Biz, bize yapılmasa bile, her türlü haksızlığa karşıyız. Örnekse, Coşkun Büktel ve onun soylu yapıtı Theope'ye iftira atıldığında, bu iftiraya karşı çıktık, çıkıyoruz, çıkacağız. Frankfurt Kitap Fuarı tartışmalarında da Nihat Behram'ın tavrını destekliyoruz. Tarafsız kalmak hiç hoşumuza gitmiyor. Behram'ın soL gazetesinde yayımlanan yazısını, olduğu gibi okurlarımızın dikkatine sunuyoruz:
Kında Duran Onur Paslanır
Nihat Behram
30 Temmuz 2008
Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı öncesinde ‘Fuara katılıp katılmama yada katılıp katılmama biçimleri’ yönündeki tartışma, belli ki kimi kişi ve çevreleri tedirgin etti. Duruma tepki veren de oldu, sessiz geçirmeye çalışan da. Daha bir iki yazar ‘katılmama’ yönündeki kararlarını açıklamışlardı ki, Fuar Ulusal Yürütme Komitesi alelacele bir bildiri yayımlayarak, ‘katılmama’ yönündeki eğilimin ‘önünü kesme’ çabası içine girdi. Bildiriyi tüm basın organlarına ilettiler. soL’un konuya ilişkin sorularını büyük kesim yanıtsız bıraktı. Bazı yazarlar, katılma yönünde görüş açıkladı. Bazıları ise, ‘katılmama’ yönünde tavır koyan yazarlara, ‘hükümet ile ülkeyi karıştırmak, sığlık yapmak’ gibi tanımlarla tepki gösterdiler. Katılmama yönünde tavır koyan yazarlara, sadece iki yazardan, son derece net destek geldi. Yurdakul Er, soL’daki yazısında ‘Boykot tek onurlu yoldur!’; Enver Aysever ise Cumhuriyet Dergi’deki yazısında, ‘Gün onurlu olmak yada olmamak günüdür!’ diyordu.
Bütün yazar ve sanatçılar beni ilgilendirmiyor; fakat, kendini ‘devrimci-demokrat safta’ sayan yazar ve sanatçılar için, bu konunun tartışılması kaçınılmazdır. Daveti geri çeviren yazarlar kararlarını gerekçelendirdiler. Sordukları sorular oldu. Katılma savunucularının da, örtüsüz ve açık olmaları gerekir.
Tartışmanın yapılması her şeyden önce bu ülkedeki demokrasi mücadelesini ilgilendiriyor. Sorunumuz, bu fuardan kimin ne ‘kişisel menfaat’ sağlayacağı değil. Sorunumuz, ülkenin içinde boğuştuğu karanlıktır ve aydınlığa çıkma yönündeki demokrasi mücadelesidir. Bunun menfaati, bütün menfaatlerin üstündedir.
Siyasi tarihimizin ‘en üst düzey dönekliği’ gibi bir rekor kırmış olan, Devletin Kültür Bakanı, devletin TV’sinde “Fazıl Say’ın Nâzım Hikmet Oratoryosu’nun programdan çıkarıldığını” bu oratoryonun, “ Nâzım’ın ideolojik yakınlığı açısından Rusya için anlamlı olabilir ama Almanya’ya uygun düşmez” sözleriyle açıkladı. Tek tepki ‘katılmama’ yönünde görüş belirten birkaç yazar ve Fazıl Say’dan geldi. Bakanlık yetkilileri, her zamanki ‘takiyye’ yöntemiyle, ‘bütçe nedeniyle’ bu kararın alındığını söyledi! Başta TYS ve yazar kuruluşlarına, devrimci demokrat yazarlara, bu karar karşısındaki görüşlerini açıklamaları gerektiğini, konunun geçiştirmeye gelemeyecek ciddiyette olduğunu söyledik. TYS yaptığı açıklamada, “Kararın AKP ve Bakanlık etkisiyle değil, Ulusal Komite’ce ve bütçe nedeniyle alındığını, ayrıca Bakan'ın sözlerinde anıt şairimiz Nazım Hikmet’e yönelik bir hakaret bulunmadığını” belirtti. Bir futbol turnuvasında ‘Türkiye’nin dünyaya tanıtımı’ gerekçesiyle kesenin ağzını açanların, uluslararası bir kitap fuarında Ulusal Komite’nin bütçesini sınırlı tutmaları da, Bakan’ın ‘haddini aşan’ sözlerinin ‘hakaret içermediği’ görüşü de ayrıca değerlendirilmelidir.
