltmeye yönelik bir siyasal ve ekonomik doktrin olarak belirmiştir. Çünkü ulus-devlet olgusu, yapışık ikizlerden devleti öne çıkarmakta ve ulus, ancak devletin inşaı paralelinde oluşabilmektedir. Daha açıkçası, ulus, türev bir inşadır...
Milliyetçilik ulus-devleti denetleyen sınıf veya sınıfların doktrinidir, onlardan hiçbirine özgü değildir...
Ulus-devletin yönetiminde ağırlığa sahip olan sınıf veya tabaka(lar), aynı zamanda o ulusun milliyetçiliğinin de taşıyıcısıdır(lar.)...”[14]
“Kendiliğinden varolan etnisite tarihin bir müdahil gücü değildir. Bu ‘kendiliğindenlik’in siyasi müdahale için yeniden üretilmesi gerekir. Adeta etnisite bir tarihsel özne olarak ‘çağırılmalı’dır. Bir etnik kimliğin tüm üyeleri aynı anda ‘kendileri için’ bir aydınlanma yaşamazlar; tıpkı daha sonra bahsedilecek milliyetçilikte olduğu gibi, entelektüel/ politik bir önder kadrosunun bu çağrıyı haklı/ meşru bir söylemle dile getirilmesi gerekir. Çağrının bayrağı altında saf tutanlar için artık etnisitenin ortak çıkarlarını tahakkuk ettirecek yegâne siyasi güç, o etnik kimliği paylaşanlar olur...”[15]
“Milliyetçilik iki tarafı olan bir bozuk para gibidir; biri siyasi, diğeri etnik. Milliyetçiliğin bu iki yönünü, biri ‘iyi’ diğeri ‘kötü’ olan iki ayrı milliyetçilik türüymüş gibi sunma teşebbüsleri olmuştur. Ancak bunlar yalnızca ideal modellerdir; gerçekte milliyetçilik, ağırlıkları değişebilse de, hem siyasi hem de etniktir. Millet olma fikri siyasi bir fikirdir ve siyasi bir unsur taşımayan hiçbir milliyetçilik yoktur. Fakat özü ise azaltılamaz bir biçimde etniktir. Aralarındaki bu ilişki, siyasi bir ruhun hayat verdiği etnik bir gövde şeklinde ifade edilebilir...
Milliyetçiliğin bu etnik gövdesini başaramamak şovenizme, ırkçılığa ve hatta faşizme yol açabilir...”[16]
“Milliyetçiliğin gücü, olağanüstü yeni durumlara uyarlanabilme yeteneğidir. Milliyetçilik halklara bir moral güç, özgüven, birlik duygusu verebilmektedir, ama bunun gibi bir egemenlik aracı olarak da iş görebilmektedir.”[17]
Şimdi burada durup, karşıt, “farklı” bir yanıta göz atalım:
Nevzat Kösoğlu’nun, “1970’li yılların Soğuk Savaş ortamında Türk ülkücülüğü, milli varlığı koruma hareketi olarak ve bir siyasi söylem içinde ortaya çıktı...”[18] diye tanımladığı (Türkçü) “Milliyetçilik,... Her şey Türklük için ve Türke göre’ ile ifadesini bulan görüştür.”[19]
Rüşeym hâlindeki Türkçülüğün, 31 Ocak 1911’de kurulan “Türk Yurdu Cemiyeti’nden Türk Ocağı’na” yönelen seyr-ü sefere müthiş dikkat etmek gerek; bu kilit önemdedir.[20] Alparslan Türkeş de, Sıkıyönetim Mahkemeleri’ndeki beyanatlarında, “Türk Ocakları”na müthiş bir önemin altını özenle çizer. [21]
Yani (milliyetçi bir söylemle) “X. yüzyıldan itibaren, yeni bir yurt arayışıyla örtüşen gaza ruhunun, Türk toplulukları için, fikir ve amel bakımından ortaya koyduğu ilk ayrım, gavur-Müslüman farklılığıdır. Böylece, dini mensubiyet en açık, keskin ve kuşatıcı kimlik olarak şuurlara hâkim olmuştur. Nesnel kimlik dediğimiz kültürel olgular, bu yeni imanla -Müslümanlıkla- yeni biçimler almakta, yeni Türk kimliği kesintisiz oluşmaktadır. Ve bu kimlik, en yakın olduğu, aynı dini paylaştığı topluluklardan da farklı oluşmaktadır.” [22]
Ermeni, [23] Pontus, Kürt icraatlarıyla Anadolu’yu homojenleştiren “Türk milliyetçiliği Batı’daki örneklerle karşılaştırıldığında ‘geç bir milliyetçilik’ olarak tanımlanabilir. İmparatorluğun son döneminde, daha çok doğrudan muhatap kaldığı, başta Balkan milliyetçiliği olmak üzere ‘karşı milliyetçilikler’den yoğun biçimde etkilenmiştir. Diğer bir önemli kaynak da, Sovyetler Birliği içindeki Türk unsurlar ve bu toplulukların aydın çevrelerinde gelişen Türkçü fikir akımlarıdır. 1930’lardan sonra bazı milliyetçi aydınların gelişmekte olan Alman ve İtalyan milliyetçiliğinden etkilendikleri de biliniyor.
Türk milliyetçiliğini besleyen kaynakların ve bu kaynakları harekete geçiren dinamiklerin özellikleri dolayısıyla, reaksiyoner ve savunmacı yönü çok baskındır”![24]
“Milli Tarih eğitimi”
“Kuruluşu mitoslaştırarak, Cumhuriyeti kutsallaştırmak, milliyetçi bir hamasettir,”[25] saptamasının da işaret ettiği üzere ulusun kuruluşu, belirleyici yanıyla da ideolojiktir; ve de facto olarak “milli tarih” ile “eğitimi”ni olmazsa olmaz kılar...
Evet, evet Voltaire’in, “Tarih kralların, generallerin çiftliği değil, ulusların tarlasıdır. Her ulus geçmişte bu tarlaya ne ekmişse, gelecekte onu biçer”; veya “Tarih, savaşlar öyküsünden ve kralların övgülerinden ibaret olmayıp, ancak insan akıl ve ruhunun tarihinden ibarettir,” saptamalarındaki hamasete de yansıdığı üzere; burjuva egemenliğin milliyetçi söylenceleriyle “Milli Yarar” yalanının beslenmesi için tarihin çarpıtılması kaçınılmazdır.
