29 Ekim 2007 Pazartesi

SAVAŞA HAYIR (AMA HANGİ SAVAŞA?)

Coşkun Irmak
29 Ekim 2007


Çocuğunuz her akşam gözü morarmış, dişleri dökülmüş, dudağı patlamış ve ağzı kan içinde geliyor eve. Siz soruyorsunuz:

“Ne oldu gene?..”

Çocuk yanıt veriyor:

“Beni dövdüler.”

“Kim dövdü?”

“Falanca.”

Ertesi akşam, çocuğunuz yine eve dönüyor, suratı yine Çarşamba Pazarı. Soruyorsunuz:

“Ne oldu gene?..”

“Beni dövdüler.”

“Kim dövdü?”

“Filanca.”

En hümanist, şiddet karşıtı ana-baba bile, çocuğunun eve hergün dayak yemiş olarak dönmesini hoş karşılamaz. Mantıklı çözüm nedir? Dersiniz ki:

“Çocuğum, kimseye karşı haksızlık yapma. Kavga çıkarma. Barışçı ol. Başkalarıyla aranda çıkan sorunları konuşarak hallet...”

Fakat çocuğunuzun karşısındaki saldırgan çocuğun barış, uzlaşma gibi bir niyeti yoksa ve saldırganlığını sürdürmekte kararlıysa? Başka ana-babaları bilmem ama, ben olsam (oldum) şöyle derdim (dedim):

“Çocuğum, kavga etmek kötü birşeydir. Kavgadan kaçın. Ama karşındaki senin bu iyi niyetli yaklaşımını anlamak istemiyor ve bunu senin zaafın olarak görüyorsa, kendini koru. Dayak yeme. Saldırganın anlayacağı dilden konuş. Konuşarak, uzlaşarak, barışarak sorun çözmenin ilk ve temel koşulu; iki tarafın da barıştan, uzlaşmadan yana olmasıdır. Bir taraf saldırgan iken, diğer tarafın aynı konuda barışı sağlaması olanaksızdır. İki tarafın eşitlenmesi gerekir önce. Barış, konuşma ve uzlaşma, bunun için iyi yoldur. Ama bu olanaksızsa, eşitlenme, saldırgan tarafın seçimi doğrultusunda olur. Yani çocuğum, karşı tarafla oturup konuşabilmen için önce onu dövmen gerekiyorsa, döv. En azından, karşı taraf sana saldırarak istediğini alamayacağını anlasın.”

Savaş, iki yanlıdır. Ve iki tarafı vardır: Saldıran ve savunan. Bütün çağların savaşları, temel olarak sömürücü (saldırgan) ve sömürülmek istenen (savunan) arasındadır. Saldırgan sömürücüler, zamana göre değişik kostümler giyseler de, binbir maske arkasına saklansalar da, onlar emperyalisttir. Emperyalizme karşı olanların temel ve birleştirici özelliği, emperyalizme karşı olmaktır.

İşte bu noktada, “Savaşa Hayır” demenin diyalektiğini sorgulamanın zamanıdır.

“ ‘Savaş istiyoruz’

En önce vuruldu

Bunu yazan.” (Duvara Tebeşirle Yazılan-Brecht)

Brecht’in savaş karşıtlığını yansıttığı şiirleri içinde belki de en vurucu olanıdır bu üç dizelik şiir. Brecht hangi savaştan sözediyordu? Yukardaki saptama ışığında, Brecht’in karşı olduğu “taraf” hangi taraftı?

Brecht, şiirlerinde savaşın insana dair bütün değerleri nasıl yok ettiğini, savaş olgusunun kötülüğünü ve yıkıcılığını vurgular. Ama vurgulanan başka bir önemli nokta da, savaşı çıkaranların her zaman sömürücüler olduğu ve sömürücülere karşı durmanın da bir erdem olduğudur. Peki, sömürgene, saldırgana, emperyaliste karşı durmanın yolu nedir? Burada uzun uzun kafa yormaya gerek yok aslında: Bu duruşun biçimini saldırgan, sömürgen, emperyalist belirler.

Bilenler bilir, bir masa tenisi maçında, maçın düzeyini, kalitesini; taraflardan kalitesi ve düzeyi düşük olan belirler. Diğeri ne kadar becerikli, yetenekli ve kaliteli olursa olsun, maçın kalitesi, kalitesi düşük olanın becerisi düzeyinde olabilir.

