23 Mayıs 2008 Cuma

Tiyatrocuların okuması gereken bir söyleşi!...

Halil Ergün


Aşağıdaki söyleşinin son paragrafını buraya aktarıyorum:

Çok ayıp şeyler yapıyorlar. Dünya tarihinde, faşizmin uygulamalarını bilsinler. Romanlarını okusunlar, sinemalarını izlesinler. Dönüp bir bakma zahmetinde bulunsunlar. Şunu söyleyebilirler; “yaptırmıyorlar.” O zaman yapmasınlar. Meseleyi meta haline getirmesinler. Oportünizm yapmasınlar. Bu toplum biriktirir ve yapar günü geldiğinde. Benim kan korkularım böyle mi anlatılır sinemada? Yaşanan vahşet böyle farklı bir şeyden bahseder gibi mi yansıtılır beyaz perdeye? Bizim dönemimizde de baskı vardı, ama en azından mücadele de vardı. Bir çaba söz konusuydu. Şu an her şey mala dönüşmüş gişede ne yapar kaygısıyla... Bir tarafta sancısı ağır olan insanlar var. Benim şu anda gördüğüm filmler, sancıların filmleri değil ki!

Yukarıdaki paragrafta bulunan "sinema" yerine "tiyatro" ve "film" yerine "oyun" sözcüklerini koyup okuduğunuzda, pek bir şey değişmez. (HB)

***

benim gördüğüm filmler sancıların filmleri değil!


Nihat İlbeyoğlu
Refik Sıla Güvenç
20 Ocak 2008



Halil Ergün’le sinemadan 12 Eylül’e Yılmaz Güney’den bugünkü sinemaya kadar çeşitli konularda sohbet ettik.

8 Eylül 1942’de İznik’e bağlı Müşküle köyünde doğan Halil Ergün, sinemaya 1974 yılında senaryosu Yılmaz Güney’e ait “İzin” filmiyle başladı. Bu tarihten sonra da Türkiye sinemasıyla birlikte, doğduğu köyün ismi gibi oldukça “müşkül” bir yola koyuldu. 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de baskılarla, bu zorlu yolculuğundan koparılıp cezaevine atıldı. Halil Ergün’le sinemadan 12 Eylül’e Yılmaz Güney’den bugünkü sinemaya kadar çeşitli konularda sohbet ettik.

Yakın tarihimizin Türkiye sinemasına kısa bir bakış atalım. Örneğin 12 Eylül öncesi Türkiye sineması nasıldı? 12 Eylül, sinemaya nasıl yansıdı?

12 Eylül öncesi derken, tabii ona bağlı olarak 12 Mart öncesi de demek lazım, çünkü birbirine çok bağlı süreçler bunlar.12 Eylül öncesi Türk sineması 12 Mart öncesinin kültürel, toplumsal koşulları ya da içerik meselelerinden ayrı değil. O yükselen muhalefet dalgası Türkiye’de bir toplumsal tartışma ortamı yarattı. Kültürel hareketlilik bütün sanat alanlarında o nispi özgürlükle beraber Türkiye’de çok şey konuşulmaya başlandı. Türkiye’de siyasi hareketler, devrimci hareketler ortaya çıktı. İnsanlar başka şeyler düşünmeye başladılar yeryüzü ve Türkiye için. Sanat konusunda çok çeşitli meseleler tartışılmaya başlandı. Sinema da bundan nasibini aldı tabi. Sinemanın bir sanat olduğu ve sanatın toplumsal içeriği konusunda esen rüzgarı sinemaya da yansıdı ve 12 Mart’tan sonra Yılmaz Güney hareketi oldu biliyorsunuz. Yılmaz, 12 Mart öncesi filmler yaptı ‘Umut’u yaptı. Olay patlamıştı zaten. Türkiye insanına duyarlı, kendi tarihsel kökleri, kendi toplumsal yapısı ve kendi insanı konusunda ulusallık taşıyacak bir estetik süreç başladı Türk sinemasında. Türk sineması o günlerde kendisini tartışmaya başlamıştı toplumsal olarak da. Çünkü Türkiye genelinde tartışıyordu ve bundan etkilenmemesi mümkün değildi. Tabii Yılmaz Güney gibi bir özel bir durum ortaya çıktı. Meseleyi çarpıcı bir şekilde dile getiren, sinemasallaştıran hem sinema adamı hem de tavrı ve seçimi olan biri olarak, bir büyük sanatçı olarak çok önemli bir hareket başlattı Türk sinemasında. Ve ona paralel olarak Türkiye’de sinema, uluslararası arenada sesler vermeye başladı. Artık adından söz ettirmeye başladı.

O zaman şöyle diyebilir miyiz? Türkiye sineması, Yılmaz Güney öncesi ve Yılmaz Güney sonrası ikiye ayrılır.

