24 Mart 2007 Cumartesi

MUM'dan bir yaprak: 'Ben Tiyatrocuyum Soyarım'

Ekim/1994 tarihinde yayımlanmaya başlayan MUM dergisinin ilk sayısından bir yaprak sunalım:

Bu yılın ilk günleri... Bir tanıdığımın akrabasının on aylık bebeğinin ölümcül bir sayrılığı olduğu haberini alıyorum. Zaman, ünlü 5 Nisan Kararları'nın öncesi (Tansu Çiller başbakan iken, alınan; halk karşıtı ekonomik kararlar - OYUN). Şu andaki yaşam koşullarından (görece) daha rahat bir süreçteyiz... Ölümcül sayrılığını (hastalık) durdurabilmek için otuz milyon gerekiyor. Ancak, birkaç milyon katkıda bulunma olanağım var. Usuma bir düşünce geliyor: Nasıl olsa her üç sözcükten biri "devrim" olarak dökülen insanların tatlı ağızlarını anımsıyorum... İlk erimde düşündüğüm tek bir tiyatro var: Ankara Birlik Tiyatrosu. "Düzen"den çok çektikleri için, bu küçük kıza yardımcı olacaklarına emin olarak Kocamustafapaşa'nın yoluna koyuluyorum. İstediğim tek birşey var: salonlarını bir buçuk saatliğine ücretsiz yada çok az bir paraya bize vermeleri. Çok sıcak karşılanıyoruz:

"Ne demek, nasıl olsa siz de 'devrim' için tiyatro yapıyorsunuz, buyrun istediğiniz gibi kullanın..."

16 Ocak 1994 tarihinde Gamze Abik adlı bebek için salonlarını, Aziz Nesin'in "Sen Gara Değilsin" adlı yapıtını sunma anlamında "emrimize" sunuyorlar. Ve yeteri denli para toplanıyor. Gamze ellerinizden öper, hala yaşıyor...

Ancak, bir de madalyonun "devrimci olmayan" yüzü var. Bu dostane tavırlardan ve uzamlarında bol sayıda bulunan devrimci insanların posterlerinden güç alan biz acemi çaylaklar hemen paylaşımcı-üleşmeci önerilerde bulunuyoruz:

"Salonunuzu, sizin kullanmadığınız zamanlarda kullanabilir miyiz?"

Hemen peşi sıra gelen ikinci sorumuz: "Kaç para istersiniz?"

İlk tavır; yine babayani... Gelgelelim biraz bastırınca, o anda orada oynanmakta olan ve oynanmasının tek bir nedeni "Kültür Bakanlığı Katkısı"nı elde etmek olan Tevfik Gelenbe'den elde ettikleri gelirden daha fazla para istiyorlar. Ne de olsa devrimci dayanışma!...

Eh serde çaylaklık var ya; hemen kabulleniveriyoruz. Önerileri: Hiçbir izleyici gelmese de 750.000 TL. yüzde 25'i anılan parayı aşarsa, "ne tutarsa"... İlk hafta 1.000.000 TL. civarında hasılat elde ediyoruz. Adamlar devrimci ya, hemencecik devrimciliklerini kanıtlayıveriyorlar: 750.000 diğer kalan paranın yüzde 25'i. Üstünüze afiyet ben, (aynı zamanda) ülkemizde kapitalizmle ilk tanışan mekan olan, Kapalıçarşı'da otuz yıldır kuyumculuk yapmaktayım. Ne yazık ki, bu devrimci kardeşlerimin hesabını ne kapitalizme ne de sosyalizme sığdırabildim. Biraz dayatınca, "haydi sizin dediğiniz olsun" sözlerini istemeye istemeye kullanıverdiler...

