21 Temmuz 2007 Cumartesi

TATİL

Üç yıldır tatil yapamamıştım. Beş gün Gümüşlük’te bir pansiyonda kaldım. Son zamanlarda kafa, göz, zihin yorgunluğu üzerimden akıyordu. İki haftada bir http://www.tiyatrom.com/ için yazıyorum. “Lysistrata” polemikleri, Erbil’in (Göktaş) çıkaracağı dergi için bir yazı, benim rutin oyun ve araştırma çalışmalarım, son iki yıldaki yoğun reji çalışmalarım filan derken... Başımın sürekli ağrımasını, gözlerimdeki buğuanmayı hep bu yoğunluğa bağlıyordum. Meğer gözlerim sukoyvermiş. Doktora gittim, yakın görmede bozukluk var. Derece, 1.50. Benim bildiğim, bu iş 0.25’le filan başlar. Daha doğrusu, o aşamalarda farkedilir. Ama ben hep çalışma yoğunluğuna verip, gözümün bozulmuş olabileceğini düşünmedim. “Yeni Tiyatro” dergisi için yazdığım yazıyı gönderip, Gümüşlük’e gittim.

Gözlerimi dinlendirmem gerektiği için, yanıma yalnızca “Bilim ve Gelecek”in 38. sayısını (Adnan Oktar’ın “Harun Yahya” takma adıyla yayınladığı kitaplarda evrim kuramına karşı ileri sürdüğü ipe sapa gelmez, bilim dışı görüşleri bilimsel açıdan değerlendiren özel sayı) ve Hilmi Bulunmaz’ın çıkardığı “Tiyatro Oyun” dergisinin ilk dört sayısını aldım.

Büyük Ada’da, bir sergi görmüştüm bundan üç hafta kadar önce. Bir fosil sergisi. Sergiyi kimin açtığına dair bir bilgi, açıklama yoktu. Birkaç balık, birkaç yaprak, bir arı, bir kaplumbağa, bir kaplan, birkaç tane daha benzer fosil. İlk bakışta ilginç, hiç beklemediğiniz bir anda karşınıza çıkan, sürpriz bir zaman yolculuğu gibi geliyor. Fakat, fosillerin altındaki küçük tanıtım yazılarında, şöyle yazıyor: “350 milyon yıldır hiç değişmedi”. Bütün fosillerin altında, yıl hanesi değişiklik göstermek kaydıyla, aynı yazı var. İlk anda, evrim sürecine dair bir açılım gibi algılanan sergi; aslında evrime karşı, evrimcilerin silahlarını onlara çevirmeye çalışan örtülü bir saldırı. Yani diyorlar ki, “Hani evrim doğayı ve canlıları değiştiriyordu? Bakın, değişmiyorlar işte!” “Bilim ve Gelecek”in 38 sayısı, Harun Yahya imzalı evrim karşıtı görüşlerin yanıtlandığı, güzel bir çalışma.

“Tiyatro Oyun” dergisinin niteliğini yükseltmesi için sabırlı ve özenli bir çalışmaya gereksinimi var.

Bu stoklar bir günde bitince –gazete almamak ve okumamak kararında olduğum için- gazete de almamış olduğumdan, sıkıldım. Deniz, Güneş güzel ama... Yine de, bir süre sonra insan şöyle bir göz atacağı birşeyler arıyor. Pansiyonun önünde oturuyorum. Etrafımda, gazete okuyanların gazetelerine “sarkmak”tan kendimi alamadım. Gözüme bir başlık ilişti: “Şevval CHP’ye oy vermeyecek”. Kim bu Şevval? Resmi var. Biraz yaklaştım; Şevval Sam. Hımmm... Gazete okuyana seslendim:

“Ya, şu haberi merak ettim, Şevval CHP’ye neden oy vermeyecekmiş?” Adam, bana gazeteyi uzattı:

“Buyurun, okuyun”.

Mahcup oldum:

“Hayır, şey değil de, nedenmiş, onu merak ettim...”