Örneğin 1928-1946 yılları arası resmi tarih ve yurt bilgisi ders kitaplarını incelediği çalışmasında İsmet Parlak’ın ulaştığı sonuçlardan biri şudur: “Bu üç ilke (milliyetçilik, laiklik ve devletçilik-y.n.) ders kitaplarında en çok dile getirilen ve açıklanan ilkeler olmakla birlikte, gerek milliyetçilik, gerek Türkçülük ve gerekse genel olarak milliyetçi temaların tüm erken cumhuriyet döneminde ve özellikle İnönü döneminde ağırlıklı olarak işlenmiş olması, erken cumhuriyet dönemindeki (...) ideolojik söylemin milliyetçi bir temelde kurulduğu’nu göstermektedir.[26]
Tek parti dönemi ders kitapları Türklüğü dünyada eşi benzeri olamayan başarıların ilk ve tek sahibi ve insanoğlunun o zamana kadar yaratmış olduğu hemen hemen bütün uygarlıkların müellifi olarak gösterecek kadar aklın sınırlarını zorluyordu. Bu kitaplar çocuklara “en asil ve yüksek insan tipini kendi ırkının temsil ettiğini, asırların yürüyüşünce beşeriyetin karanlık göklerinde müselsel medeniyet ufuklarının kendi ırkının zekâ ve kabiliyet elleriyle açıldığını” ve “dünyanın insan izi taşıyan her parçasında kendi ırkının zamanla silinmemiş ve silinmeyecek hâkimiyet ve hars damgası basılı olduğunu”[27] (söyleyerek) aşılıyorlardı.
Bilindiği üzere egemen resmi ideolojik eğitim, zorunlu ve kamusal niteliği dolayısıyla, toplum üzerinde belirleyici etkiye sahiptir. İlköğretim, temel bir siyasal ve toplumsal sosyalizasyon aracı, toplumsal değişimin gerçekleştirilmesindeki ana enstrümanlardan biri olarak kullanılagelmiş, ulus-devletin kuruluşu aşamasında kullanılan temel araçlardan biri olmuştur. Eğitim, Cumhuriyet kadroları tarafından da, modern Türkiye’nin yaratılmasındaki en önemli mekanizmalardan biri olarak görülmüştür.
Türkiye’de 1920’lerden bu yana kullanılan ilkokul ders kitaplarına bakıldığında göze çarpan ana noktalardan biri de, içlerinde militaristik referans noktaları ve söylemleri barındırmalarıdır.
Burada durup bir parantez ekleyelim: Söz konusu argümanlarla “Milli Tarih Eğitimi”nin inşa edildiği omurga, elbette Kemalizm ya da -yaygın anılışıyla- Atatürkçülüktür!
Bu öyle bir omurgadır ki, Batı Hıristiyan dünyasında “zaman”, nasıl İsa’nın doğumuyla başlıyorsa, “Milli Tarih Eğitimi” inşasının metinlerinde, Türkiye’deki zamanın da Atatürk’ün doğumuyla başladığını söylenir; bu eğitimin nesnesi kılınan çocuklar da ondan öncesini yok sayarlar!
Bir an düşünün: Banu Uzpeder’in ifadesiyle, “Hepimiz Atatürk’ü biraz acayip bulmadık mı çocukken? Atatürk tam olarak neydi? Allah gibi bir şey miydi? Bize attırılan nutuklarda ‘ulu önder’ diye bahsi geçen kişi, gerçek bir kişi miydi? Ölümsüzdü, ama ortada yoktu, bizi hep kolladığı konusunda bir bilgimiz vardı, ama bir yandan da kara tahtanın üstündeki o resimden sert sert bakmaktaydı. Peki biz onu seviyor muyduk? Bunu tam olarak bilmiyor bile olabilirdik, keza bizim ona karşı duyduğumuz, tam olarak ‘sevgi’yle açıklanamayabilirdi.”
Evet Bilgi Üniversitesi araştırma görevlilerinden Esra Elmas,[28] Cumhuriyet çocukları için gerekli olan Atatürk sevgisinin, neredeyse tüm derslerin içeriğine yansıtıldığını aktarıyor bize. Örneğin, Hayat Bilgisi dersinin on üç amaçtan oluşan genel amaçları arasında “Atatürk’ü tanıyabilme, Atatürk’ün Türk milleti için yaptıklarını bilme, Atatürk’ü sevme ve sayma”, üç ayrı amaç olarak belirtilmiş. Türkçe dersinde ise Atatürk öğrencilere “insanlık tarihinin en büyük fazilet örneği” olarak tanıtılıyor.
Çocuklara uygulanan anketten çıkan yüzdelik sonuçlar da oldukça etkileyici. “Atatürk’e dair tanımlar”da şu yüzdelik sonuçlar bulunuyor: “Borçlu olunan kişi”: Yüzde 85. “Kurtarıcı”: Yüzde 33.3. “Güneş ve ışık”: Yüzde 30. Kitapta, Atatürk’e karşı duyulan “borç” meselesinin üstünde çok durulması mânâlı.
İşte size çocukluktan “ergin”liğe “Milli Tarih Eğitimi”nin yol açtığı “sonuç”. İş böyle olunca da bugünün Türkiye’sinde milliyetçiliğin sadece bir-iki partinin ideolojisi olmadığına şaşırmamak gerekir. Söz konusu eğitim çevrenin de bütün partiler ve hepsinden önce de devletin kendisi baştan beri milliyetçidir.
Ayrıca, anayasasıyla kendisini “milliyetçi” olarak tanımlayan Türkiye Cumhuriyeti’nde evrensel/ci ideolojiler bile milliyetçilikle enfekte olmuştur. Örneğin, sosyalizm veya liberalizmle milliyetçilik ve Atatürkçülüğü bağdaştırmaya çalışanların hâlâ var olduğu gibi...
İş böyle olunca da “Milli Yarar”/ “Ulusal Çıkar” yaygaraları toplumsal gövdenin çok önemli bir bölümünü de kucaklayabilmektedir...