Paşa paşa ilişkilerimizi sürdürürken, binlerce afiş teslim ettik ve bu afişleri astırmaları için milyonlarca lira verdik. Bunun yanında onbinlerce tanıtmalık ve yine yüzbinlerce dağıtma parası verdik. Dedik ya biz çaylak devrimcileriz. Afişlerimizi sezon bittikten sonra (rastlantı olarak) tuvaletin gizli bir bölmesinde ele geçirdik. Adamlar, herhalde devrimciliği yeraltı örgütü gibi yapıyorlar. Yine tanıtmalıklarımızı pek uygun olmayan uzamlarda ele geçirdik. Sözde afişleri asan insanlara verilmek üzere aldıkları paraları "devrim adına" iç ettiler. Doğal olarak tanıtım yapamadığımızdan, pek izleyici de gelmedi. Bu arada sürekli olarak yeniden afiş ve tanıtmalık vermemiz isteniyordu. Sonradan anladık ki, yine paralar iç edilmek ve afişler tuvalette nezarete atılmak isteniyormuş...

Bu arada, ilişkide buluduğumuz matbaadan (Ben Devletim Oynatmam oyunu için), milyonlarca liralık basılı kağıt ve Pir Sultan Abdal oyunu için yine milyonlarca liralık poster yaptırdılar. Sonuç mu? Aradan yaklaşık bir yıl geçti ve biz hala avuçlarımızı yalamakla meşguluz. Dedik ya, biz çaylak devrimcileriz...

En önemli gelişmelerden biri: Nazım Hikmet'in "İnek" oyununu çıkardığımız dönemde (Ankara Birlik Tiyatrosu'nda çaylaklık yaptığımız dönemle aynı zaman), tüm oyuncularımızı "devrim adına" kandırıp, kendi (olmayan) kadrolarına dahil ettiler. Tek bir silahları vardı: Devrimci olmaları! Kendi konutumda bir araya geldiğim "eski" oyuncularımla yaptığım konuşmada gördüm ki, ben, "misyonunu tamamlamış" ve hatta "karşı devrimci" bir insanmışım. Ve yine gördüm ki, Zeki Göker ve tayfası sapına dek "devrimci"... Bunun da tek bir ölçütü varmış: Afişlerinin tümünde "Politik Tiyatro" yazması. Bu arada tiyatro uzamlarında, İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Mehmet Ali Aybar, Orhan Kemal, Hasan Hüseyin Korkmazgil... gibi hemen hemen her biri ayrı bir değer olan gerçek devrimcilerin posterleri bulunması. Saydığım tüm adlara saygım sonsuz olsa da bir tiyatro uzamında "vitrin malı" olarak sunulmasına karşıyım. Bunların tek bir derdi var: 12 Eylül Faşizmi Dönemi'nde savrulan değerlere sahip oluyormuş görünümü yaratıp, emekçi güçlerin paralarını sömürmek...

Bu anlattıklarımı bireysel öç almak düşüncesiyle yazmıyorum. Öyle olsa çok daha önceleri yazabilirdim. Benim gördüklerimi başka insanların da görmelerini bekledim. Ne de olsa ben de emekten yana olan güçlere sanat yapmak derdinde olan bir tiyatro insanıyım. Yanlış anlaşılabilirdi. Pazardan pay kapmak isteyen leş kargası durumuna düşebilirdim. Ne zaman ki, sürekli olarak izlediğim Özgür Ülke'de Hüseyin Aykol'un sorunlara biraz teğet geçen, fakat gerçeğin bir ucunu yakalama cesareti gösteren kısa değinisini okudum, sarıldım yazı makinasının tuşlarına. Benim amacım kimseyi tuş etmek değil. Gelgelelim, bu topraklar, bu emeğiyle yaşamaya çalışan, bu köyleri yıkılan/yakılan insanların umutlarını sömürme dönemi kapandı. Kantin devrimciliği ağzıyla hiçbir yere varılamaz. Dönem Doğu-Batı çelişmesinin dönemi değil artık. Dönem Kavimler Kapısı olan topraklarımızı da alevine alan Güney-Kuzey çelişmesidir. Yüreği Güney'den yana çarpan insanlar, 1970'den ileriye gidemeyen ve gitmeye de niyeti olmayan hamamböceklerine karşı çıkma adına davranmak zorundadır. En azından "devrimci özü" o ranta dönüştürmek isteyen tiyatrolara gitmesinler. Hırsız, yalancı, dolandırıcı ve Nihilist tiyatroları boşaltma zamanını yaşamak istiyoruz...

Güney'in sıcaklığıyla kucaklıyoruz insanları...

H. Hilmi Bulunmaz