25 Mayıs 2007 Cuma

Sınırda dergisinin yeni sayısı çıktı

Düzenli olarak yayımlanmakta zorlanan ve yeni sayısı mayıs/haziran/temmuz/ağustos aylarını kapsayan biçimde yayımlanan Sınırda dergisi, amatörlüğü aşan bir yapıya sahip olamadığından, eklektik bir anlayışla yayın yapıyor...

Herşeye karşın yedinci sayısıyla "görücüye çıkan" Sınırda'nın içeriğini buraya aktaralım:


Dosya konusu Edebiyat ve Politika olan bu sayı SINIRDA’n bir öyküyle (!) başlıyor.
Bülent YILDIZ, Jean Genet üzerine analitik bir okuma;
Orhan ÇETİNBİLEK, edebi edebi sokaklar;
Kutlu TUNCA, şey;
Ziauddin SARDAR, blitcon alemine hoş geldiniz;
Uluer AYDOĞDU, hikayesel yalıtım;
Mahmut TEMİZYÜREK, göz görmez bilinç görür,
Bayram BALCI, söz vebaldir;
Ahmet BOZKURT, şiirin gündemi,
Tülay YILDIZ, metinlerarası ilişki ve üç oyun denemesi;
Salih AYDEMİR, viral akıntılar-7;
Mustafa Ö.SOYLU, melankoli devrimcidir;
Sevim ÖKTENER, şizofreni ile yaşamak 3;
Reha ÜLKÜ, mülksüzler ve ‘sprawl üçlemesi’ film yapılabilir mi?;
Sahra Ç. ALP, şair ve meleği;
Semih ÇELENK, internette tiyatro üzerine kayıkçı kavgaları;
İlyaz BİNGÜL, Osmanlı Burjuvazisinin Oluşumu;
yazılarıyla ve,
Çağdaş ÇETİNKAYA, üç kişili hazin varyete;
Orhan ÇETİNBİLEK, Koşucu; öyküleriyle,
ve Anita SEZGENER, Derya ÖNDER, Perihan YAKAR, Bayram BALCI, Feride EREZ, Veroc SERENAS, Hüseyin KÖSE, Ekrem ÖZLÜ, Onur AKYIL şiirleriyle yer aldılar.
Bu sayıda bağlama ilişkin çeviri metin olarak, Alain BADIOU’nun Sanat ve Felsefe;
Maurice BLANCHOT’nun, Roman ve Ahlak - Zaman ve Roman - Yeni Roman;
Paul RICOEUR’ün ‘Sözlendirme ve Konuşan Özne’, makalelerine yer verildi.

SINIRDA'nın Eylül 2007, 8. sayısının dosya konusu "ELEŞTİRİNİN KRİZİ" olarak saptanmıştır. Günümüzde içinden çıkılmaz bir hal alan bu konunun tartışılması, açıktır ki, bağlama ilişkin inceleme ve araştırmaları olanların katılımıyla çok daha verimli olacaktır.


SINIRDA'n

Tarihin o güne kadar gördüğü en kalabalık ordusunu toplayan Napolyon, Elbe'ye sürülmeden iki yıl önce 1812'de bir maceraya, yani Rusya Seferi'ne çıkar. Moskova önlerine geldiğinde tarih 7 Eylül 1812'dir. O gün, Moskova'nın yaklaşık 110 km. batısında, Moskova nehri üstündeki köprübaşında, ünlü Borodino Savaşı gerçekleşir. Rus ordusu Napolyon ordularını durdurmayı başarmakla birlikte verdiği kayıplar sonucu, mevzileri uzun süre elde tutabilecek durumda değildir. Kutuzov, geri çekilme kararı verir. Bu geri çekilişe Moskova halkı da katılır, şehri boşaltır, tüm bereketini de yanında götürür. Napolyon hiç bir direnişle karşılaşmadan Moskova'ya girdiğinde koca şehirde adeta in cin top atmaktadır. İşgalci ordu saraylara, konaklara büyülenmiş bir sarhoşlukla yerleşir. Fakat mevsim kışa dönmektedir. Napolyon altın ve silahın karın doyurmadığını ve yaşamaya yetmediğini bilmekte ve içine düştüğü tuzağı her geçen gün artan soğukla birlikte anlamaktadır. Bir yandan Kutuzov'a küfürü basmakta bir yandan da kimseye hissetirmeden nasıl geri döneceğini düşünmektedir.