“Milli Yarar” için hatırlatmalar
Küreselleşme ile piyasalar tarafından denetlenen ve “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i” (“YDD”) diye anılan piyasa güdümlü bir dünyada yaşıyoruz. Piyasa kendi tanımlarını tüm dünya için genelleştiriyor. Emperyal tutkuları olan piyasa, elbette hiçbir gücün “hesap soramayacağı” bir güçtür. Buyurgan küresel tahakküm projeleri, uygulamaları, yerel anlamdaki tüm yaklaşımları, oluşumları marjinalleştiriyor...
Bunlar “doğru”; ama bu doğru “milliyetçiliği”, “milli yarar”/ “ulusal çıkar” yaygaralarının toplumsal gövdenin önemli bölümünü kucaklayıp, içermesini de dışlamıyor...
Tam tersine bu “karşıtmış gibi görünen iki eğilim” emperyalist-kapitalist vahşet koşullarında birbirlerini besliyor; tam da V. İ. Lenin’in “Marksizmin Bir Karikatürü Emperyalist Ekonomizm” başlıklı yapıtında ifade ettiği üzere...
Bunun altını bir kez daha çizerek ilerleyelim:
1-) Bilmiyor olamazsınız... Burjuva egemenlik dünyasında tabu kelimeler vardır, dile getirilince akan sular durur, bunların adına yapılanlar da artık sorgulanmaz. Her toplumun, cemaatin ve ulusun sorgulamadan kabul ettiği bu tabulardan güncel olanlarından biri de “milli yarar”/ “ulusal çıkar”dır. Bu tür bir “çıkarın” tanımını yapmak zor değildir: Uzun süreli olan, milletin bütününü ilgilendiren, kişilerin dar çıkarlarını aşan bir çıkardan söz edersiniz, olur biter. Ama bunu yapınca iki soru hep cevapsız kalır. Ulusal çıkarı saptama yetkisi kimin elindedir, bu hakkı nasıl elde etmiştir, kim vermiştir? İkinci soru ise şu: Hangi mantıkla bazı hayati toplumsal sorunlar ulusal çıkar sayılmıyor?
“Ulusal çıkar” lafı edildi mi, mutlaka bir bit yeniği vardır! Bu söz kıyaslamaları ve değerlendirmeleri engeller. Çünkü ulusal çıkarın sınıfsal “birimi” yoktur. Kıyaslama (ve değerlendirme) yapabilmek için sınıfsal ölçüler şarttır. Hani ilk okulda öğrenmiştik; armutla elmalar toplanamazdı ya!
Evet her ikisini ortak bir birime indirgersek, örneğin “meyve” dersek, ancak o zaman kıyaslar ve toplayabiliriz. Ulusal çıkar da öyle bir şey; yani egemen için kendini kendi olmaktan çıkartan bir dayatma yalanı...
2-) Burada bir parantez açalım: Milliyetçiliğin temel, kritik ve kurucu aksiyomu milletlerin ezeliliği ve ebediliğidir. Aynı şekilde milliyetçi paradigmaya göre devletlerin siyasi teşekkülleri, siyasi ifadeleri olan devletler de ezeli-ebedidir.
Milliyetçiliğin tahayyül ettiği “ezeli-ebedi millet” kurgusuna eklenmesi gereken bir ikinci yalan da “milletin çıkarının tek olması” fiksiyonudur. Yani milliyetçiliğe göre “millet” tek, mutlak ve tamamen bilinebilir ve bu bilinebilirliği “bilimsel” olarak saptanabilir bir çıkara sahiptir. Kısa vadeye yönelik ve belli konjonktürlere göre takınılan tavırlar kendi başlarına değer taşımaktan çok, bu kısa vadeli çıkarlar aslında daha büyük, daha kapsayıcı bir “genel çıkar”ı sağlamaya yönelik hamlelerden ibarettir. Kendilerinden ya da kendi değerlerinden çok belli bir vizyona hizmet ettikleri ölçüde anlamlıdırlar.
Ancak sormadan geçmeyelim:
- “Ulusal çıkar”ı kim (ve hangi sınıf) tanımlar?
- Mesela “milli çıkar” diyorlar. “Devlet sırrı” diyorlar. “Devlet aklı”, “hikmet-i hükümet”, “devletin âli çıkarları” diyorlar. Bunlar hep “milli yarar” alt başlığında sunuluyor. İyi de “milli yarar” söz konusu olunca asıl olan doğru mudur yoksa “ulusal çıkar” mı?
- Veya somut bir gerçek karşısında doğru olanı mı söylemeliyiz, yoksa “ulusal çıkar”a uygun olanı mı?’
- Sınıflı/ sömürücü bir dünyada “ulusal çıkar” kavramı her kapıyı açan tılsımlı bir anahtar olabilir mi?
3-) Yine devam edelim: Ulus-devletler herkesin paylaşabileceği ortak bir kültür ve siyaset ortamı oluşturamadıkları için, farklı hayat tarzlarının, dil/ kültür biçimlerinin bir arada yaşamasına izin vermedikleri için; egemen olan etnik unsurun üstün ve özel niteliklere sahip olduğunu iddia ettikleri için egemen etnik/ ideolojik dili/ kültürü, farklı etnik unsurlara bir tahakküm aracı olarak dayattığı için; insani/ ahlâki/ vicdani değerlere bağlı olmak yerine, ulusal çıkara dayalı yaklaşımları vazgeçilmez saydığı için yıkıcı ayrımcılıklar icat ediyor, yıkıcı ayrımcılıklara hayat veriyor. Her toplum bünyesinde barındırdığı farklı unsurlarla üzerinde uzlaşabileceği ölçütler, tanımlar, değerler bulabilir. Yıkıcı ayrımcılıklar hangi toplumda olursa olsun, ahlâki/ insani/ vicdani sınırları hiçe sayarak, tahrip ederek, dehşet uyandıran bir zeminde ilerliyor.
4-) Bu iç politikadan dış politikaya dek böyle...
“Milli çıkar” ilk bakışta bir dış politika kavramı. Ama öyle değil!
Burjuva egemenlik açısından dış politika asla yalnızca “dış” politika değildir; “iç politika”yı kurucu, denetleyici ve meşrulaştırıcı çok önemli işlevleri de vardır. Yani, gerçek bir iktidar alanı ve aracıdır. Bu nedenle dış politika söylemlerini ve politikalarını ‘tartışılmaz hakikâtler’ olarak görmek yanlış olur. “Milli dava” ve “ulusal çıkar” gibi “kuşatıcı” ve “tartışma ötesi” gibi görülen kavramlar genellikle bu iktidar alanını ve aracını sorgulamamızı engeller. İşte tam da bu nedenle dış politika, toplumdan kaçırılan, gizlenen ve hatta toplumu disipline etmede kullanılan mükemmel bir araçtır.
