(...)
"Tiyatro Eylemi" ve "Tiyatro Sanatı"nın ayrışmasından sonra, "devlet"in işe el atmasıyla beraber, tiyatro alanındaki "eylem" ve "sanat" farkının ortaya konması önemli bir sorun oldu. Çünkü, "eylem tiyatrosu"nun elde edilmesi, yönlendirilmesi "devlet" için zor değildi. Fakat, "eylem tiyatrosu"nun halk üzerindeki etkisi geçiciydi. "Sanat tiyatrosu"nun halk üzerindeki etkisi derin ve kalıcıydı. Fakat onun da elde edilmesi, korunması ve kollanması bizzat "devlet" için riskli olabilirdi. Çünkü "sanat tiyatrosu", doğası gereği özgürlükte sınır tanımazdı ve bizzat devleti de eleştirebilirdi. "Devlet" için, bu durumda iki temel seçim şıkkı vardı: Tamamen ve bir anda yasaklamak ya da koruma altına alarak, zaman içinde "sanat tiyatrosu" üzerinde çürütücü bir etki yaratarak, onu "sanat görünümlü eylem tiyatrosu"na dönüştürmek! "Devlet", dönemsel çıkarlarına ve yapısına göre, bu iki seçeneği de kullanmıştır.
(...)
Kapitalist sistem içinde varolma savaşı veren tiyatrocuyu ben Roma dönemi komedyalarının kurnaz kölesine benzetirim. Efendisine yalan söyler, dönüp hanımefendiye üçkağıt çeker, koşar küçükbeye madik atar, oradan döner küçükbeyin sevgilisine maval okur... Baktığımız zaman; yalan, dolan, alavere dalavere, hile, desise, kandırmaca... hepsi bu adamdadır. Neden böyledir bu adam? Doğuştan kötü olduğu için mi? Doğuştan ahlaksız olduğu için mi? Hayır. O bir köledir. Kurulmasında kendisinin hiç de katkısının olmadığı köleci bir düzenin içine kendi iradesi dışında bırakılmıştır. Herşey efendiler tarafından, efendilere göre düzenlenmiştir. Ve efendiler, köleye, uyması için bir hukuk, bir de ahlak vermişlerdir. Köle bu düzene uysa, hayatında hiç ümit yok. Uymasa, kırbaç, hapis. Ne yapacak? İki şık var. Bir: Düzeni değiştirecek. Bu, güç gerektirir. Güç yoksa, iki: Düzene uyacak.
(...)
(Kaynak: Yeni Tiyatro, sayı 5, sf. 35-36)