“Türkiye’ye konuk ülke davetinin bu hükümetten önce geldiği; sorunun hükümetin temsili değil ülkenin temsil ve tanıtımı olduğu; ‘katılmama çağrısı’nın sığlık olduğu, katılma yönünde çalışmalar yapan kuruluşların birçok konuda hükümetten tavizler kopardığı ve ülke kültürünün dünyaya tanıtımı konusunda önemli toplantılar düzenlendiği” söyleniyor.
Fuara katılmama çağrısını ‘sığlık’ diye niteleyenler ‘Ülkenin dünyaya tanıtılması'nın ‘derinliği’nden ne anlıyorlar? Bunu açıklamaları gerekir. Demokratikleşme konusunda anlaşıp, demokratikleşmenin ne olduğu konusunda asla ve asla anlaşamadığımız, kafa yapıları nedeniyle anlaşmamızın mümkünü olmayan insanlarla, bu kez ‘dünya vitrininde barış içinde bir fotoğraf’ vermek mi, bu ‘derin ülke tanıtımı’nın özü? Daha da ötesi, tarihinde hiçbir zaman olmadığı kadar güçlü ve kalabalık bir kadroyla bu vitrinde yer alacak olan dinci, şeriatçı kesimce, ülkenin onuru olan devrimci demokrat yazar ve sanatçıların figüran olarak kullanılmayacaklarının garantisi ne? Bundan kuşkulanmamak için de çok derin düşünceler taşımaya gerek yok. Yazar ve sanatçı kuruluşları, konuları belirlenmiş okuma, söyleşi, imza gibi etkinlikler dışında, bu ülkedeki karanlık hesaplara karşı ne gibi eylem hazırlıkları içinde oldular? Sözgelimi, yazar kuruluşları stantlarında ‘Sivas Kıyımı’nda katledilen yazar ve sanatçılarını anacaklar mı? Türkiye’yi dünyaya tanıtma perspektifleri ne? Hâlâ Türk vatandaşı sayılmayan, yani ‘vatan haini’ statüsü devam eden Nâzım Hikmet’le ilgili, yine tüm dünyada tanınan F. Say’ın bir eseri olan ve çok değerli sanatçımız Genco Erkal’ın da yer aldığı gösterinin fuar programından çıkarılma ‘özrü’nü, kendilerine bu konuda soru soranlara, Kültür Bakanı gibi, yada ‘bütçe sınırı’yla mı açıklayacaklar? Türkiye’nin Konuk Ülke davetiyle ilgili toplantıda, Fuar’ın Alman yetkilisi konuşmasında Türkiye’den “Nazım Hikmet’in ülkesi” diye söz edip, Nazım’dan dizeler söylerken, Türk yetkili, konuşmasını Kuran’dan sözlerle yapmıştı. Bu ‘kafa’nın, Nazım’ın fuara damga vurmasından rahatsız olacağını görmek çok mu zor? Kanayan bir yaramız olan ‘diller, kültürler’ yanımız, fuarda mirasımızdaki derinliğiyle mi işlenecek? Bu konu da yine ‘Bakanlıktan koparılmış bir taviz’ olarak, göstermelik, yüzeysel mi geçilecek? Yoksa işin, ‘Bu fuar sadece bir ülke tanıtımı ve ticari bağlantılar mekânı!’ gibi ticari ve turisttik bir stratejisi mi var? Yada, kitap fuarına da ‘spor turnuvalarına’ baktığımız gözle mi bakacağız? O zaman, kendini devrimci demokrat sayan yazarlarla, devrimci demokrat yazarlığın bu türden stratejilerdeki yerini tartışalım. Bu yılın 1 Mayıs’ında yaşadıklarımızdan başlayarak.