Brecht’in şiirindeki, duvara “savaş istiyoruz” diye yazan, emperyalist bir savaşın çığırtkanıydı.

Brecht, bir Alman ve bir aydın olarak; kendisinin de ait olduğu Alman ulusu ve Almanya adına hareket ederek; ulusu, ülkeyi kandırarak uçuruma sürükleyen emperyalist güce karşı çıktı. Halkına gerçekleri göstermeye çalıştı. Alman’lığından ve Almanya’sından vazgeçmedi. Dünyagörüşünden de vazgeçmedi. Ama, emperyalizme karşı çıktı. Sosyalist dünyagörüşünün, Alman’lığının ve Almanya’nın buluştuğu odak noktası, buydu. Alman olmaktan utanmadı. Almanya’ya ve insanlığa düşman olanlara karşı durdu.

Nazım Hikmet de öyle değil mi?

“Çevirir gibi yapraklarını ‘Harp ve Sulh’ romanının

dolaştı karlı karanlıkta bir genç kızın elleri.

Kesildi Petrişçevo’da telefon telleri,

sonra Alaman ordusundan 17 beygirli bir ahır yandı.

Ertesi gün partizan yakalandı.” (Tanya-Nazım Hikmet)

Nazım Hikmet, herhalde bu dizelerinde terör savunuculuğu yapmıyor. Emperyalist, işgalci Nazi ordusuna karşı duran, onlarla savaşan Tanya’nın dramını sergiliyor. Ve, Tanya’yı övüyor, yüceltiyor. Vatanını korumak, işgalcileden temizlemek uğruna, kendi canını gözünü kırpmadan feda eden Tanya’nın öyküsünden hangi yurtsever etkilenmez? “Karanlıkta Kar Yağıyor”da anlattığı ve Madrid’de “No pasaran” diye dimdik duran adam nasıl bir savaşın tarafıydı da, Nazım Hikmet O’nu övüyordu?

Öyle gün olur ki, “savaşa hayır” demek, süregiden bir savaşın suçuna ortak olmak anlamını taşır. Emperyalizm ortalığı kana bularken, ortadan bir duruşla “savaşa hayır” demek, saldırganın ekmeğine yağ sürmektir. Açıkça ifade etmek gerek: “Emperyalist savaşa hayır. Emperyalizme karşı savaşa evet”. Çünkü, emperyalizm, masa tenisindeki kalitesiz oyuncudur. Maçın kalitesini, düzeyini, biçimini belirler. Emperyalizm saldırır, yakar, yıkar, alacağını zorla alır, kendi düzenini kurar; ondan sonra da “savaşa hayır” kampanyaları organize eder. Bu da emperyalist savaşın bir parçasıdır. Buna alet olmamak gerekir.

26 Ekim Cuma-2007 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde, Zeynep Oral’ın “Savaşa Geçit Vermeyin” başlıklı yazısını okudum. Ve, 22 Temmuz genel seçimleri öncesinde, UTKEK’in (“Uluslararası Türkiye Karşıtı Emperyalist Koalisyon”. Bu tanımlama ve kısaltma bana ait.) Türk halkı üzerinde, yazılı ve görsel medya marifetiyle uyguladığı yöntemi anımsadım. Ne yapmışlardı? Açık açık, “AKP’ye oy verin” diyemedikleri için, bazı cici sanatçılar ve yazarlar üzerinden, “...Bu partiler arasında benim oy verebileceğimbir parti yok. Bu defa farklı davranacağım ve bağımsız adaylara oy vereceğim...” yollu, AKP’ye oy verme olasılığı bulunmayanları örgütlülükten uzaklaştıran, soğutan bir psikolojik savaş yürüttüler. Soldaki, ulusal temelde birleşen kesimlerdeki dağınıklığın, her durumda AKP’nin hanesine kâr olarak yazılacağını biliyorlardı.

Bugün, Türk halkı yine ayakta. Hakkari’de 12 şehit verdiğimiz PKK saldırısından sonra, herkesin canına tak eden bu durum karşısında, infial yükseldi. Halk sokaklara döküldü, mitingler, yürüyüşler düzenlendi, basın açıklamaları yapıldı.

