Okumaya başladığımdan bu yana, bana en büyük sıcaklığı Rus Edebiyatı verdi. Gogol, Tolstoy, Puşkin, Gorki, Dostoyevski... dönüp dönüp okuduğum yazarlar. Tiyatroyla ilgilenmeye başladığımda ilk durağım Çehov oldu. Ne var ki, Çehov'u okurken, eksik yada yanlış bir şeyler olduğu kanısı içerisinde oldum her zaman. Çehov'u anlıyordum; ama hep kalın bir duvarın ardından gelen silik sesleri dinliyormuş duygusu içerisindeydim. Türkçe'den başka dil bilmediğimden (başka dilde şiir okuyup anlayabilecek denli yabancı dil bilmediğimden) Çehov'u, benden iyi anladığını sandığım çevirmenlerden okudum. Keşke başkalarına güveneceğime, yarım yapıldak bildiğim Rusça'mı geliştirip kendim okuyabilseydim!...
Neyse...
Bugün Coşkun Büktel çok önemli bir günlük yayımladı da gönlüme huzur doldu. Çehov'un, karmaşık duyguları ne denli yalın anlatabilen bir söz ustası olduğunu anlamaya başladım... (HB)
Okuyunuz:
Coşkun Büktel
1986
ÇEHOV OYUNLARI ÜSTÜNE
25 Şubat 1986 / Sultanahmet
Geçen Perşembe Adana'dan döndük.
"Martı"yı İngilizce çevirisinden okudum. (Stark Young). Daha önce "Vişne Bahçesi"ni de İngilizce'den okumuştum. (Avrahm Yarmolinsky). Yine aynı şey oldu: Çehov büyüledi beni. Oysa yıllar önce "Üç kızkardeş"i Türkçe çevirisinden (Bilgi Yayınları) okuduğumda, Çehov'u sevemeyeceğimi sanmış üzülmüştüm. Gerek "Martı"yı gerek "Vişne Bahçesi"ni, Türkçe ve İngilizce çevirileriyle karşılaştırdığımda, bir sürü inceliğin, Türkçe'de buhar gibi yok olup gittiğini gördüm. Nihal Yalaza Taluy çevirisi umduğumun tersine, Behçet Necatigil çevirisinden daha iyi yansıtıyor "Martı"yı. Taluy Rusça'dan, Necatigil Almanca'dan çevirmiş; bunun önemli olması gerektiğini biliyordum ama, Necatigil'in şairliğine daha çok güveniyordum. Ataol Behramoğlu'nun "Vişne Bahçesi" de oldukça kötü. Metni Türkçeleştireyim derken, farkında olmadan Türkleştiriyorlar. Örneğin, birinci perdenin sonlarına doğru, bir sessizliğin ardından Dorn, "The angel of silence is flying over us" (Sessizlik meleği üstümüzde uçuyor) dediğinde, dile getirdiği imgenin şiirselliği oyunun atmosferine hem uygundur hem de katkıda bulunur. Ama Türkçe metinlerdeki gibi "Şeytan geçti" demekle yetinirsek, evet, oyunun yalnızca Türkleşmesine katkıda bulunmuş oluruz.