Sözü çayır bayır dolaştırmanın alemi yok! Geçtiğimiz ayda ‘Sultanahmet Kitap Günleri’ düzenlendi. ‘Hayrinnüsa Gül’ün Himayesi'nde’ diye açıklandı. Ticari yayınevleri konumuz değil, fakat kendilerini ‘devrimci demokrat’ diye niteleyen, yazılarında ‘keskinliği’ kimseye bırakmayan yazarlar, yayın politikalarını ‘devrimcilik’ olarak belirleyen yayınevleri bu etkinlikte yer almalarını, merak ediyorum, nasıl açıklıyorlar? Ticari çıkar, kariyer hesabı, popülerlik gibi durumlarda devrimci tavır, demokrasi mücadelesi ‘hesap’ işi mi oluyor? Hele ki yurdumuzda, bu türden etkinlik ve davetlerde bir saflaşma yaşanırken. İşte, Cumhurbaşkanı’nın davetine katılan sanatçılar, işte katılmayan Erkan Oğur; işte AKP organizasyonlarında yer alan sanatçılar, işte ‘bir milyon dolar da verseler yokum’ diyen Edip Akbayram. Kitapları ticari yayınevlerinde çıktığı halde ‘dincilik, gericilik, liberalleştirme manevralı’ bu türden etkinliklere katılmayan, benim de dahil olduğum yazarlar da aynı tavrı sergilemektedir. Bu saflaşma, yazar sanatçı kuruluşlarını, kendilerini devrimci demokrat sayan yazar ve sanatçıları ilgilendirmemeli mi? Liberalizmin tatlı zehri kimin ruhunda ne kadar etkili? ‘Dostlar kırılır’ diye bakmayalım mı?
Türkiye’nin temsili! Hayrinnüsa Gül, Avrupa’da Türkiye’yi temsil ediyor! “Beynimi değil saçımı örttüm; siz benden korkuyor musunuz!” diyor. Korkunç bir temsil değil mi? Saçını örtmesinin beyninin kara bir örtü altında olduğu korkunç gerçeğinden habersiz mi? Hadi o habersiz, ya haberli olanlar, suskunları, davetlileri, protokolünde yer alanlar, himayesinde şiir okuyup kitap imzalayanlar? Kara örtü altında bir oyunun figüranları değiller mi? Böyle bir korkunç manzara altında kalma durumunda devrimci yazarlar ne yapacaklar? Bu manzaraya figüran olmaktan kurtulmak için bir ortak hazırlıkları var mı? ‘Olabilecek olumsuz durumlara’göre, kendi adlarına bir çıkış mı arayacaklar? Bu güvenin kaynağı ne?
Evet, bir ülkenin hayatında an olur, böyle kesin ve keskin saflaşmalar, kendini dayatır.
Bu fuar yıllardır düzenleniyor. Önceki yıllarda katıldığım, izlediğim bir fuardır. Kenan Evren Dönemi’nde de, Türkiye’nin katılacağı, daha öncesinden belliydi ve resmi stantlar öteden beri bu fuarda açılmıştır. Fuarlara katılmama biçimleri kadar katılma biçimleri de önemlidir. Söz gelimi, ben bu fuara 1989 yılında da katıldım. O yılki katılma biçimim ‘baskın’ türüydü. ‘Sorun hükümetin değil ülkenin tanıtımı’ diye savunanlara karşı, bir örnek olarak açıklıyorum: 1989 yılındaki Frankfurt Fuarı’na, 40 devrimci militanla katıldım. Türkiye’nin kitap cehennemi olduğu, 12 Eylül despotizmiyle, cezaevlerinin yazar ve sanatçılarla dolu olduğu bir dönemdi. Birlikte geldiğim devrimciler açılış kokteyli sırasında Türkiye Kültür Bakanlığı resmi stantını çevrelediler. Bakanlık yetkilileri ve birçoğu kendini devrimci demokrat sayan yazar ve yayıncılar, ‘patlak veren olay’ karşısında şaşkına döndüler. Ses sadece, servis yapan garsonların korkudan ellerinde titreyen tepsilerindeki içecek bardaklarının zangırtısı ve her biri dünyanın bir ülkesinden basın mensuplarının fotoğraf ve kamera tıkırtısıydı. Öyle bir ortamda, Türkiye’deki demokrasi düşmanlığından söz ettim, cezaevlerindeki yazar ve sanatçı arkadaşlarım adına konuştum. Arkadaşlarım konuşma metnimin değişik dillerdeki basılmış halini basına dağıttılar. Evet fuara katıldım. O günün koşullarında bu katılma biçimiyle. Bir gün sonraki Türkiye gazetelerinde ‘Bir grup terörist Türk standını basıp, hadise çıkardı!’ diye yazsa da, o akşam dünya televizyonlarına, ‘Bir grup demokrasi savaşçısı demokrasi oyununu bozdu!’ diye verdi. O gün o stantdaki kokteylde kendilerini devrimci demokrat olarak niteleyen yazarlar ve yayıncılar da vardı. Ama korkularına yenik düştüler ve bir teki bile Türk Gazeteleri’nin ‘kansızlar, vatan hainleri’ türlü yayınlarına bir tepki açıklaması getirmediler.