Hangi gazeteye baksanız, hangi televizyon kanalını açsanız, herkes savaş ve askerî strateji uzmanı kesilmiş, anlatıyor. Benim bu çeşitten birikimim ve olan bitenler üzerine uzmanca ahkâm kesecek bilgim yok. Böyle bir isteğim ve amacım da yok. Ama, bugün de Türk halkına yönelik, başka bir psikolojik savaş taktiği uygulamaya kondu:

“İyi ama... Kuzey Irak’a operasyon yaparsak, oradaki batağa bulaşırsak, biz de o bataklığa gömülmez miyiz? Hem böyle bir operasyonu yapacak gücümüz var mı bakalım? Uçaklarımız Amerikan malı, parçaları Amerika’dan geliyor, bağımlıyız. Uçakların düşmanı tanıyan bilgisayar yazalımları da kısıtlı oranda veriliyor. Sınırlarımızın ötesinde yapılacak bir operasyonda bu durum aleyhimize işler. Sonra, sıcak para sorunu var. Yabancı kaynaklı sıcak para, ekonomimizin temel dinamiği durumunda. Bir gecede dışarı gidebilir ve bunun anlamı, yaşanacak ağır bir ekonomik krizdir. Türkiye ekonomisinin bunun altından kalkacak gücü yok...”

Sayfalarca uzatmak olanaklı. Sanırsınız, bütün bu bağımlılık ögelerini yaratanlar onlar değil. Bu bağımlılık silsilesi gerçekleşirken bunları söyleyenleri, uyaranları “geri kafalı” gibi gösterip, onlarla alay edenler; şimdi ciddi ciddi bunları ileri sürerek, güya halkı uyarıyorlar...

“Savaşa hayır” diye ortadan ortadan çığıranlarla; Türk halkını pısırıklığa, hareketsizliğe, tepkisizliğe mahkum etmek isteyenler, aynı psikolojik savaşın aktörleri durumundadırlar. Adresi, coğrafyayı doğru görmek ve göstermek gerekir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin karşısında ABD, AB, PKK, Talabani, Barzani ve yerli işbirlikçileri; topyekün UTKEK vardır. Bu koalisyonun amacı, Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmektir ve bu, uzun bir zamandan beri gizli bir operasyon değildir artık. Türk ordusu Kuzey Irak’a girer mi, çıkar mı, bunlar uzmanlık ister. Benim bilgi ve birikimimin dışında, ama ben şunu bilirim: Eğer çocuğum hergün başkalarından dayak yiyorsa ve kendini savunmak için hiçbir şey yapmıyorsa, ortada bir kişilik ve davranış bozukluğu sorunu vardır. Çünkü kendi varlığını ve varlık haklarını savunmak, her canlının doğal refleksidir. Gündelik hayatta kızmadan, kavga etmeden, uzlaşarak, konuşarak davranmak bir erdem olabilir. Ama ortada kızılacak, tepki verilecek, gerekirse kavga edilecek bir durum varken, gereğini yerine getirmemek de psikolojik sorunun varlığına işaret eder.

Erkek arkadaşınıza başka bir kadın alıcı gözle baksa, tepki duymaz mısınız?

Kız arkadaşınızla çarşıda el ele tutuşmuş giderken, başka bir erkeğin eli, kız arkadaşınızın olmadık bir yerine taammüden değse, susar mısınız?

Namussuz bir satıcı, gözleri iyi göremeyen yaşlı dedenize tuvalet kâğıdı yerine zımpara kâğıdı satsa, bunu onun yanına bırakır mısınız?

Durduk yerde bağırıp çağırmak nasıl yanlış, zararlı ve hastalık belirtisiyse; bağırıp çağırmak gereken yerde de pısırık pısırık susup oturmak, aynı derecede yanlış, zararlı ve hastalık belirtisidir. Çocuğumuza, dedemize, kız ya da erkek arkadaşımıza gösterdiğimiz hassasiyet kadarını hak etmiyor mu ülkemiz?

Zeynep Oral, andığım yazısında şöyle yazmış:

“(...) Biliyorum, farkındasınız: Emperyalist güçler ve onların maşaları bizi Irak batağına çekmek istiyor. Amerikan ordusunun bulandığı, debelendiği, bir türlü çıkamadığı kan girdabına Türk ordusu da girsin, çıkamasın, debelensin istiyor! (...)”

