18 Ekim 2008 Cumartesi

Aşkın Uluslararası Bahçesi; TAGORE'nin ülkesi Hindistan'a gidiyoruz.

KAMERANI AL DA GEL...

Program:
27.10.2008 İstanbul Atatürk Havalimanından Hindistan'a Hereket...
28.10.2008 Yeni Delhi'den Trenle Kalküta'ya Hareket...
03.11.2008 Yeni Delhi Havalimanından İstanbul Atatürk Havalimanına hareket...
İletişim: Film For Peace, Mutlu Şahin: +90 555 305 1 222

"Ne aptallık! Arzularımın sonu yok. On bin yıl da, yüz bin yıl da geçse, istediklerimin hepsi gerçekleşebilir ve aklıma yeni istekler gelir...Dünyayla ilişkiyi kesmek bilgenin nihai kurtuluşu için tek yol; dünyayla ilişkiden ancak sayısız hata doğuyor. Bundan böyle kendimi ruhumun kurtuluşuna vereceğim." TAGOR'E

Tarihten, yaşamdan kaçışın, dünyadan el etek çekmenin bir erdem olarak övülüp kutsandığı bir ülke Hindistan. Yoga'ya durmuş bir bilgeyi, ne rihter ölçeğindeki şiddetli bir deprem, ne Himalaya Dağlarının palas pandıras yıkılışı ne de Hint Okyanusunun o muhteşem taşmışlığı Yoga'sından ayırabilir. Ayırabilir ne kelime, göz kapaklarını bile böylesi bir tufanda kırpıştırmaz dersek herhalde mübalağa sanatından alıntı yapmış olmayız.

'Kulak ver ey yüreğim
Aşkı dokur senin için
Fısıl fısıl aşkı dokur dünya'
T A G O R E

Öylesine ki, gökyüzü görünmez tanrılardan. Ya toprakları? Anadolu'dan hemen hemen 4-5 defa büyük olmasına rağmen tanrılar kendi tapınaklarını yaptırmakta konut sıkıntısı çekerler de, sıra beklerler adeta. Tanrıların derdi sadece bu kadar olmasa gerek. Daha beteri var; 850 ayrı dil konuşulur bu ülkede (dünyadaki dillerin yaklaşık üçte biri). Tanrıların işi zor mu zor o ülkede anlayacağınız. Acaba Tanrılar, kullarının meramını anlayabilmek için, her gün harıl harıl dil kurslarına mı gidiyorlar bu kutsal ülkede? diye merak ediyor insan. Bir Hindu'ya sorsanız "sizin tanrınız kim?" diye, size şöyle diyecektir, "ama sen hangisini öğrenmek istiyorsun?" Yine de tek tanrılı bir din olarak yorumlanır Hinduizm. İsa olsun, Muhammed olsun, Budha olsun... bunların hepsi tanrının bir başka görüntüsünden başka bir şey değil, bir Hindu' ya göre.

Fakat en büyük tanrı Brahman,ondan sonrakiler; Krişna, Sıva Meru, Rudra, Soma, Şavitri, Agni, Vayu ... hep Brahman'ın farklı görünüşünden başka bir şey değil.

'Vurur dalgalarını yüreğim
Kıyılarına dünyanın
"Seni seviyorum"
İmza göz yaşlarımdır' TAGORE

Normal bir Hindu için tanrıya ulaşmanın en alışılagelmiş yolu, ona kişileştirilmiş bir tanrı ya da tanrıça aracılığıyla tapmaktır. Dahası, ateşten meydana gelmiş şu yerküre kutsaldır, nedeni; tanrı kendini feda ederek yeryüzü olmuş, alem şekline dönüştürmüştür kendini. Ayak bastığımız bu toprak, soluduğumuz şu hava ve göze çarpan cismani her şey tanrısal bir varlığın biçim değiştirmiş görüntüsünden başka birşey değildir. Kutsalların kutsalı değil de nedir bu?

''Duman göğe övünür
Kül, toprağa:
Biz ateşin kardeşleriyiz"
Kali'yi Şiva'nın üstünde

Antik-Grek dünyasındaki Olimpos'lu tanrılar ve tanrıların tanrısı Zeus'un bir çağrışımı vardır buradaki mitolojik öykünme ile din anlayışında. Olimpos'lu tanrıları ve tanrıçaları Homeros'un yarattığı söylenir o muhteşem eseri İlyada ve Odessya ile. Hindu dinini ve tanrılarını ise kutsal Veda'lar (M. Ö 1500-500 yy'ları) yaratmıştır. Veda'lar beş kolleksiyonluk bir yapıt olup, Veda kahinleri tarafından yazıldığı söylenir. "Gita" olarak adlandırılan şiirler ise dini inancı, ruhani bir estetikle süsler. Zengin Hint mitolojisinin ve destanlarının karması niteliğinde Ezop dilinin çiçekli bir anlatımıdır bu. Gerçek nerede başlar? Mitolojiye nerede karışır? Bu yapıtlarda bilinmez. Her şeyde esrarengiz, gizem dolu bir hava... Boşuna dememişler dinlerin ve gizemciliğin beşiğidir Hindistan, diye.