Bu yıl, Frankfurt Kitap Fuarı’na katılan ve kendilerini devrimci demokrat sayan yazar ve sanatçılara, sormaya hakkım var: Türkiye tanıtımını hangi temel ölçüler belirliyor? Dünyada Türkiye’nin onurlu temsilcilerin en önde geleni Nâzım Hikmet değil mi? Ve o ‘hâlâ vatan haini’ statüsünde değil mi? Onur konuğu ülkenin onuru yaralı değil mi? ‘Frankfur’tan onurumu sakınıyorum’ diyerek ‘oyunda yer almayı reddeden’ bir yazarın çağrısını ‘sığlık’ saymak, ‘kendi ayağına kurşun sıkmak’ diye nitelemek, ‘Türkiyenin tanıtımını bu arenada zayıflatmak’ diye tanımlamak, alelacele bildiriler yayınlamak, Bakanlık’ın ‘takiyye’ açıklamalarına, Kuran’dan sözlerle ülke sunuşlarına sessiz kalışa tepkiyi ‘oyun bozanlık’ saymak işin kolayı. İkna edici değil. Ülkenin yaralı onurunun acısıyla birşeyler yapmayı düşünüyor musunuz? Ne? Herkesten aynı ‘sivil itaatsizlik’ tavrı beklemiyorum; sadece ‘Ne?’ diye soruyorum! ‘Oyun bozanlık’sa oyun bozanlık! Kaldı ki, ‘sanatçılar dünyası’nda her türden ‘bireysel fantaziler’e, ‘hoşgörü’yle bakanların, devrimci düşüncelerle yapılan bu türden ‘oyun bozanlık’lara, tahammülsüzlükleri de ayrıca değerlendirme gerektirir.
Fuar Ulusal Yürütme Komitesi içinde çalışan kuşkusuz ki çok değerli arkadaşlarımız var. Onlar, bildirilerinde, ‘çok zor koşullarda mücadele verdiklerini’ söylüyorlar ve bizi ‘mücadele ile elde ettikleri kazanımlara sahip çıkmaya’ çağırıyorlar. Duyguları anlaşılmaz değil. Elbette ki mücadeleleri saygı da gerektirir. Ama onlar da, sorunun can aldığı ve kaçınılmaz olarak da gelip dayandığı ilkeler ve saflaşmalarda, safını ‘bu siyasi iktidar ve onun Kültür Bakanı’yla hele ki ülkeyi temsil konusunda her türden işbirliğine kesin mesafe’ olarak belirlemiş insanlardan, duygularıyla hareket etmesini beklememelidir.
Frankfurt’ta her yıl düzenlenen bu fuarda, devrimci kuruluşlar, fuara alternatif olarak, hemen fuar çevresinde, devrimci demokrat gösteriler yaparlar. Standlar açarlar. Küresel vahşetten, dünyayı, insanlığı tehtit eden kapitalist emperyalist saldırıya dek, tepkilerini sergilerler. Bu yıl da olacaktır. En azından, devrimci yazar ve yayıncıların o cephede yer alma konusunda bir hazırlıkları var mı?