Kesinlikle öyledir. Devrimci olarak demeyeyim ama ilerici bir harekettir, orijinaldir. Bütünüyle bir ulusal sinema kavramını kucaklayamaz belki estetiği ama çok önemli bir ileri harekettir, çok önemli bir atılımdır Türkiye sinemasında. Bir de çok özel bir sinema adamıdır. İşte bu Türkiye’deki her alanda olduğu gibi karşıt güçler, antidemokratik güçler, faşizan güçler, devletin kendisi, sürekli bu meselenin karşısındaydı. Yasaklarla beraber gidiyordu.

Günümüz Türkiye sineması hakkında...

Denemeler elbette var, Türk sineması ayakta durmaya çalışıyor. Tabii bu arada biraz tecimsel yan önemli. Tecimsel filmler yapmak, Amerikan sinemasında olduğu gibi bir var olmak çabası var ya da şahsi film diyebileceğimiz, bireyi ön tarafta tutan estetik çalışmalar var. Ama bunlar orijinal değil. Bunların beni ilgilendiren tek yanı sadece film yapılıyor olması, hâlâ film yapan insanların var olması ve bunların bağrından yeniden, diğer alanlarda olduğu gibi siyasi anlamda, kültürel alanda, toplumsal alanda bir hareketlilikle paralel bir şekilde iyi şeylerin olabileceğine dair umutlardır. Şimdi para yatırıyorlar, şu kadar gişe yapıldı diyorlar. Böyle basit bir yaklaşım içinde Türk sineması. Eskiden apayrı yaklaşımlar vardı estetik anlamda. Ulusal sinema diyorlardı, halk sineması,devrimci sinema gibi bir sürü kavramın meselenin tartışıldığı bir şeydi sinema. Şimdilerde çok birbirine benzer şeylerin konuşulduğu bir sinema olayından bahsedebiliriz. Birbirine çok benzeyen eleştirmenlerin, oyunculukların olduğu sinemadan bahsedebiliriz. Bir tek tipliliktir gidiyor Türkiye sinemasında. Bu tabii ki 12 Eylül’ün, ona bağlı olarak da dünya konjonktörüyle birlikte popüler kültürün kendini tamamen yansıtmasının sonuçları.

Türkiye sineması ne hale geldi? Bunu biraz daha konuşalım...

Sinemayı da korkuttu tabii. Yılmaz Güney’in filmleri toplatıldı ve ortadan yok edildi. Yılmaz Güney’in filmleri yok. İnsanlar korkularından Yılmaz Güney filmlerini götürüp teslim etti. Politik sinema konusu, korkulu bir mesele haline getirildi. Ben sinemayı bağımsız göremiyorum Türkiye’deki toplumsal yapıdan ya da siyasal yapıdan, uygulamalardan. Farklı değil sinemanın içinde bulunduğu durum. Tabii ki sanatçılar var ve bu şartlarla film yapılacaktır, yapılıyor da. Bu şartların içinde nasıl anlatılabilir? Bu şartlarda gene değiştirici, insanlığa ya da hayata katkıda bulunucu estetik nasıl oluşturulur? Bunun tartışılması lazım. Nelerin yapılması gerektiğinin tartışılması lazım, üretim sorunlarının tartışılması lazım, yaratım sorunlarının tartışılması lazım.

12 Eylül’ün ve onun hukukunun kurumsallaşmasının izleri değil midir bu?

Aynen öyle. Mesela çok ilginç, Türkiye’de 60’lı yıllarda söylenenleri bugün başbakanlar söylüyor, kimse hapse girmiyor. İnsan haklarına, demokrasiye dair herkes konuşuyor. Oysa zamanında, bunun için, kuşaklar ağır faturalar ödedi. Ağır kayıplar verildi. Bunun hesaplaşması olmadığı gibi bu laflar söyleniyor, aynı oranda da suiistimaller devam ediyor, bunu düşünmek lazım. Hani diyorlar ya, sözde demokrasi gibi şeyler var ama çok aşağıya gittiğiniz zaman geniş yığınların demokrasi talepleri hangi noktada? Nerelere yönlendirilmişler? Hangi biçimde kuşatılmışlar? Mesela sanatın buralarda gezinmesi lazım. Sinemanın da tabii. Hiçbirini bağımsız görmüyorum çünkü.

Günümüz koşullarında doğru sinema nasıl yapılır?

Şimdi o dönemin tekrarı, o dönem gibi olsun diye bir şey söylemiyorum, öyle bir tutuculuğum yok. Bu koşullarda nasıl yapılmalıdır doğru sinema? Yani dünyanın bu halinde, insanların bu halinde nasıl bir estetik anlayışla, nasıl bir yaklaşımla Türkiye’nin sorunlarına değinebilir? Türkiye’nin çok temel meseleleri var. Yürek yakan meseleleri var, dünya ölçeğiyle bağlantılı. Bunları da çok konuşamıyorsunuz. Sanat özgürlük ortamı ister, yaratım imkanları ister. Çok derin mevzuların teşkil ettiği sorunların gerçekliği var bu ülkede. Bu sorunların filmini yapmaya kalkıyorsunuz, yapamıyorsunuz, yaptırmıyorlar.