“Alın, okuyun. Bende başka gazete var...”

Aldım. “Sabah Gazetesi”. Faşist olduğu için CHP’ye oy vermeyecek olan Şevval Sam, Ufuk Uras’a verecekmiş oyunu. Sabah Gazetesi’nin bu haberini ben şöyle okuyorum:

“Ey sanatçı, aydın, okuyan yazan, kendinde hikmet gören! Sen, farklı, herkesin göremediğini gören, herkesin gördüğünün farklı taraflarını görebilen, ayrı ve ayrıcalıklı bir varlıksın. Sürüye katılma! Sen biriciksin ve değerlisin. Siyasal mücadelenin ancak örgütlü olarak yapıldığında bir anlam taşıdığı ve sonuç getireceği gibi bir saçmalığa meyletme. Meyledenleri de caydır. Popülariteni böyle kullan! Bir başına, tek başına, dimdik dur. Bunu da bağıra çağıra bildir. Biz de haber yapalım, bu bağırışını çağırışını büyütelim. 22 Temmuz’da oylar parçalansın. Sen bir başına ve onurlu bir sanatçı olmanın gururunu yaşa, AKP yine hükümet olsun, biz de malı götürelim.”

CHP’ye oy verip vermemenin önemi yok, Şevval Sam. Ama rolünün bu olduğunu bil. Meclise girmek uğruna, Türkiye düşmanlarıyla dirsek temasında bulunmaktan çekinmeyen ve örgütünden istifa edip; örgütlü sınıf mücadelesini savunanlara nanik çeken birine oy vermenin bana göre başka anlamı yoktur.

Dayanamadım, ertesi günden itibaren gazete almaya başladım yine.

Al bakalım, Almanya’nın yediği herzeye bak! Göç Yasa Tasarısı! Tasarıdan birkaç ayrıntı:

- Türkiye’den getirilecek eşin en az 18 yaşında olması gerekiyor. Doğuştan Alman, Türkiye’deki eşini rahatlıkla getirirken, sonradan Alman olanda ekonomik yeterlilik aranacak. Almanca bilmeyen eşlere vize verilmeyecek.

- Alman ve göçmenlerin eşlerinin yeteri kadar Almanca bilmemeleri durumunda uyum kursuna katılmaları zorunlu kılınıyor. Aksi halde bin Euro’ya kadar para cezası söz konusu.

- Vatandaşlık sınavına giriş zorunlu, vatandaşlık kursuna katılma ise isteğe bağlı olacak. Vatandaşlığa geçebilmek için Almanya’da 8 yıl yaşama zorunluluğu vardı. Sınavı geçenler 7 yılda vatandaş olabilecek.

- Alman vatandaşı olmayan yabancılar, dil sınavını geçemezse oturma hakkı alamayacak. Öğretmen veya doktorlar Almanca bilmeyen bir göçmeni ‘dil bilmiyor bu nedenle uyumu engelliyor” diye ihbar edebilecek. (Hürriyet Gazetesi-12 Temmuz Perşembe, 2007)

Bu bir asimilasyon yasası ve özellikle Türkler’e yönelik olduğu açık. Bir kere daha yazıyorum: Avrupa iki yüzlüdür. İki “demokrasi”si vardır; biri kendi için, biri de diğerleri (örn; Türkiye) için. İki “terör”ü vardır; biri kendi için, biri de diğerleri için. İki “insan hakları” vardır. Biri kendi için, biri de diğerleri için. İki “sosyalizm”i vardır. Biri kendi için, biri de diğerleri için. Yukardaki yasayı alın, yasanın Almanya’da değil de, Türkiye’de çıkarıldığını düşünün ve öznesinin de “Türkler” değil, “Kürtler” olduğunu varsayın. Avrupa ve yerli işbirlikçileri ayağa kalkardı. Peki bugün ne oluyor? Hüriyet’in tiraj avcılığına duygusal bir haber. Ha, bir de Oktaylar Ekşiler’e (kendinden “biz” diye söz eder ya) güzeller bir yazılar konuları:

“(...) Örneğin, 10 yahut 20 yıl önce Alman vatandaşı olan Ahmet, tutar Türkiye’de yaşayan bir Türk kızıyla evlenirse, eşini yanına alabilmesi için Fadime’nin ‘dil sınavını’ kazanması gerekecek. Ama aynı Ahmet, Amerika’lı, İsrail’li, Güney Kore’li bir kadınla evlenirse eşi Almanca’nın ‘A’sını bilmese dahi, elini kolunu sallayarak Almanya’ya girecek. (...) Şimdi söyler misiniz? Aynı koşulları taşıyan iki insana sırf farklı ulusal kökenden geldiği için farklı işlem yapılmasını emreden yeni Göç Yasası ‘ırkçı’ bir görüşü yansıtmıyorsa neyi yansıtıyor? (...)” (Hürriyet Gazetesi-“Bu da ırkçılık değilse...”/Oktay Ekşi-13 Temmuz Cuma, 2007)

Almanya Başbakanı Angela Merkel, Berlin’de yabancıların topluma entegre edilmesiyle ilgili bir toplantıya evsahipliği yapmış. Göç Yasası’nın protesto etmek için toplantıya katılmayan bazı Türk derneklerine yönelik de şu açıklamayı uygun görmüş: “Federal hükümete ültilatom verilmez”.

Daha iki hafta önce, Antalya’da mı neydi, bir Alman genci bir suç işlediği iddasıyla tutuklandı. Ne yaptı Almanya? Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarını, hukukî ve siyasî varlığını hiçe sayarak, Alman gencinin derhal serbest bırakılmasını istedi. Hem de bakanlar düzeyinde kulisler filan yaparak. Onların hukuku da iki tane. Biri kendileri, biri de “diğerleri” için.

13 Temmuz Cuma, 2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde, Ferai Tınç “Kes Sesini” başlıklı bir yazı yazmış. Tesadüfe bakın, Şevval Sam’la benzer bir seçim tercihleri var. Yazısının sonunda diyor ki:

“(...) Bana ‘oyun boşa gidecek’ diyenlere ‘A ya da B, C hangisine verirsem oyum boşa gitmeyecek?’ diyorum. Benim oyum ne zaman boşa gitmedi ki? Ne zaman bir derdim olduğunda Ankara’da çalacak bir kapım oldu? Kim benim sesimi Meclis’e yansıttı? Kimin üslubu üslubuma uydu? Herkesin bir cemaati, bir aşireti var, neden benim olmasın? (...)”

Baskın Oran’a oy vereceğini de açıklıyor sayın Ferai Tınç. Anlaşılıyor ki, Ferai Tınç’ın bugüne kadar Ankara’da meşrebine uygun bir kapı bulamayışının sebebi, kendisiymiş. Bilememiş. Bir elinden tutan olmamış. O da bir şeyh bulmuş şimdi. Şeyhine mürid olacak, onu uçuracak (Mâlum, ‘şeyh uçmaz, mürid uçurur. Bkz: Süleyman Deminel Külliyatı.), sonra da uçan şeyhinin nefesine tutunup, kendi de uçacak. Yani, yıllardan beri yapılanı yapmaya karar vermiş sayın Ferai Tınç. Bu yol insanı uçurur, doğrudur. Ama Baskın Oran’la zaman yitirmeyin Ferai Tınç? Ben size AKP’yi salık veririm.

Tükiye’nin belli başlı bazı gazeteleri ve yazarları, acaba “AKP’ye oy verin” diyemedikleri için mi böyle kulaklarını göstermek için ellerini apış aralarından filan geçirip de dolambaçlı yollar izliyorlar?