Batı Basını, İlhan Selçuk’un alınma haberini, “En büyük Türk yazarı olan Nobel ödüllü Orhan Pamuk’a suikast girişimi planlayan örgütün elebaşısı yakalandı!” diye verdi. Bulunduğum ülkede haberi böyle veren yayını ‘Kaynağınız, belgeniz ne?’ diye aradığımda, ‘Haberi doğrulattıklarını!’ söylediler. Doğrulatma kaynakları, bilinen liberal kesimler! Ve zaten, dinci ve tarikatçıların dışında, Batı’nın son dönem gözdesi yazarlar da onlar. ‘Liberalizmin tatlı zehiri’ Batı’nın da ‘demokrasi, özgürlük’ silahı! Bu ‘onur konukluğu’ bir de bunlar için bir başka büyük fırsat olacak. Kendilerini ‘devrimci demokrat’ diye niteleyen yazarlar bu konuda ne düşünmektedirler? Sadece düşünmenin yetmediği, kuru sıkı yanıtların yetmediği bilinciyle yanıtlamalılar.
Bakanlığın, ‘yabancı dillere çevrilen kitaplara 10 bin dolara’ varan maddi destek kararı nasıl uygulanıyor? Hangi yazarlar, hangi kitaplar bu fondan yararlandırıldı? Arkasında dolaylı Soros vakıflar, AB fonları olan ‘yabancı dillere çeviri-yayın’ kurumları var. ‘Ne olursa ve kim olursa olsun bir Türkçe ürün çevirilip yayınlansın!’ diye mi bakmalıyız? Kendilerini devrimci demokrat sayan yazarların bu konudaki düşünceleri ne?
‘Davetin hükümete değil, Türkiye ve onun yazar ve yayın kuruluşlarına yapıldığını’ söylüyorlar. O zaman, kendini ‘devrimci-demokrat’ diye niteleyen kişi ve kuruluşların, her fırsatı ülkede kararmanın zemini olarak kullanan hükümete karşı, sisteme karşı mücadele inisiyatifiyle hareket etmesi gerekmez mi? ‘Hükümetten bu tavizi kopardık, şu hakkı elde ettik!’ türünden açıklamalarla değil. Dost düşman, yerli, yabancı herkes bilir ki, bu coğrafyanın kültür temsilcileri, bugünkü ve benzeri sistem temsilcisi hükümetlerce katledilmiş, yok edilmek istenmiş yazar ve sanatçılardır. Bu fuarda uluslararası boyutta ‘temsil’ edilecek olan bu gerçeklik değildir. Dinci gericilik, bu fırsatı da kararmanın zemini olarak kullanacaktır. Liberalizmin tatlı zehiriyle birlikte.
Kimse, demokrasi mücadelesine, yurduna, halkına olan devrimci bağlılıkla hareket eden, yazarlığını, sanatçılığını bununla özleştirmiş insanlara, hele ki ‘solculuk’ sıfatıyla ‘usluluk’ çağrısı yapmasın.
Fuara davet alıp da katılmayacağını açıklayan yazarlar son derece açık net bir biçimde ve bu karara götüren sorunlar ve soruların altını çizerek görüş belirttiler. Katılanın da katılma gerekçesini, çayır bayır dolanmadan belirtmesi gerekir. Ve bu sorun sadece fuara davet alan yazarların sorunu da değildir. Ülkenin, tarihindeki en karanlık dönemlerden birini yaşadığını düşünen ve bu konuyu dile getiren, onur sahibi bütün yazarların, sanatçıların, aydınların bu tartışmaya dahil olmaları, görüş belirtmeleri gerekir. Kında duran onurun paslandığı bilinciyle. Bize bu bilinç, bu coğrafyada, yüzyıllardan süzülüp gelmiş Nâzım’ın yazarlık onurundan mirastır. Onun sansürüne duyulan öfke de kında paslanır.
(Kaynak: soL)
***
Ayrıca bakınız:
Ayşe, bize de dava aç!...
AKP'yi protesto etmeyen, düzene karşı çıkamaz!
Behram da AKP'nin dümen suyuna girmedi!...
Yazarlık onuru AKP'yi yenecek!...
Birkaç soru ve yorumsuz aktarılan yazı...
Edebiyata türban takılmak isteniyor!...
Frankfurt Kitap Fuarı "Pamuk" ipliğine bağlı!...