Ben Amerikan ordusunun Irak’a “çıkmamak üzere girdiğini” düşünüyorum ve oradan çıkmak için debelendiğini filan da zinhar düşünmüyorum. Zeynep Oral’ın kanıtlarını bilmek isterdim, ama yazıda bunlar yok.

“Amerikan ordusunun bile” çıkamadığı Irak batağına, elhak, bizim küçük ve zavallı ordumuz elbette girmemeli. Bize bunu düşündürüyor Zeynep Oral. Yalnız, benim anlamadığım birşey var: Örneğini sergilediğim türden bir çok kişi, Irak’a girmenin bize getireceği zararları sıra sıra anlatıp duruyor da; Irak’tan bize girip çıkanlar bize hiç mi zarar vermiyorlar yahu? Geliyorlar, vuruyorlar, gidiyorlar. Nasreddin Hoca’nın türbesi! Nerede bizim ulusal sınırlarımız? Nerede ulusal onurumuz, kimliğimiz? Nerede saygınlığımız? Nerede bağımsızlığımız?

“(...) Biliyorum, farkındasınız: PKK Türkiye’deki tüm Kürtleri yandaşı kılmak, etnik düşmanlığı vurgulamak, körüklemek, yoğunlaştırmak istiyor. ‘Terörle mücadeleyi’, PKK’ye karşı mücadeleden çıkartıp, tüm Kürtlerle silahlı mücadeleye, çatışmaya dönüştürmek istiyor. Yalnız kendi sınırlarımız içindeki Kürtlerle değil, yeryüzündeki tüm Kürtlerle Türkiye devletinin savaşa girmesini istiyor. Ne kadar çok ölen ve öldüren olursa, amacına o denli yaklaşacağına inanıyor. (...)”

Doğru. Fakat çözüm, Zeynep Oral’ın yazısının ara başlığında olduğu gibi, “Biz Bu Oyunda Yokuz” demek mi? Ellerimizde raketler, önümüzde Türkiye masası, rakibimiz UTKEK. Eee? Ne yapacağız? “Biz bu oyunda yokuz” deyip, masayı ve maçı terk mi edeceğiz? “Savaşa Geçit Vermeyin” demek, biraz komik olmuyor mu? Henüz başlamamış bir savaş var sanki ortada ve sanki Türkiye Cumhuriyeti’nin bu savaşı başlatıp-başlatmamak gibi bir hakemlik konumu ve gücü var. Bu savaş yıllaaaaaar önce başladı, son Hakkari saldırısıyla değil. Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmeye, yıkmaya yönelik emperyalist bir savaş sürdürülüyor ve bu savaşta Türkiye Cumhuriyeti ne zaman kendini koruma refleksi geliştirecek olsa, saldırganlıkla suçlanıyor. İnsan hakları ve demokrasi kursuna sokuluyor hemen! Bunun bir saçmalık ve aymazlık olduğu sanmak; aymazlığın (ve UTKEK işbirlikçiliğinin) ta kendisidir!

“(...) Tanrım, gazetelerdeki kimi yazıları, televizyolarda kimi konuşmaları dehşet içinde izliyorum! (...)”

Ben de! Ama acaba aynı yazıları okuyup, aynı televizyon konuşmalarını izleyip, aynı yönde tepkiler mi gösteriyoruz, onu bilemiyorum. Zeynep Oral keşke bir-iki örnekverseydi de, somut olarak karşılaştırma olanağımız olsaydı. Örneğin, Hakkari olayının gerçekleştiği günün ertesinde, STV’de Cengiz Çandar ve Mehmet Barlas’ın katıldığı bir program izledim. Gerçekçilik maskesi altında, Türk halkına nasıl yılgınlık, atalet, pısırıklık, korku ve kendine güvensizlik boca edildiğini gördüm. Sinirim tepeme çıktı. Dehşet içinde izledim.

“(...) Bu yazanlar, bu konuşanlar acaba hiç kendi çocuklarını savaşa sürmüş mü! Utanmadan çocuk denecek yaşta ölmüş gençler üzerinden siyaset yapmaya kalkıyorlar! (...)”