VII. ve XII. yüzyıllarda bu söz doruktaydı. Asya'da üç büyük uygarlık merkezi aydınlatmaktadır yaşlı kıtayı; Hindistan, Çin! ve İran. Kültür, sanat, edebiyat, ticaret ilişkileri ve felsefe alanında birbirini etkileyecek, borca bile vereceklerdir birbirlerine tanrılarını... Kovulan, kapı dışarı edilen tanrılar da yok değil. Hindistanlı acıların çocuğu Budha kapı dışarı edildi bir ara Çin'den. Hindistan'da da başına aynı şey gelmişti. Herhalde Hakan şöyle demişti; "Bre zındık, senin yüzünden iş güç ortada kaldı, millet manastırdan çıkmaz oldu, Nirvana'ya ereceğim diye diye neredeyse biz Hakanlar tarlada ırgatlık yapar hale geldik, zaten Allah diye bir şey de tanımazsın daha ne demeye dolaşırsın ortalıkta..."

Orta Asya'dan gelen göçler, istilalar (özellikle Moğol ve İslam) taş üstünde taş bırakmadılar Hindistan' da. Hint içine kapandı tıpkı bir Kaplumbağa gibi. Kadınlarını bile sokağa salmadılar, tedbir olarak; "döl karışımı" olmasın diye. Gel gör ki, İslam'ın kılıcı ne kadın tanıdı ne erkek. Bugünkü Müslüman nüfus, o dönemki zorun ve ceberrut uygulamanın sanki günah çocuğu, "Zor"u küçümsemeyiniz.Daha sonra Portekiz, İspanyol, Hollandalı ve İngiliz tüccarları dayandı kapıya. Bu sonuncular kalıcıdır artık.

Hindistan'ın İngiliz İmparatorluğu için ayrı ve çok özel bir yeri vardı. İngiliz kapitalistlerinin orta direğiydi Hindistan, baharat ve mücevher deposuydu. Dahası, Asya'ya giden bir köprü, Srilanka'dan Kore'ye uzanan. Baharat deyip geçmeyin, bir çuvalı köşeyi dönmek için yeterliydi o tarihlerde Avrupa'da. Bir de olağanüstü Vali diktiler Hindistan'ın başına; Hintli bakanlar valiye danışmadan öksürme yetkisine bile sahip değillerdi.

Ve, inanır mısınız; 1840'lı yıllarda İngiliz İmparatorluğu ile Çin arasında süren Afyon savaşındaki bütün afyonlar burdan, yani Hindistan'dan gitti Çin'e. Onlarca tanrının uyuşturduğu bu insan yığını, bir taraftan tanrılarına ulaşmak için meditasyon ve Yoga yaparken, diğer taraftan harıl harıl tanrıların armağanı denilen kenevir tohumu ve afyon üretiyorlardı Çin için. Afyonu (haşhaş başlarından yapılan çizintilerden sızarak pıhtılaşan süt) Sümerler "neşe bitkisi", Homeros ise "tanrısal içki" diye tanımlar.Onlar "afyon"u tanrıya daha yaklaşmak, meditasyonda çabuk konsantre olmak için kullanıyorlardı. İngilizlerin, tanrıların bu köleleştirmesine itirazları elbette yoktu Ama işlerini ne yapacağı belli olmayan, tapınaklarda işsiz güçsüz oturan tanrılara bırakma yerine, deyim yerindeyse; eşeklerini önce sağlam kazığa bağlayıp, sonra tanrılara emanet etmeyi seçerek, afyonkeş bir toplum yaratmaya giriştiler Hindistan'dan Çin'e kadar...

Sanmayın ki başarısız oldular, bizdeki misafire çay, kahve ikramının yerini afyon almıştı çoktan. Ey umut! Bir kez katledilmeye gör, ne canavarlar yetişir o "muhteşem" kucağında... R A B İ N D R A N A T H T A G O R' E

Eğer el etek çekmişse dünyadan bir Hint fakiri, sessizleşmişse eğer muhabbet kuşları, akşam koşar adım iniyorsa dağların doruklarından, okyanusun kıyılarını yalıyorsa Sam yelleri,öpüşüyorsa gecenin yıldızları dudak dudağa ter ver şehvet içinde ve de kırmışsa o aşkın domur vermiş dallarını sonbahar rüzgarları? Bilirim o geldi, o kapımda, hemen yanıbaşımda...

''Ben uyur kalırım
Sabahın erinde beni uyandır
Arkadaşın say beni
Sabahın erinde uyandır
Beni uyandır
Çiğ kalkmadan taze çime varalım'' TAGORE

Nobel ödülünü aldığında Tagore (1913), bir yazar onun için şöyle diyordu; "Hindistan'ı görmekle Hindistan'ı tanıyamazsınız, eğer gerçekten Hindistan'ı tanımak, görmek, anlamak istiyorsanız Tagore'yi okuyun." Bir ressam Hindistan'ı hiç görmeden yalnız Tagore'yi okuyarak resmini olağanüstü bir şekilde yapabilirmiş. Ya aşk? Eğer aşka bir tanrı aranıyorsa hiç çekinmeden Tagore'yi "aşk tanrısı" ilan etmek gerekir. O her ne kadar kendisini Brahman (arzulamayan, istemeyen, arzusu ruh olmuş) ilan etmişse de, feryad-ı figan bir bülbül gibi aşkı çağırır, usul usul aşkı dokur bu bilge, yani arzular ve ister sevgiliyi...