5-) Milliyetçilik için, tam da buraya kadar işaret edilenler açısından, Hitler’in Milli Eğitim ve Propaganda Bakanı Dr. J. Göbels’in ifadesiyle “Yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkar!”
Nasıl mı?
Tarihte, sömürücü sınıflar için, halk kitlelerinin aldatılması, kandırılması, yanlış bilgilendirilmesi, kendi çıkarlarına uygun olarak yönlendirilmesi, hemen her zaman “devlet yönetme sanatı” olarak sunulmuştur. Ve milliyetçilikte söz konusu “yönetme sanatı”nın modern versiyonlarından birisidir...
6-) Bunun içindir ki ne düzeyde olursa olsun demokrasi ile milliyetçilik yan yana olmaz ve anılamaz...
Örneğin Türkiye’de “ulus-devlet” korumak ile toplumsal hayatı demokratikleştirmek, taban tabana zıttır!
Çünkü milliyetçilik, kimliğin sadece “milli” olduğunu söylerler, varsayar. Bu da, özü itibariyle baskıcı ve anti-demokratik olmak anlamı taşır. Başka türlüsü de mümkün değildir.
Bu çerçevede önemli olan demokrasi ve farklılık değil, tam tersine “bizim millet”e özgü kabul edilen her şeyi tartışmasız ve eleştirisiz benimsemek/ benimsetmektir!
Ancak dikkat, söz konusu duruş, “bizim millet”in dışında kalan herkese ve her şeye, gereğinde onulmaz düşmanlığa da varabilir. Yani milliyetçilik, “milli çıkar”dan başka bir ilke tanımadığı için, ötekinin inkârı üzerinde yükselir.
7-) Söz konusu kapsamda “Milli Yarar” siyasetinin taşıyıcısı olarak milliyetçiliği bir tür “öteki”leştiren, durmadan “öteki” üreten ve “öteki”siz olması mümkün olmayan “toplumsallaşmış narsisizm” olarak da niteleyebiliriz...
Bu tür bir narsizm için tüm kavgalar “ben” ve “öteki” arasındadır. “Biz” ve “ötekiler” ayrıştırması da aslında “ben” ve “öteki”nin türevidir. En temelde “ben” ayrımından başlar, ben merkezli, -bir başka deyişle- bencil-ce-dir. “İnsanları benzer kılan, her insanın içinde bir öteki figürü taşıdığı gerçeğidir,” der Hannah Arendt...
8-) Bunun için “milli yarar” söyleminin, gerçeğe karşı resmi (yalanlara) tezlere ihtiyacı vardır.
Resmi tezlerin hemen tamamı, asla bir tartışma olmaksızın, sadece koyu bir milliyetçiliğin ürünü oldukları için “milli”dirler!
Bu tezler konuya ilişkin gerçeklerin, olguların tam ve nesnel bir tanımı temelinde kurgulanmış olmayıp tam aksine bir “milli çıkar” tespitine dayalı olarak gerçeklerin, olguların ya eksik, ya çarpıtılmış ya da tamamen yok sayılması, inkârı üzerine inşa edilmiş şeylerdir genellikle.
Örnekler hemen hemen tüm resmi tezleri kapsayacak kadar genişletilebilir. Eleştirilmesi vatana ihanet sayılan irili ufaklı resmi tezlerden bazılarını hatırlatalım isterseniz. Örneğin 6-7 Eylül olaylarına ilişkin resmi tez, Yunanlıların Atatürk’ün Selanik’teki evini bombaladıkları, halkımızın da bunu duyunca galeyana geldiği yolunda idi ilkin. Evi bombalayanın görevli bir MİT ajanı olduğu ortaya çıktığında ve yakalandığında bu gerçeği halktan gizlendi; galeyana gelen halkın da “komünistler”ce yönlendirildiği söylendi iç ve dış kamuoyuna! “Milli Yarar” bunu gerektiriyordu!
6-7 Eylül’den sonra Türkiye’de yaşayan gayrimüslimler için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. 6-7 Eylül’de sadece Rumlar değil aynı zamanda Ermeniler, Yahudiler ve Beyaz Ruslar da saldırılara maruz kalmıştı. Cumhuriyet ile birlikte yaşanan 1923 Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi, 1934 Trakya Olayları, 1941 Amele Taburları, 1942 Varlık Vergisi’nin izleri henüz taze iken bu kez derin bir yara daha açılacaktı. Rumların büyük bir bölümü önce 1955’te, sonra 1964, 1974 ve 1981’de ülkeyi terk edecekti...
O dönemde Özel Harp Birimi’nde görevli bir subay olan Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, 1991’de gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği röportajda: “6-7 Eylül’de bir Özel Harp işidir ve iyi bir örgütlenmeydi. Amacına ulaştı. Sorarım size bu muhteşem örgütlenme değil miydi?” diyerek olayın karanlıkta kalan yanına dikkat çeker. 27 Mayıs Yassıada Mahkemeleri’nde DP yöneticileri, 6-7 Eylül Olayları’nı tertiplemekten suçlu bulunur![29]
“Milli yarar” söyleminin, gerçeğe karşı resmi (yalanlara) tezlere olan vazgeçilemez ihtiyacından söz ediyorduk değil mi?
“Kürt Sorunu” ile ilgili resmi tez 1990’ların ortalarına kadar, Kürt sözcüğünün bile yasak, tabu olması üzerine kurulu değil miydi?
Şimdilerde 1915 tehciri, “Ermeni sorunu” üzerine resmi tez de aynı mantık, aynı yaklaşım doğrultusunda kurgulanıyor!
“Gerekçe” hep aynı: “Milli Yarar”!
9-) “Milli çıkar” deyip geçmemek gerek...