Zeynep Oral hiç savaş gördü mü, çocuğu var mı, askere gitti mi, gitmedi mi, bilmem. Hakkari’yi, Yüksekova’yı gördü mü, bilmem. Belki, “İstanbul-Hakkari Kültür Köprüsü” filan gibi birşeyin üzerinden görmüştür. Ben Diyarbakır DT’de beş yıl, Van DT’de iki yıl görev yaptım. Müdür yardımcılığı ve müdürlük yaptım. Turnelerle, bölgede dolaştım. Hakkari’nin tek sinemasının zemini göçük sahnesinde oyun oynadık, Yüksekova’da YİBO yemekhanesinde oyun oynadık. Benim oğlum, üç yaşına geldiğinde, bölgenin neredeyse tamamını gezmişti. Küçüktü, meme emiyordu. Annesinden ayrılamayacak kadar küçüktü. O da turnelere gitti. Birlikte gittiğimiz her turnede, yoldaki her virajın arkasını, daha otobüs virajı almadan görebilmek için başımı uzatırdım. Siz de bir deneyin bu hareketi. Bu saçmalığı tekrar etmenin ruh halini düşünün. Turneye bensiz gittiklerinde, “vardık, merak etme” telefonu gelene kadar saatler geçmek bilmezdi. Oğlum biraz daha büyüdüğünde, annesi turneye gittiği zaman, saatleri beraberce saymaya başladık. Ben onlarsız gittiğimde, onların beni merak ettiğini bilirdim. Ve benim de aklım da onlarda kalırdı. Hava kararınca, insanlar evlerine kapanır, sokaklar boşalırdı. Ben, kendi ülkemde bir yabancı gibi yaşamanın ağırlığını, düşmanca bakışlar altında yaşadım. Ulusal kimliğimi açığa vuramadan, hatta bazı durumlarda onu gizleyerek. Bir İngiliz’in, Fransız’ın, Amerikalı’nın kendi ülkesinde kendi ulusal kimliğini gizleyerek yaşamak zorunda kalması sözkonusu olabilir mi? Ben kafatasçı değilim. Ben insan olmanın, her türlü erdemin üzerinde olduğuna inanırım. Ben biriyle karşılaştığım zaman, benim için onun insanlığı önemlidir. Başka birşey de aramam. Aklıma bile gelmez. Ama, ben Türk’üm ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Diyarbakır sokaklarında ben Türk olduğum için aşağılanırken, % 99’u gazeteci ya da turist kılığındaki ajan olan yabancı uyruklu kişilerin itibar görmesini anlamlandırabiliyorum. Ve beni aşağılayan pervasızlığa pabuç bırakan zihniyeti, uyruğu ne olursa olsun, bağışlamam. Oyuncu arkadaşlarıma, “PKK yol kestiğinde, Kürtçe bilenlere birşey yapmıyor...” diyerek, onlara Kürtçe “elma”, “armut”, “gel”, “git” demeyi öğretip, eğlenenleri sevindiren aymazlıkları benimseyemem. Anlattıklarım, 1988’den sonraki beş yıllık süreçtir. Dahası elbette var; dahası, başkalarında elbette daha ağır olarak var. Ama burada, bu kadarı yetsin.

Sonunda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu bağımsızlık savaşı, aynı zamanda ulusal demokratik bir devrimin yaşandığı süreçtir. Bu süreç, evlerde, sıcak odalarda, tarihten, toplumdan ve dünyadan izole bir hayat sürerek yaşanmadı. Bu ulus, ulus olmak için toprağına üniversiteler, liseler gömdü. Onların ana babaları kan ağladı elbette. Anıları –unutturulmaya çalışılsa da- hâlâ yaşıyor. Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün formasındaki beyazın yanındaki kırmızı, hangi sebeple siyaha çevrildi? İstanbulspor, İstanbul Erkek Lisesi’nin bünyesinden çıkmıştır. Formasındaki sarının yanında siyah bulunmasının sebebi nedir? İzmir’in Altay’ının formasındaki siyah?.. Gencecik insanların, lise, üniversite öğrencilerinin yasıdır o siyahlar. Ulusal demokratik devrimimiz, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı verilmiş bir savaşın sonunda gerçekleşti. İşte bu ülkü uğruna öldü binlerce gencimiz. Eğer emperyalist çıkarlar uğruna, saldırı savaşlarında ölmüş olsalardı, hayıflanırdık. Ama onlar ana babalarını, kardeşlerini, arkadaşlarını, topyekün yurtlarını savunmak için öldüler. Elbette üzüleceğiz. Hem de çok üzüleceğiz. Ama aynı şey bugün yaşansa (yaşanıyor), yurdumuza emperyalistler ve onların işbirlikçileri tarafından saldırılsa (saldırılıyor), bugün de yurdumuzu savunmayacak mıyız?