Treplev'in ünlü tiradındaki şu ifadeler, "When in a thousand different dishes they serve me the same thing over and over, over and over, over and over —Well, it's then I run and run like Maupassant from the Eiffel Tower and all that vulgarity about to bury him." (Binlerce farklı kapta hep aynı şeyi tekrar tekrar, tekrar ve tekrar, tekrar ve tekrar koymuyorlar mı önüme, işte o zaman, Eyfel Kulesi'nden ve onu boğmak üzere olan bütün o adiliklerden kaçan Maupassant gibi, ben de can havliyle koşarak kaçıyorum.) Necatigil tarafından, "İstediği kadar değişik biçimlerde olsun önüme hep aynı, hep aynı, hep aynı yemeği sürmüyorlar mı, kaçıyorum. Maupassant'ın zevksizliği beynini ezen Eyfel Kulesi'nden kaçışı gibi, kaçıyorum." biçiminde renksizleştirilerek ya da Taluy tarafından, "Günlük hayatımızla ilgili basit ahlâk derslerini büyük cümlelerle, binlerce defa, kafaya çekiç indirir gibi tekrarlıyorlar. Bunlara bakarken 'yangın var!' diye bağırmak geliyor içimden. Basitliği beynine ezginlik verdiği için Eyfel Kulesi'nden kaçan Maupassant gibi, ben de tiyatrolarımızdan arkama bakmadan kaçıyorum." biçiminde hem eklemeler hem çıkarmalar yapılarak —alaturkalaştırılıp yorumlanarak— çevrildiğinde, sorunun yalnızca Türkleştirme olmayıp, bazen de Türkleştirememe olduğunu düşünüyorum. (Aynı bayat yemeğin, aynı aşın, ısıtılıp ısıtılıp önünüze konduğunu söylemeniz mümkün Türkçe'de. Ama ben yine de, isabetli bir Türkleştirme yerine bile, yemek ve binlerce kap kavramlarının korunduğu bir çeviriyi yeğliyorum burada. Çünkü yemek —aynı yemek— Treplev'in eleştirdiği sanatın özünü, binlerce kap ise, o sanatın biçimlerini simgeliyor. Kanımca, bu ifade zenginliği, yerlileştirme-yerelleştirme uğruna feda edilmemeli.)
Çehov'un oyunları, aynı tema üzerine yaratılmış yüzlerce ince buluşun sımsıkı bir dramatik örgüyle bir araya getirilmesinden vücut bulan karakterlerin aynı inceliklerle yaratılmış Çehov atmosferinde soluk almalarından ya da soluksuz kalmalarından ibarettir.
Çehov öylesine ince işçidir ki, "Martı"nın dördüncü perdesinde, aradan geçen iki yılı Medvedenko ile Maşa'nın, bebekleri üstüne tartışmalarıyla açıkladıktan sonra —o bebek salt bu yüzden doğmuştur— sıra Nina'nın başına gelenlerin açıklanmasına geldiğinde, Dorn'un Avrupa seyahatine çıkmış olmasının tek ve asıl nedeninin, (bu açıklamanın doğrudan seyirciye yapılmak yerine) seyirci gibi olayların dışında —yurt dışında— kalmış birine yapılmasının yeğlenmesi olduğunu anlarız. Çehov, "kızım sana söylüyorum seyircim sen anla"yı öylesine incelikle ve dolaylı yapar ki, asla rahatsız olmazsınız.
26 Şubat 1986 Çarşamba / Sultanahmet
Dışarıda kar yağıyor. İçeride soba yanmıyor. Üçümüz de kat kat hırkalar giyinmişiz. Nâlân (Nâlân Örgüt) İlyada'nın önsözünü okuyor. Metin (en küçük kardeşim 1968 doğumlu Metin Büktel.) "Bir Adam Yaratmak"ı (Necip Fazıl Kısakürek). Ben, "The Family Reunion"ı (T. S Eliot). Battaniyeler altında oturuyoruz. Kış mevsiminde bir ay sonu tablosu.
28 Şubat 1986 Cuma / Sultanahmet
Ayın son günü. Evin içinde konuşurken ağzımızdan buhar çıkıyor. Menoikeus'u (Daha sonra "Theope" adını alacak olan oyunumun baş kahramanı.) yazamıyorum tabii. Yazmak yerine hep okuyorum. Hep güneşli günlerin yakın olduğunu söylüyorum kendime. Bugün bile güneş var ama bahçedeki karları henüz eritemedi.
BÜKTEL'İN GÜNLÜKLERİNDEN BAŞKA SAYFALAR OKUMAK İÇİN
TIKLAYINIZ!