Hoşça kal aşkım
kal sağlıcakla
Birlikte yürüdük bunca yolu
birlikte geldik
Hoşça kal aşkım
kal sağlıcakla
Kal güzelliğinle
esenlikle mutluluklarla.

Ünlü Kalidasa' (M.S. IV. ve V. yy larda yaşadı, şiirlerini kutsal dil olarak tabir edilen Sanskritçe yazdı) dan sonra Hindistan'ın dünya edebiyatına verdiği en büyük armağandır Tagore.

6 Mayıs 1861 yılında Kalküta'da dünyaya geldi. Kalküta, Hindistan'ın en büyük entelektüel merkezlerinden biriydi. Hâlâ da öyledir. Gerek Ghandi, gerekse de Naksalbari isyanının önderi Çaru Mazumdar'ın yetiştiği yerdir aynı zamanda Kalküta. Din adamları sınıfından geliyordu Tagore, varlıklıydı. Genç yaşında aşık oldu ve evlendi. Çoluk çocukları sardı etrafını kısa sürede. Uzun sürmedi bu mutlu günleri, önce çok sevdiği, ilk göz ağrısı karısını, ardından birer birer çocuklarını kaybetti. Acı ateş olup düşmüştü bir kez yüreğine; Karısı ve çocuklarına adadığı yığınla kitaplar ve çocuk şiirleri, hikayeler yazdı. Çektiği acıları biraz olsun dindirebilmek, paylaşmaktı acılarını birileriyle. Ama acılar düştüğü yeri yakıyordu kor olmuş ateş gibi. Acılar, insan sevgisini doruğuna çıkardı yazılarında. Sanki kutsal ırmak Ganj ve İndus, birleşti ve taştı onun bağrında. Uğul uğul, avaz avaz seslendi uzun yıllar insanlara, aşka çağırdı cümle alemi; din, dil, ırk farkı gözetmeksizin...

Durmaya vaktimiz yok.
Hepinizi çağırıyorum.
Ancak bugün varız bunu bileşeniz
Yüreklerimiz yarılmadan
burkulmamışken daha
Hepinize gelin diyorum.
Hepinizi çağırıyorum.

Yapmış olduğu seyahatlerde, verdiği konferanslarda ırkçı faşist düşüncelere cepheden savaş açtı. İngiliz emperyalizminin halkını köleleştirmesine, horlanmasına da duyarsız kalmadı Tagore. İngiliz emperyalizminin kendine verdiği "SiR"lik unvanını fırlattı attı suratlarına. Ghandi'nin yürüttüğü güdük "ulusal bağımsızlık" hareketine de katıldı. "Dünyada ayak basmadığım yer kalmadı" der bir söyleşisinde. Gerçekten de tüm dünyayı dolaştı Tagore. Bir İbni Batuta, Evliya Çelebi, bir Marco Polo gibi seyyahtır sanırsınız. Ve bin yılların acısını, kahrını sırtına almış Atlas gibidir O. Dolu dolu gözleri, duygu dolu bakışlarıyla yüreğinde kopan fırtınalar, çıkış kapısı zor bulmuş da vurgun yemiş gibi dışarı taşmıştır.

Bir bakarsınız asri yol üzerinde yapayalnızdır.Bir bakarsınız ay ışığına basa basa ilerlerken, edebiyatın gözyaşları içerisinde sevgilisini arar, sorar yalvarır... Bir bakarsınız çığlık çığlığa kapısının önüne çağırır sevgiliyi; "gel testini benim gölümden doldur" der.

'Kadehin yap beni
Senin için dolayım'
7 Ağustos 1941 yılında ayrıldı bu dünyadan Tagore. Son nefesine kadar aşka çağırdı insanları.

'Yüreğimde karanlığın şavkını yak
Gece aşkın söylesin'

Eğer bana sorarsanız, hani şu Harappa yıkıntılarının üzerinde öten kuş var ya, O'dur Tagore. Kah Himalaya Dağlarının yücelerinde, kah has bahçenin derinliklerinde öten bir şeyda bülbül gibi serenadın doruğunda, aşka çağırır tüm insanları gündüz ve gece... Hangi insan duyarsız kalır şu çağrıya: Bakın ne diyor;

'Beni an ben yokken
Ben yokken-ben sıladayken
Ben gittiğimde beni an
Yıldızlı suskunluğun kıyısında
Gün batarken - son ışıklara
Bakar gibi - beni an
Ara sıra...'

Ve bir soru; acaba aşkı yasaklar ve acılar mı var etti dersiniz? Eğer öyleyse, dünyanın kapısına "yasaklamak yasaktır!" diye niçin yazmayalım?

Tagore'yi anıyoruz.
Kaybedilmiş aşklar ve kazanılacak sevgiler uğruna...