Otoriter eğilimlerin geçer akçe olduğu toplumsal yapı ve kültürlerde, “milli çıkar” ve benzeri total kavramlar belirgin bir ağırlığa sahiptir. Bu tip kültürlerde, “devlet” ve “millet” gibi soyut kolektif yapıntılarla ilintilendirilen herhangi bir menfaat veya değer, bireysel menfaat ve değerlere karşı öncelikli ve üstün bir konumdadır. Bu nedenle de herkesten, önüne “milli” ibaresi getirilmiş çıkara ters düşmeyecek davranışlarda bulunması; bütün eylem, işlem ve düşüncelerinde bu çıkara paralel hareket etmesi beklenir.
Bu noktada aslolan “milli çıkar”, “devlet menfaati” vb. cerbezeli kavramların üzerindeki cilayı silmek ve “milli yarar”ın ne olduğunu kitlelere yansıtmaktır!
11) O hâlde nedir “milli yarar”/ “ulusal çıkar”?
Ulusal çıkarları savunmak neymiş? Söyler misiniz?
Yıllar yılı Kürt yok, Türk var demek mi? Kürtçe konuşulmasını bile yasaklamak mı? Hem Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit vatandaşlığından söz edip, hem demokrasi şarkıları söyleyip, hem de Kürtlerin kimliğini inkâr etmek mi?
Bu mu ulusal çıkar?
Ya da Kürt diyeni hapse atmak mı, ulusal çıkarları savunmak? Kürt dedi diye, Kürdistan dedi diye, hem “fikir suçu”ndan hapse atıp, baskı altında tutmak mı? Bir zamanlar Kürtçe isim konulmasını yasaklamak mı? Kürtçe yer isimlerini kanun zoruyla değiştirmek mi?
Neymiş ulusal çıkar? Susurluk’la Şemdinli mi?
Neymiş ulusal çıkarlar? Alevileri yok saymak mı? Tarihimizin çirkin, kepaze sayfalarını yok saymak mı? Yok saymakla yok olmadılar.
Tam tersine...
Hepsi varlığını koruyor. Ulusal çıkarları korumak böyle mi oluyor?
1912 Anadolu’sunda Hıristiyanların genel nüfus içindeki oranı yüzde 20 iken, 15 yıl sonra yani 1927’de bu oran yüzde 2.64’e düşürüldüğü[30] Anadolu’dan alın bir örnek daha:
1915 Ermeni tehciri...
Yıllar yılı yok saymadık mı bunu da?
Yok edebildik mi?.. Hayır.
Dünya alemi ikna edilebildi mi? Hayır! Türkiye resmi tezleri kim savunabilir ki?
Ulusal çıkarları savunmak bu mu?
Şimdilerde “Sorunu tarihçilere bırakalım!” diyoruz.
İyi, güzel.
Ama ille de bizim gibi düşünen tarihçiler istiyoruz. Farklı sese tahammül edemiyoruz. Vatan hainliği, Türk düşmanlığı suçlamalarıyla yeri göğü inletiyoruz.
Söyleyin. Ulusal çıkarları savunmak neymiş? Söyler misiniz?
Ulusal çıkarların savunulması mıydı, bu topraklarda yazarı çizeri mahkeme kapılarında, hapishanelerde inim inim inletmek?
İşkence yapmak? Bok yedirmek?
Bunlar ulusal çıkarların gereği olarak mı yapıldı?
Ulusal çıkarların gereği miydi, iti ite kırdırma politikaları?
Eli sopalı adamların sokağa çıkmaları mıydı, ulusal çıkarların korunması? Yoksa Kahramanmaraş, Çorum, Madımak katliamları mıydı ulusal çıkarların korunması?
Bu kadarı yeter mi? Yeter de, bir örnek de “Bu topraklarda Bizanslılar da yaşamıştır. ‘Bizans bizim değil’ diyemezsiniz,”[31] diyen Kültür ve Turizm eski Bakanı Koç’dan...
Dikkat: Bizans bizimmiş!
Milliyetçilik eleştirisinde bir iki satır
Milliyetçi tarihçiliğin başlıca özelliklerinden bir diğeri, ulusun tarihinin yalnızca ulusun özellikleriyle açıklanmasıdır. Bu yöntem, ulusun varoluş süreçlerinde rol oynayan toplam toplumsal ve tarihsel koşullar yerine, ulusun ancak ideolojik bir soyutlamayla elde edilebilecek genel özellikleri temel alır.
Milliyetçi tarihçiliğin bir başka karakteristiği, ulusun tarihini insanlığın tarihine özdeşlemektir. Böylece, hem ulusun “tarihin başlangıcından beri bulunduğu” ideolojisine, hem de şoven propagandaya malzeme sağlanır. Türk milliyetçi tarihçiliği, “tarihten önce vardık, tarihten sonra olacağız” şeklinde ifade edilen sloganı “kanıtlanmış bilimsel bir gerçek” hâlinde sunmak için, uzun zaman çaba göstermiştir. “Tarihten önce var olmak”, insandan da önce olmak anlamına gelir. Yüzeysel bir bakışla bile saçma görünecek bu iddia, milliyetçi bakış açısından tartışılmaz bir hakikât değeri kazanmıştır. Böylece tarihsel materyalizmin “tarih insanla başlamıştır” şeklindeki tezi, milliyetçi tarihçinin elinde, önce “tarih bizim ulusumuzla başlamıştır” biçimini alır, sonra buradan hareketle, bu çarpık mantığın sonucuna ulaşılır: “ilk insan bizim ulusumuzdandır.”
Ya da “Türk ırkı anayurtlarında, yüksek kültür mertebesine varırken, Avrupa, tamamen vahşi ve tamamen cahil bir hayat yaşıyordu,”[32] demektir milliyetçilik...
Ancak aynı iddia, tersine çevrilmiş hâliyle, Kürt milliyetçi tarihçileri tarafından da ileri sürülmektedir:
“İnsanlığı ilk kez mağara hayatından kurtaran, emekleyen çocuğu ellerinden tutup yürüten, uygarca bir yaşamın koşullarını tarihte ilk kez oluşturan, Sümerler ve Kürt halkı olmuştur.”[33]
Bu da, Türk milliyetçi tarihçilerine özgü kof böbürlenmenin tersine çevrilmiş hâlidir.
Türk milliyetçiliği
Türk milliyetçiliğinin kavramak için oluşum tarihine göz atmak “olmazsa olmaz” bir zorunluluktur. Bu da bir hayli gerilere gitmeyi gerektirir.