Zeynep Oral, muğlak bir zemin üzerinde, ortadan ortadan yazıyor. Önce, bir tarafında UTKEK’in, diğer tarafındaTürkiye Cumhuriyeti’nin yer aldığı bu savaşta taraf olmak ve bunu açıklamak gerekir. “Ben insanlığın tarafındayım, ben savaşa karşıyım” gibi, fiilen yaşanan savaş içinde bir anlam taşımayan açıklamalar, açıklama sayılmaz.

Zeynep Oral, yazısında demagoji yapıyor ve yaşananlara karşı gelişen halk tepkisini “hamaset” olarak sunuyor.

“(...) İnanın bu acı, siyasi sloganlarla, intikam, kin nefret sloganlarıyla ya da hamasi nutuklarla giderilmez, giderilemez. Hele savaş naraları atarak hiç giderilmez. Bunlar göstermelik tepkilerdir. Yürekte duyulan acı, gösterişe döndürülemez. (...)”

Kuşkusuz, tepkilerin içinde yanlış yöne gidenler bulunabilir. Kafatasçı yaklaşımlar, etnik temelli çıkışlar olabilir. Ve bunlar benimsenemez, kabul edilemez. Ama, Zeynep Oral’ın inandığı en yüce değer neyse, onun aşkına soruyorum: Türk halkının şu son Hakkari saldırısından sonra gösterdiği tepkinin anlamı bu mu? Bu tepki, bu mudur yani? Bu kadar mı?

Zeynep Oral, mutlu bir insan olmalı. Bu mutluluğu da, ya bilmemekten ya da benim algılarımın dışında kalacak kadar yüksek düzeyde bilmekten kaynaklanıyor olabilir. Hangisi, bilmiyorum.

Bazı gelenekler, töreler, törenler vardır. Örneğin, ölünün arkasından dua okumak, mevlut okutmak gibi. Mevlut okutulmasından murad, ölünün geri getirilmesi midir? Ölüme çare bulunması mıdır? Hayır. Bu törenler, insanlarını acılarını paylaştıkları ve böylece acıya karşı dayanma ve direnme gücünü geliştirdikleri toplumsal olaylardır. Zeynep Oral hiç mi acı çekmedi? O gencecik şehitlerin ana babalarının acılarını, bu ülkenin bütün yurttaşları içinde hissetti. Bunun açıkça ve yüksek sesle, ve –her sağlıklı ve ard niyetsiz yurttaşta olması gerektiği gibi- öfkeyle paylaşılması, hamaset midir? (Hamaset üzerine, meraklısı için: Bkz, “Hamaset, Hamaid ve Mugalata” başlıklı yazım.) Yok eğer; bu acı üzerinden rant elde etmek isteyenler varsa ve onlar kastediliyorsa; içtenlikli bir şekilde acı çeken ya da çekilen acıyı paylaşanları töhmet altında bırakmadan, bu kişi ya da kesimlerin açıkça belirtilerek yazılması gerekmez mi?

“(...) Nasıl mı? Tahriklere kapılmayarak. (..)”

Elbette, kimse tahriklere kapılmayacak. Kapılmamalı. Ama, tahrik eden kim? Kimler? Bunu açık etmeden, kimin tahriklere kapılmaması gerektiği üzerine öğüt vermenin yararı var mı?

“(...) Nasıl mı? Demokrasiden asla ve asla vazgeçmeyerek. Demokratik kanalları açık tutarak. Sokaklarda değil, Meclis’te siyaset üreterek. Toplumsal barış ancak böyle sağlanabilir. (...)”

Toplumsal barış, siyaset üretme erkini ve yetkisini Meclis’e aktararak sağlanamaz. 22 Temmuz seçimleri öncesi ve sırasında, toplumsal iradenin UTKEK tarafından nasıl yönlendirildiğini gördük. Toplumsal iradenin Meclis’e yansımasının, antidemokratik yollarla, nasıl engellendiğini gördük. Yıllardır süren karşıdevrimin katettiği yolu ve elde ettiği kazanımları gördük. Bütün bunlardan bağımsız bir Meclis olamaz, bugün bu ülkede de yoktur. Ayrıca, sokakta neden siyaset üretilmesin ki? Sokakta neden siyaset yapılmasın? Bu antidemokratik bir tutum değil mi? Meclis’i dolduran irade, toplumun (en azından bir kısmının) iradesinden geride kalmışsa ne olacak? Karşıdevrim kazanımlarını sokakta çalışarak elde etmedi mi?