Kültür Bakanı Ertuğrul Günay geçenlerde Yılmaz Güney’in toplatılan filmlerinin başına gelenler hakkında “Bunu bana değil, 12 Eylül’e soracaksınız” demişti. Bu konuda neler diyeceksiniz?

Çok da şaşırmadım açıkçası Sevgili Ertuğrul Günay’a. Bana mı soruyorsunuz der gibi. Bir tarafıyla haklı belki de. Çok fazla da neden böyle söyledin demek istemiyorum ama bunu daha içerikli, daha değişik şekilde ifade edebilirdi. Talihsiz bir durum olmuş. “Gidip paşalardan sorun” diyebilirdi mesela.

Günay’ın “Yapılan baskıları sadece Yılmaz Güney’e mal etmeyin, ben de Güney’i çok severim ama herkes bu uygulamalardan, 12 Eylül’den etkilenmiş” açıklamaları üstüne...

Eleştiri getirmek istemiyorum bakana ama daha cesurca söyleyebilirdi. Tamam, baskılar yapıldı ama yapanlar hesabını verdi mi? Peki yapılanların hesabı nasıl sorulacak? Yapıldığıyla mı kalacak? 12 Eylül faşizminden, iktidarıyla, halkıyla hesap sormak gerekir. Biz bunu söylüyoruz zaten, meselemiz bu. Başka türlü Türkiye düzlüğe çıkamayacak diyoruz. Toplumdaki büyük sancıları, bu irin toplamış birikmeyle, yüzleşmeyi artık ne zaman yapacak bu toplum, bu iktidar? Hep inkar üstüne kurulu, oldubitti diyen geçmişi konuşmayan bir toplum olmaz, olmuyor da zaten.

Biraz da iktidarın sinemaya yaklaşımını konuşalım...

Bilmiyorum tabii şu anda meslek örgütleriyle ilişkileri var, para veriyorlar. Daha önce yapılan birtakım kurumlaşmalar var. Benim de bir zamanlar yöneticiliğini yaptığım, Fikri Sağlar döneminde kurduğumuz. Sinemacılara az da olsa paralar falan veriliyordu. Aynı şey kadrolaşma dışında devam ediyor. Özel bir tavır ve baskıları yok. Yeni bir şey de getirmediler tabii. Şu anda en iyisini biz yaparız diyen bir hükümet var. Kapitalist sistemin mantığının en iyisini yapmayı, gerçekleştirmeyi hedefleyen. Bu arada o kendilerini yırtan insanlar meseleye doğru baksınlar, hani türban geliyor her şey bitiyor diyenler. Sistemle sorunu olanlar muhalefet yapsınlar, sistemden beslenenler değil. Türbanı konuşacaklarına Türkiye’de sanat ne durumda? İnsanlar ne durumda? Okullar ne durumda? Sağlık, hukuk ne durumda? İşçiler ne durumda? Yıllardır anaları ağlatan savaş ne durumda? Tam bir tahterevalli durumu. Bu tahterevallide filmler yapılıyor, yapılsın da zaten. Bir sinemacı olarak film çekilmesini savunurum. Her türden film yapılabilir. İlla şöyle yapılsın gibi bir tavrımız yok. Bakıyorum da filmler yapılıyor ama olmuyor. Yine bir sinemacı olarak söylemek zorundayım, olmamış filmler.

12 Eylül dönemini anlatan filmler yapıldı. Bu filmler dönemin vahşetini, yaşanan felaketleri yansıtabildi mi? Veya ne kadar yansıttı?

Çok ayıp şeyler yapıyorlar. Dünya tarihinde, faşizmin uygulamalarını bilsinler. Romanlarını okusunlar, sinemalarını izlesinler. Dönüp bir bakma zahmetinde bulunsunlar. Şunu söyleyebilirler; “yaptırmıyorlar.” O zaman yapmasınlar. Meseleyi meta haline getirmesinler. Oportünizm yapmasınlar. Bu toplum biriktirir ve yapar günü geldiğinde. Benim kan korkularım böyle mi anlatılır sinemada? Yaşanan vahşet böyle farklı bir şeyden bahseder gibi mi yansıtılır beyaz perdeye? Bizim dönemimizde de baskı vardı, ama en azından mücadele de vardı. Bir çaba söz konusuydu. Şu an her şey mala dönüşmüş gişede ne yapar kaygısıyla... Bir tarafta sancısı ağır olan insanlar var. Benim şu anda gördüğüm filmler, sancıların filmleri değil ki!

(Kaynak: Evrensel)