Bilindiği üzere, 1913 Bab-ı Âli Baskını ile iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, başta üç lideri olmak üzere çoğunluğu Balkan kökenli ve yaşları 30-35 arası değişen bir örgütlenme idi. Kayıp topraklardan gelmiş ve Anadolu’ya nazaran imparatorluğun daha “Batılı” ve “laik” ortamını solumuş, başta Bulgar komitacıları olmak üzere “gerilla” savaşlarının içerisinde “ötekileştirilmiş” bu grup 1912 yılında cemiyet merkezini Selanik’ten İstanbul’a taşıdı. Bu tarih Selanik’in Yunan Krallığı tarafından ele geçirilmesi tarihidir. Söz konusu taşınma sadece merkez teşkilâtının değil; siyasi ve askeri tüm örgüt yelpazesinin (içinde illegal sert çekirdek kadronun “fedailer”, “Teşkilât-ı Mahsusa” ve yarı bağımsız “çeteler”in de bulunduğu) ve sayıları yüzbinleri bulan bir “göçmen” kütlenin de taşınmasıdır. Üstelik, devletin bölgedeki askeri ve idari ekibi de, ki çoğunluğu da ittihatçıdır, Anadolu’ya taşınır. Ama her şeyden önemlisi, deneyimlerinin yanısıra “korku” ve “intikam” duyguları da beraberlerinde Anadolu’ya nakledilir. Anti-Rum ve anti-Hıristiyan duyguların hâkim olduğu bu kayıp toprakların göçmen çocukları, Anadolu’nun aynı kaderi paylaşmaması için, Birinci Dünya Savaşı’nın da sunduğu olanaklardan da yararlanarak, “Müslümanlaştırma ve Türkleştirme” amaçlı nüfus politikasını sahneye koyarlar.
Bunların ışığında, “Ulus inşasının düşünsel temelini oluşturan kimliğin yaratılması” bağlamında Türkiye’de “Resmi Tarih”, “Sermayenin Türkleştirilmesi” hikâyesinden başka bir şey değildir.[34]
Tam da burada çok “anlamlı” bir örnek olarak Halaçoğlu olayına dikkatleri çekebiliriz...
Evet, evet Ogünler’den Yasinler’e, Türütler’den Arifler’e olup bit(mey)enler, tarihin de kanıtladığı üzere bir “tesadüf” değildir, değil mi?
Duymamış ya da hatırlamıyor olamazsınız!
MHP kurultayında sahneyi bozkurt işaretiyle selamlayan İsmail Türüt, daha önce çete lideri Sedat Peker için “Reis” adlı bir şarkı yapan kişidir; Ozan Arif’se 12 Eylül öncesi ülkücü gecelerin vazgeçilmez ismiydi!
Evet, evet Hrant Dink’in katil ve azmettiricilerini öven “Plan yapmayın plan” adlı türkünün söz yazarı Arif Şirin aynı zamanda Malatya’daki misyoner cinayetleriyle ilgili “Müslüman mahallesinde salyangoz satarız diyorlar. Ulan satamazsın, o salyangozu alıp münasip bir yerine sokarlar adamın” diyen[35] ülkücü bir “ozan”dır!
Dahası var; bitmedi!
Daha önce Dink cinayeti davasında bir avukata “Canınız cehenneme, Ermenistan’a gidin” demesiyle tanınan katil zanlılarından Yasin Hayal’in avukatı Fuat Turgut da, -müvekkili gibi konuşup,- “Orhannes Pamukyan’a ben de ‘Akıllı ol, devletine milletine iftira atma’ diyorum,” diye haykırdı...
Hayal’in avukatı Turgut, Dink cinayeti zanlılarını öven, İsmail Türüt’ün söylediği, Arif Şirin’in (yani “Ozan” Arif’in) sözlerini yazdığı “Plan Yapmayın Plan’ türküsüne de tam destek verdiğini açıkladı![36]
Hayır, hayır ne Şirin’in, ne Türüt’ün, ne de Turgut’un tutumları TCK 301 kapsamına girmeyeceği gibi, TCK 301’i de pekiştirir...
“Sonuç” (mu?)
Soru(n)larla malûl bir alanı(mızı) oluşturan milliyetçilik (ve “milli yarar”) konusunda daha çok çalışmak, eleştirmek, açıklamak ve sınıfsal gerçekleri yığınlara maletmek zorundayız...
Bu hem zor, hem de kolay!
“Zor” çünkü, burjuva ideolojisine karşı mücadelede zaaflarımız söz konusu! “Kolay” çünkü, her şey en “ama”sız/“fakat”sızından orta yerde; ve işte iki örnek!
İlki: “Gazeteye bakıyorum, Malatya ile Elazığ’ın takımları arasında futbol maçı olmuş (‘futbol’dan başka ne olabilir zaten?). Maçta, ‘Ermeni Malatya’ diye slogan atılmış ve kavga çıkmış (başka ne çıkabilirdi?). ‘İki Elazığspor taraftarı atılan taşlarla’ yaralanmış. Daha bir yığın vahşet olayı, eşya tahribatı vb. Haberin verilişine göre olayı başlatan ve başından sonuna etkin davranan, Elazığlılar. Bu da tuhaf, çünkü adamlar deplasmanda. Malatya ise öyle Ermeni filan olmadığını, daha geçenlerde, Hıristiyan boğazlayarak kanıtlamış. (...)
İki kent halkı birbirlerine ‘Ermeni’ diye bağırıp taşa tutacak ve bu ülkede Ermeni azınlık huzur içinde yaşayacak. 2007 yılında bunların olduğu toplumda 1915’te ne olduğunu tartışacağız, ayrıca”![37]
Diğeri de: “Şu ‘iğne’ ve ‘çuvaldız’ üstüne bir atasözü vardır, çok doğrudur. Bütün dünyada geçerli olan çok genel bir eğilimi anlatır. Başkasında kusur bulup bunu eleştirmeye, bununla alay etmeye, böyle şeyler yapmaya çok yatkınızdır...
1 Eylül 2007 Cumartesi: birkaç gazetede Bulgaristan’dan fotoğraflı bir haber var. Milliyetçi-ırkçı Bulgarlar Osmanlı’dan kalma bir çeşmeyi balyozlarla parçalıyorlar. Çirkin, iğrenç bir olay. Elbet tam aynı şey değil, ama tarihi bir eseri parçalayan kişilere, can alan kişilere yakın diyebilecek kadar tepki duyarım. O çeşme yalnız Osmanlı da değil, artık bütün insanlığın malı. Nasıl bir ideolojidir ki, adamın eline balyozu tutuşturup çeşme yıkmaya gönderir?