“(...) Bu ülkenin kadınlarına benim güvenim sonsuz. Kolayı değil, zoru gerçekleştirmede daha başarılı olduklarını çok iyi biliyorum. Yürek sesleriyle, akıl seslerinin bir olduğuna inanıyorum. Birikimleriyle, deneyimleriyle, sağduyularıyla, duygudaşlık ve dayanışma güçleriyle, sorun çözme beceri ve yetenekleriyle, bunun üstesinden gelebilirler. O nedenle önce ülkemin tüm kadınlarına, sonra Meclis’teki 50 kadın milletvekiline sesleniyorum: Şiddetin her türüne karşı birleşin! İçinizdeki vicdan dilini bulup yaymaya bakın.

Meclis’teki 50 kadın milletvekili: Şimdi partilerinizin sözcüsü olmaktan çıkın! Tüm ayrımcılıkları, tüm farklılıklarınızı bir yana bırakın. Türk-Kürt, laik-şeriatçı, sağcı-solcu, YETER! Bir araya gelin ve ortak çözüm arayın! Yüreğinizle yani aklınızla konuşun! Partilerinize puan kazandırmaktan vazgeçin, ülkenize, vatanınıza en büyük zaferi kazandırın: Ne iç savaşa ne de dış savaşa sürüklenmeyecek bir Türkiye Cumhuriyeti kazandırın!

Amasız, şartsız koşulsuz, bundan böyle bir tek çocuğun bile ölmeyeceği yolu arayın, bulun ve yaratın! İnanın, yapabilirsiniz! (...)”

Ben de diyorum ki, yapamazlar. Çünkü bütün bu cafcaflı lafların bir tek harfinin gerçekle örtüştüğü nokta yok. Bu satırların ne tarihle, ne sosyolojiyle, ne de sınıf olgusuyla ilgisi var. Davultozuyla minare gölgesini karıştırmak ve bundan bir çözüm ummak ne kadar olanaklı ve gerçekçi bir istekse; bu laf salatası da o kadar olanaklı ve gerçekçi.

12 şehidin yanısıra, yaralılarımız var. Ve, düşmanın elinde sekiz tane gencimiz var. Onların anaları da ana. O analar da kadın. Zeynep Oral’ın o sekiz kadına, o sekiz anaya ve o sekiz gencimize söyleyeceği bir sözü yok herhalde ki, yazısında anmamış. Onların da Zeynep Oral’a söyleyecek sözleri olduğunu sanmam.

Türkiye Cumhuriyeti, bir yılbaşı gecesinin ertesinde, yeni yılın ilk sabahında, ışıklı, yaldızlı ve plastik bir çam ağacı dibinde, janjanlı kâğıtlara, simli kurdelelere sarılı olarak bulunmadı.

“(...)

Gece aydınlık ve sıcak

ve kağnılarda tahta yataklarında

koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.

Ve kadınlar,

Birbirlerinden gizleyerek

Bakıyorlardı ayın altında

Geçmiş kafilelerden arta kalan öküz ve tekerlek ölülerine.

Ve kadınlar,

Bizim kadınlarımız:

Korkunç ve mübarek elleri,

ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle

anamız, avradımız, yârimiz

ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen

ve sofradaki yeri

öküzümüzden sonra gelen

ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız

ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki

ve karasabana koşulan

ve ağıllarda

ışıltısında yere saplı bıçakların

oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan

kadınlar

bizim kadınlarımız

şimdi ayın altında

kağnıların ve hartuçların peşinde

harman yerine kehribar başlıklı sap çeker gibi

aynı yürek ferahlığı,

aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.

Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde

İnce boyunlu çocuklar uyuyordu.

Ve ayın altında kağnılar

Yürüyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru. (...)” (922 Ağustos Ayı ve Kadınlarımız ve 6 Ağustos Emri ve Bir Aletle Bir İnsanın Hikayesi-Nazım Hikmet.)

Zeynep Oral’ın seslendiği kadınlar, bu kadınlar mı?

Zeynep Oral, bu kadınlardan mı?
tıkla: tiyatrom