Gümüşlük’te kaldığım pansiyonun adı “Sysyphus”. Pansiyonu Alaaddin ve Ercan adlı iki arkadaş işletiyor. Mal sahibi değiller. Pansiyonun asıl sahibi farklı. Alaaddin diyor ki:

“Eskiden buralarda memurlar tatil yapabilirdi. Şimdi yok. Nerdeee?.. Mandalina olurdu eskide buralarda, şimdi kimse uğraşmıyor mandalina yetiştireceğim diye. Neden uğraşsın ki? Nasıl uğraşsın. Ürettiği para etmiyor? Eskiden, Haziran’ın başında başlardı pansiyonculuk, Ağustos’un sonuna kadar ful giderdi. Şimdi, taş çatlasın, kırkbeş gün iş yapıyoruz. Hiç ful olduğu yok. Seçimleri de getirip koydular yaz ortasına, hadi bakalım...”

Ercan devralıyor:

“Para el değiştirdi Irmak abi. Para el değiştirdi. Yeşil sermayenin eline geçti. Onlar da altına yatırıyor, yastık altında tutuyor. Para dönmüyor. Harcayacak olsalar da, gelip burada harcamıyor. Parayı nerede harcıyacağını hesap ediyor. Tatil için bana gelmiyor, buraya gelmiyor örneğin. Kendi içinde yapıyor ne yapacaksa.”

Alaaddin;

“Bırakın Bodrum”u, İstanbul’u. Turgut Reis’te dört tane Migros gibi büyük, yabancı alış-veriş merkezi var. Bunlar bölgedeki parayı çekiyor hortum gibi. Sonra o para İstanbul’a gidiyor, dışarı gidiyor. Burada para kalmıyor ki? Burada esnaf dükkân kapatıyor. Rokanın demeti burada (Gümüşlük. y.n.) elli kuruş. Migros’ta daha pahalı. Üstelik, demetler de daha küçük. Pahalı satıyorlar. Ama, millet şartlanmış, oraya gidip alıyor. Benim buradan aldığım roka bana yetmiyor. Hadi bakalım, ben de Migros’a gidip alıyorum. Senden çıkıyor parası? Sana yazıyorum ben de. Sonuçta ne oluyor? Sana bana oluyor...” diyor.

Gümüşlük’te tatil yapan o kadar çok Fransız var ki... Akşamları biralarını yudumlayan, ateşin başında, denizin kenarında eğlenen yabancı turistlere bakıyorum gıptayla. Ercan yanıma sokulup, dirseğimi dürtüyor:

“Burada azınlığız Irmak abi, farkında mısın?” diyor. (Bu konuyu “No Pansiyon” adlı yazımda işlemiştim. Bkz: “No Pansiyon”/www.kazdamioyunculari.com) “Farkındayım”, diyorum gülümseyerek. Yabancı bir kadın ve erkek geliyor pansiyona. Ercan, yanlarına gidiyor. Pansiyonu tanıtıyor, fiyatları söylüyor, falan. Arada şöyle dediğini işitiyorum: “...Your home.”

Kadın ve adam gidiyor. Ercan’a diyorum ki:

“ ‘Burası eviniz’ mi dedin onlara?”

Gülüyor, “esnaf işi benimki...” demeye getiriyor:

“Evet Irmak abi, bizde böyle biliyorsun...”

“Aman ha”, diyorum, “...öyle söyleme. Bunlar ciddiye alırlar, pansiyon gider elinden, işinden olursun...”
“O kadar uzun boylu değil” gibilerinden bakıyor bana.

Yine bir gazetede Pınar Altuğ’un genç sevgilisinden ayrıldığı yolundaki haberlerin asılsız olduğunu, ikisinin Yunan adalarında tatil yaptıklarını ve mutlu olduklarını okuyorum.