Fener’de ünlü Bulgar Kilisesi vardır. Demirden yapılma. Birçok ilginç hikâyesi var. Çok da güzel. Bunun bahçesinde metropolitlerin mezarları bulunuyordu. Başlarında melek heykelleri, falan. Derken, Bulgaristan’da malum Türk baskısı başladı. Kilisenin bahçesindeki heykellerin başları, kolları, meleklerin kanatları koptu. Heykeller şimdi binanın içinde, bizim ‘milli hislerimiz’den korunmak üzere. Biliyorum, birileri hemen ‘Önce onlar yaptı’ diye ortaya atılır. Bu gibi Vandalizmlerin öncesi, sonrası olmaz. Onun önce yapmış olması, benim bir sanat eserini imha etmemi haklı göstermez...
Son haber, gene Bulgaristan’dan; 4 Ağustos tarihli Milliyet, orada bir partinin ‘Bulgaristan Bulgarlarındır’ diye slogan attıklarını yazıyor. Irkçı bir partiymiş bu. Biz de bunu yapanları AB’ye şikâyet etmişiz. Bu da doğru. Çok ilkel bir slogan. Kökeni de Makedonya’nın VMRO’su (Bulgaristan’daki onlar da olabilir).
Tabii bu aynı zamanda Hürriyet’in, logosunun altındaki sloganı. Ne tuhaf rastlantılar, değil mi?”[38]
Devam ediyorum: “Yavru Vatan Kıbrıs” teraneleriyle “sarsılanlar”a, kim bilir belki üzerinde “düşünürler (mi?)” diye somut bir örnek daha nakledeyim:
“İstanbul’da ölen yakınlarını Diyarbakır’daki Ermeni Mezarlığı’na gömmeye giden bir grup Ermeni, mahalleden bazı kişilerin kışkırtması sonucu çocuklar tarafından taşlandı.
İstanbul’dan Diyarbakır’a giden bir grup Ermeni, eski hâl yakınlarındaki Hıristiyan Mezarlığı’nı ziyaret etmek istedi. Ancak bu sırada kimliği belirsiz kişilerin kışkırtması üzerine 100. Yıl İlköğretim Okulu öğrencileri, Ermenilere küfrederek taşlarla saldırdı.
Yaklaşık 58 yıldır aile olarak Ermeni Mezarlığı’nın bekçiliğini yaptıklarını ifade eden Özgüner İlkılıç, ‘Saldırıya uğrayan Ermeniler, İstanbul’da bir kadının ‘Ben ölünce beni kocamın yanına gömün’ vasiyeti üzerine geldiler. Burada öncelikle mezarlıkları ziyaret ettiler. Bunu gören çevre sakinleri ve okul öğrencileri küfürle ve taşlarla saldırmaya başladı’ dedi”![39]
Diyeceklerimi “tamamlıyorum”!
Cumhuriyet Forumu’nun internetteki “Ahbarik Hrant ve Ermeni Meselesi” tartışmalarında (sevgili eşim/ yoldaşım Sibel Özbudun’la birlikte) ismi zikredilen(lerden) birisi olarak ben de (Şahin her kimse?! onun tarafından) “vatan haini” ilan edilenlerdenim... “Ermeni olmadığı(zı)” öğrenen o zat (Şahin her kimse?!), “Ermeni değiller ne demek? Ermeni olsalar ne olur olmasalar ne olur? Ülkeyi içten vurmak için Ermenilerden daha Ermeni olanlardan kork!”[40] diye ekliyor...
Cumhuriyet forumunda hızını alamayan(lar)a ne demeli?
Şahin ya da “Şahinler”; “azız” ve “elbette azınlıkta olacağız”!
Bunun içindir ki, topraklarında taşlananlarla birlikte olacağız!
Sonra “milliyetçi olmamayı” (ve sonuçları her ne ise bunları da) göze alanlardan olarak taşlanmayı, prangalanmayı, kurşunlanmayı da göze alacağız”!
Onların suratına bir kez daha Komünist ozan Nâzım Hikmet’in “Vatan Haini” şiirini haykıracağız...
Dememiz odur ki adına Türkiye denilen Anadolu’da, 2007 yılında kaleme aldığımız bu yazının tek ve samimi muradı “Milliyetçilik mağarasından çıkmayı” önermektir!
Son sözü Terentius’a bırakıyorum...
“Yapmaya alıştırdığımız işlerden binde biri bile kendimizle doğrudan doğruya ilgili değil. Bakarsınız bir adam canını dişine takmış, kurşun yağmuru altında, yıkık bir kale duvarına tırmanıyor bütün hıncıyla; bir başkası karşı tarafta, kan revan içinde, aç susuz savunuyor o kaleyi ölesiye: Kendileri için mi gösteriyorlar bu yararlığı? Uğrunda ölecekleri ve hiç görmedikleri insan belki o sırada kılını kıpırdatmadan keyif sürmektedir.”
“Milli Yarar(sızlık)” işte böyle bir şey... Bizim olmayan, bize düşman olan için ölmek...
4 Ekim 2007 10:03:42, Ankara.
Notlar
[1] 7 Ekim 2007 tarihinde Antep’te Çoban Ateşi Gazetesi’nin, Fikret Başkaya ile Sinan Çiftyürek’in de katılımıyla düzenlediği “... ‘Milli Yarar’ Siyaseti ve Halklar” başlıklı panelde yapılan konuşma... Kaldıraç, No:93, Ekim 2008…
[2] George Orwell.
[3] Jacques Derrida, Marges de la Philosophie, Paris, 1972, s.72.
[4] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler-Milliyetçiliğin Kökleri ve Yayılması, çev: İskender Savaşır, Metis Yay., 2. Baskı, 1995, s.52-62.
[5] Etienne Balibar-Immanuel Wallerstein, Irk Ulus Sınıf-Belirsiz Kimlikler, çev: Nazlı Ökten, Metis Yay., 2. Baskı, 1995 içinde Etienne Balibar , “Ulus Biçimi: Tarih ve İdeoloji”, s.109-133.
