Ahmet Cemal
(...) Tarih boyunca muhaliflik, içinde gerçek anlamda yaşabildiği, kimliğini her defasında daha da güçlendiren soluklarını alıp verebildiği tek iklim olmuş olan sanat, zaman içerisinde kendini bu öze yabancı düşmenin rahatlığına ve rehavetine kaptırıp, bir 'memuriyet' statüsünün güvencelerini aramayı ve sürdürmeyi, o statüyü kendisine sunan erkleri ve iktidarları eleştirme görevinin önüne geçirdiğinde, başka deyişle, sanatı sanat kılan 'başkaldırı ruhu'nu da gönüllü bir tavırla bordroya bağladığında, sanat olma kimliğini artık -üstelik bir daha elde edilmesi neredeyse olanaksız bir kesinlikle- yitirmiş demektir.
"Çoğumuz için en büyük tehlike, hedefimizi çok yükse tutmak ve ona erişememek değil, hedefimizi çok alçak tutmak ve ona erişmektir..." Michelangelo'nun yüzyılların ötesinden yankılanan bu uyarısı, belki en çok egemen güce verilmiş ödünlerle çizilmiş sanat yolları için geçerlidir. Egemen güçlerin sunduğu 'memuriyet' statüleri içersinde varlığını koruyabileceğine inanan bir sanat, günün birinde o egemen güçler söz konusu statülerde akıllarına esen ya da kendilerine uygun görünen değişiklikleri yaptıklarında, kimi verdiklerini geri aldıklarında veya kimi istenenleri hiç vermediklerinde eğer 'düş kırıklığına uğradığından' söz ederse, düşünülebilecek en büyük gafletlerden birini sergilemiş olur. Çünkü o güne kadar hiçbir akılcı temele dayanmayan, sanatın özünden kaynaklanma hiçbir niteliğe uygun düşmeyen, dahası, sanatın özünün yadsınması anlamına gelen böyle bir düşü kurmuş olmanın sorumluluğu, aslında tümüyle yine 'o sanata' aittir!
Muhsin Ertuğrul ünlü mumunu hep 'tiyatro sanatının her engele rağmen devamının' bir simgesi olarak yakmıştı. Bugün, Muhsin Ertuğrul'dan yıllar sonra, mumlar bu kez ancak onun tiyatrosunun 'arkasından' bir ağıt niteliğiyle yakılabiliyorsa eğer, bunun sorumluluğundan sadece iktidarlara atıfta bulunarak kurtulabilmek, kesinlikle olanaksızdır!
11 Ekim 2007 / Cumhuriyet