Şehrin sokaklarında hayat yok gibidir. Bir köşe başında çöp bidonunun kapağını yere düşürüp korkarak kaçan bir köpek, belki karşı evin merdiven altındaki mahzen deliğine hızla giren şişman bir fare ya da arada bir çaresiz kanat çırpışlarıyla çatı kenarlarına tüneyen güvercinler… Fakat çocuklar, kadınlar, erkekler, insanlar... onlar yoktur.. tüm dükkânlar kapalı, tüm kepenkler örtük, tüm ışıklar sönük.. yalnız belki birkaç kişi, halktan ayrı düşmüş, her mahallede tek tük, kendi türlerinin militanı birkaç kişi..
Daha geçen hafta kocasını Borodino'da kaybeden ihtiyar bayan Nadenka, hiçbir yere kıpırdamamış, komşularının tüm ısrarına rağmen kalıp direnmeyi seçmişti. Neredeyse boş gözlerle bir an mutfağın buğulu ve kirli camından süzülen damlalara, göğe baktı, her şey, tüm gök, tüm yer, tüm sokak çok griydi. Yılların eskittiği kapkara ocaktaki tencereyi karıştırmaya başladı. Evde kimse yoktu, kimse de gelmeyecekti ama yine de ihtiyar bayan Nadenka bunun hayatında pişiridiği en iyi gulaş olmasını istiyordu. Soğanları her zamankinden daha ince doğramış, etleri özenle küp küp kesmiş, kıvamında pişmesi için kaynar suyu hep belirli aralıklarla eklemiş, şimdi de lezzet için normal zamanlarda pek yapmadığı bir şeyi yapıyor, kaşık ucuyla kimyon ve mercankökü koyuyordu. Baharatı yemeklere hep özel günlerde koyardı Nadenka, o günü daha anlamlı kılmak için. İyice karıştırdıktan sonra kapağı kapadı ve elindeki tahta kaşığı bıraktı. Dimdik ayakta ellerini beline destek yaparak pencereye doğru bir iki adım attı, durdu. Ağır adımlarla geriye dönüp kuzinenin fırınını açtı. Eline bir bez alarak yeni pişirdiği mısır ekmeğinin tepsisini çekti çıkardı. Ekmek nar gibi kızarmış ve enfes kokuyordu. Eğildi bu has ekmek kokusunu ciğerlerine dek içine çekti. 'İşte bu! dedi içinden, 'hayatın kokusu bu!' ve seslendi kocasına, 'Evgenii rahat uyu..' Direnmenin başka türlüsünü bilmiyordu Nadenka.. En iyi bildiği işi yapıyor, ekmek pişiriyordu.
Aynı anda sokaktan geçen bir Fransız devriyesinin at nallarından çıkan ritmik şıkırtının sürekli tekrarıyla irkildi. Ritmik şıkırtı yüce fakat sürekli tekrar bir zulümdü.. Aceleyle pencereye yanaştı. Mağrur ve galip askerler, her yanı kuşatmış askerler.. Geçtikleri her yer, dokundukları her şey bozuluyor, kirleniyor diye geçirdi içinden. Bir ara karşı evlerden mahallenin en zengini Miahiloviç'in kapısının aralandığını gördü, bu çevrenin en akıllı, Paris Sorbonne'larda okumuş gelmiş en tahsilli ve en güzel kızı Svetlana kapıya çıkmış, askerlere gülümsüyordu. Bu soğuğa rağmen, kışkırtıcı giysisinin göğsü epey dekolteydi, hatta bir ara askerlere el salladığını bile gördü. Nadenka hiddetinden yerinde duramıyordu. Svetlana ona kocasının ölümünü, işgalcileri, işgalin boyutlarını falan unutturmuştu. Bu her şeyin ötesinde başka bir şeydi ve anlayamıyordu. Devriye geçtikten sonra, yeni pişirdiği mısır ekmeğinden yarıya yakın büyük bir parça kesip, bir beze sardı ve yine sakin adımlarla dışarı çıktı, karşıya geçip Svetlana'nın kapısını çaldı.. Svetlana kapıyı açtığında çocukluğundan beri kendisini seven, tahsilli olduğu için övgüler düzen ve herkese karşı her konuda destek çıkan, tüm aşırı tavırlarına mahallenin hoşgörü göstermesini sağlayan ihtiyar bayan Nadenka'yı karşısında görünce irkildi. Nadenka, elinde tuttuğu ve üzerinden buhar tüten beze sarılı ekmeği uzattı.. Tek kelime etmedi fakat öyle bir baktı ki, Svetlana bir şey söylemek zorunda hissetti kendini.. 'Boşveer be Nadenka' dedi, cüretle, ‘tecavüz kaçınılmazsa bari zevk almak gerektiğini en iyi bilen biz değil miyiz?'..
İhtiyar bayan Nadenka evine dönerken neden bedenine alev bastığını, yüzünün yandığını anlamaya çalışıyordu.. Belki de hayatında ilk defa bir soyutlama yapıyor, ‘utandım galiba ’ diye düşünüyordu.

08.Mayıs 2007HÇ.

tıkla: Sınırda