[6] E. J. Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: “Program, Mit, Gerçeklik”, çev: Osman Akınhay, Ayrıntı Yay., 1993, s.27.
[7] Anthony D. Smith, Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, çev: Derya Kömürcü, Everest Yay., 2002, s.125.
[8] Carlton J. H. Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, çev: Murat Çiftkaya, İz Yay., 1995, s.228.
[9] Mete Çubukçu, “Kimlik Politikaları Yetmez”, Radikal Kitap, Yıl:6, No:337, 31 Ağustos 2007, s.24-25.
[10] Craig Calhoun, Milliyetçilik, çev: Bilgen Sütçüoğlu, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay.:167, 2007, s.71.
[11] Anthony D. Smith, Milli Kimlik, çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay., 1994, s.9.
[12] Ulus İnşası, editör: Jochen Hippler, çev: Algan Sezgintüredi-Burhan Şaylı, Versus Yay., 2007 içinde Jochen Hippler, “Şiddetli Anlaşmazlıklar, Anlaşmazlıklardan Kaçınma ve Ulus İnşası: Terminolojik ve Politik Konseptler”, s.14-15.
[13] Büşra Ersanlı Behar, “Milliyetçilik Teorileri; Avrasya’da Siyaset ve ‘İlişkiler’...”, Türkiye Günlüğü Dergisi, No:50, Mart-Nisan 1998, s.14.
[14] Mehmet Ali Kılıçbay, “Milliyetçiliğin Kimyası”, Türkiye Günlüğü Dergisi, No:50, Mart-Nisan 1998, s.58-59.
[15] M. Naci Bostancı, “Etnisite, Modernizm ve Milliyetçilik”, Türkiye Günlüğü Dergisi, No:50, Mart-Nisan 1998, s.41.
[16] Anthony D. Smith, “Milliyetçilik ve Kültürel Kimlik”, Türkiye Günlüğü Dergisi, No:50, Mart-Nisan 1998, s.112.
[17] Sinan Özbek, Irkçılık, Bulut Yay., 2003, s.117.
[18] Nevzat Kösoğlu, “Türk Ülkücülüğü”, Türkiye Günlüğü Dergisi, No:50, Mart-Nisan 1998, s.144.
[19] Alparslan Türkeş, Ahlâkçılık, 9 Işık Yayınevi, 1977, s.7-8.
[20] Hüseyin Sadoğlu, Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay.:44, 2003, s.153-168.
[21] Alparslan Türkeş, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası Sorgu, Mayaş Yay., 1982, s.72-73.
[22] Nevzat Kösoğlu, Türk Kimliği ve Türk Dünyası, Ötüken Yay., 1996, s.100.
[23] “Osmanlı vakanüvislerinin ‘şenlendirme’ olarak isimlendirdikleri göçürme hareketleri imparatorluğun son dönemine kadar sürmüş ve ulusal hareketler doğduktan sonra da ayrılıkçı potansiyel taşıyan bazı din ve etni gruplarını cezalandırma ve nötralize etme biçimlerine dönüşmüştür. 1915 ‘Ermeni Tehciri’ bu yöndeki Osmanlı operasyonlarının kuşkusuz sonuncu ve en dramatik halkasıdır.” (Taner Timur, “XIII. Yüzyıldan XX. Yüzyıla Osmanlı Tarihinde Göç Olgusu”, Toplumsal Tarih Dergisi, No:165, Eylül 2007, s.30.)
[24] Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik, Editör: Stefanos Yerasimos-Günter Seufert-Karin Vorhoff, İletişim Yay., 2001 içinde Kemal Can, “Radikal Milliyetçiliğin En Büyük Örgütü: Ülkü Ocakları”, s.217.
[25] Tanıl Bora, “Cumhuriyet, Demokrasi ve Muhafazakâr Türk Cumhuriyetçiliği”, Birikim Dergisi, No:115, Kasım 1998, s.27.
[26] Kemalist İdeolojide Eğitim: Erken Cumhuriyet Dönemi Tarih ve Yurt Bilgisi Ders Kitapları Üzerine Bir İnceleme, Ankara, Turhan Kitabevi, 2005, s.468.
[27] Kemalist İdeolojide Eğitim: Erken Cumhuriyet Dönemi Tarih ve Yurt Bilgisi Ders Kitapları Üzerine Bir İnceleme, Ankara, Turhan Kitabevi, 2005, s.183.
[28] Esra Elmas, “Sevgili Atatürkçüğüm”, Hayy Kitap, 2007.
[29] Feza Kürkçüoglu, “İçişleri Bakanı Namık Gedik, 6-7 Eylül 1955’deki Saldırıyı Şöyle Tanımladı: ‘Bu Bir Galeyan-ı Millidir’!...”, Birgün Pazar, 2 Eylül 2007, s.9.
[30] Vatandaşlık ve Etnik Çatışma - Ulus Devletin Sorgulanması, Hazırlayan: Haldun Günalp, Metis Yay., 2007 içinde Soner Çağaptay, s.25.
[31] “Koç: Bizans Bizim Değil Diyemezsiniz”, Milliyet, 26 Haziran 2007, s.3.
[32] Türk Tarihinin Ana Hatları, aktaran İ. Beşikçi: “Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi ve Kürt Sorunu, Yurt kitap Yayın, s.89.
[33] Cemşid Bender, “Tarihte Kürt Halkının Yeri”, Teori Dergisi, Nisan 1990.
[34] Resmi Tarih Tartışmaları -II-, Editör: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Kitaplığı: 56, Maki Yay., 2006 içinde Sait Çetinoğlu, “Sermayenin ‘Türk’leştirilmesi, s.79-152.
[35] “Onlarınki Küfür Hürriyeti”, Radikal, 23 Eylül 2007, s.7.
[36] “Müvekkil Gibi Avukatı da Tehditçi”, Radikal, 27 Eylül 2007, s.5.
[37] Murat Belge, “Üçüncü Millet”, Radikal, 8 Eylül 2007, s.11.
[38] Murat Belge, “İğne ile Çuvaldız”, Radikal, 4 Eylül 2007, s.11.
[39] “Ermeni Gruba Taşlı Saldırı”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2007, s.7.
[40] http://www.cumhuriyetforum.org/forum/index.php?showtopic=11533&st=70&p=298... 18.02.2007