Galatasaray’ın Lincoln, Fenerbahçe’nin Roberto Carlos transferlerini izliyorum. Aldıkları paralara ıslık çalıyorum. Daha üç hafta kadar önce bir oyunumu oynayan bir tiyatro patronuyla kurban pazarındakilerden farkı olmayan bir mücadele sonucunda aldığım telif parasıyla kıyaslıyorum. Kızıyorum. Tiyatro patronunun bana durmadan tiyatro yapmanın ne kadar zor olduğundan, koşulların kötülüğünden dem vurmasının bende yarattığı çaresizlik duygusu geliyor aklıma. Köpürüyorum. Sanki o Türkiye’de tiyatro yapıyor da, ben Merih’te yaşıyorum. Neden benim (yazarın) tiyatronun doğal bir parçası olduğumu kabul etmiyor? Neden bir oyunun prodüksiyon giderleri hesap edilirken, beni (yazarı) hesap dışı tutulacak bir ŞEY gibi algılıyor?

Yok, asıl olan bunlar değil. Tuz kokusu, rüzgâr, her akşam sessizce batan ve her sabah sessizce doğan Güneş... Bunları teninde, içinde, ruhunda hissettikçe, dünyayı değiştirecek yenilenmeyi yaşıyor insan. Evet, yine de umutluyum. Yine de yapacağım işler var.

İçimin karardığını, umutusuzluğa teslim olmaya başladığımı hissettiğimde, hep Georgi Cagarov’u düşünürüm. Cagarov ve O’nun gibi olanların, hepsinin simgesi olan bir şiir: “Sorgudan Sonra”.

Boyu iki adım hücrenin, eni de...

Buzdan soğuk, kıvrıldığın saman,

Kolunu uzatırsın, duvar.

Başını kaldırırsın, tavan.


Ve engin kırlar var az ötende

Derin nehirler

dağ dizileri...

kanat sesleri gökte

yurdun yani...

Ve alıp uzaklara

Götüren yollar...


Arkadaşlar var az ötende

Düşler

Deniz kıyıları...

Ve sen

Savunabildin

Tüm bunları


Topu topu

İki adımlık bir alanda.

Georgi Cagarov’un, hücresinde bu şiiri yazdığının ertesi sabahı kurşuna dizildiği söylenir.

Bu şiir, hiç değilse bu şiirin yazıldığı ortama düşene kadar umutsuz olmayı yasak ediyor bana. Yazılacaklar, yapılacaklar var daha.


COŞKUN IRMAK HAKKINDA

COŞKUN IRMAK' A AİT ÖNCEKİ YAZILAR

“GENÇLİK TİYATROSU” VE “MİLETOS GÜZELİ”
SARIYLA KIRMIZIYLA ALNIMIN AKIYLA
BELGRAD NOTLARI
BEYAZ ADAM
“ÖRGÜTLENME” ÜZERİNE
ANTİGONE (Antik Yunan Tragedyaları Üzerine Modern Safsatalar)1. Bölüm
ANTİGONE (Antik Yunan Tragedyaları Üzerine Modern Safsatalar)2. Bölüm
ANTİGONE (Antik Yunan Tragedyaları Üzerine Modern Safsatalar)3. Bölüm
“TİP” Mİ, “KARAKTER” Mİ
SİVAS ELLERİNDE ÇALINAN SAZ KİMİNDİR? - 1
SİVAS ELLERİNDE ÇALINAN SAZ KİMİNDİR? - 2
HALKININ ATI OLMAK
KAVRAMLAR VE SAHİPLERİ
KOŞTURMACA
HAMASET, HAMAİD VE MUGALATA
Fahrettin Özen
“GÜR TURUNÇ AĞAÇÇIĞI”
“LYSİSTRATA”YA YAS MI YARAŞIR - 1
“LYSİSTRATA”YA YAS MI YARAŞIR - 2
“LYSİSTRATA”YA YAS MI YARAŞIR - 3
EDİP OLMAK VE “EDİP” OLMAK
EDİP TÜMERKAN’IN SON SÖZLERİNE YANIT
PET ŞİŞE
Lysistrata'ya yas mı yaraşır 4
BELEDİYELERDE TİYATRO
BEŞİNCİ BOYUT (Sıradan Ruhların Hikâyesi)
ASAF GÜVEN AKSEL